** “Boyuna kalem devşiriyoruz eski ağaçlardan
Ve yapraklarda
Boynu vurulmuş cümlelerin izi var”
Ayşe Keskin: Heyamola Yayınları’ndan çıkan “Acının Krallığı” isimli ikinci şiir kitabınızın ilk dizeleriyle başlayalım söze, sessizce içine süzülelim dünyanızın. İnsanın ve zamanın hunharca tüketildiği bir çağda imbikten sağılmış bunca sözün bir krallıkta toplanması ve sürecini anlatır mısınız?
Fırat Caner: Platon, mimesisin poiesise uygun olması gerektiğini, Aristoteles hizmet etmesi gerektiğini, Plotinus ile her halükarda onun bir tezahürü, bir yeniden üretimi olacağını söyler. Ben Plotinus ile aynı fikirdeyim. Egemen bir paradigma, bir formasyon, bir gelenek varsa, ne yaparsanız yapın onunla bütünleşir, ona katılır, ona hizmet edersiniz. Acının Krallığı, bizatihi bir “poiesis” olan ve kendini hakikat olarak ifşa eden bu paradigmadır. Kişinin özgürleşebilmesi için önce kendisi için bir hapishane olan bu paradigmayı tanıması gerekir.
Ben, insanın saygı göstermediği bir düşmanla mücadele edemeyeceği kanaatindeyim. Bu yüzden de Acının Krallığı’nda beni hakikatten uzaklaştıran bütün yanılgılara saygılarımı sunmaya çalıştım. İlk şiir kitabım olan Zeval’de olduğu gibi, bu kitapta da yazmama vesile olan asıl motivasyon riyadır. Descates, “Kuşku duyuyorum, öyleyse düşünüyorum, öyleyse varım” der. Benimse karşılaştığım her şeyin bir mimesis, dolayısıyla da yanılgı olduğundan en ufak bir şüphem yok. Sokrates gibi, düşünmeye -kendim de dahil olmak üzere- hiç kimsenin hiçbir şey bilmediği varsayımıyla başlıyorum. Bunun için de -diğer kitaplarımda olduğu gibi Acının Krallığı’nda da- hem geleneği hem de kendi yapıp etmelerimi aynı anda dekonstrükte etmeye çalıştım. Bir yandan da yolculuğumda ayak izlerine tesadüf ettiğim ve bir süreliğine de olsa takip ettiğim bazı ustalara selam verdim, saygılarımı sundum.
Usta bir avukat, yasaları iyi bilmek zorundadır. İyi bilmeli ki açıkları, esneklik paylarını görebilsin. Aynı durum şairler için de geçerli: Geleneği tanımadan onu üreten paradigmayla başa çıkmak mümkün değil… Ustalığı ölçen “poiesis” ideasının sınırlarını ihlal edebilmek için, önce o sınırları, yani savaş meydanını iyi bilmek gerekiyor. Şiiri tanıyan, dille inşa edilen dünyayı tanır, diye düşünüyorum. Eğer dilimin sınırları, Wittgenstein’ın dediği gibi dünyamın sınırlarıysa -ki o dünya bence Jameson’ın deyişiyle “dil hapishanesi”dir- şiir geleneği içinde nasıl hareket edilmesi gerektiğini belirleyen yasalarla günlük hayatımızı düzenleyen yasalar aynı demektir. Dünyayı düzenleyen bizatihi şiirdir. Ölü metaforlarla yazılmış olmaları, yasaların şiirsel oldukları gerçeğini değiştirmez.
F.C.: Şiirsel olmayan bir dil yoktur. Alışıldığı ölçüde şiirselliği fark edilmez hale gelen dile “standart dil” diyorlar. Dil, geçmişle gelecek arasında bir bağ değil, geçmişi inşa etmiş, geleceği de inşa etmekte olan, kolektif zekayı yapay zeka gibi kullanan bir makine. En şiirsel haliyle, hakikati nasıl çarpıttığını ifşa ediyor. Bir Arap atasözü var: “Mecaz hakikate götüren köprüdür” anlamında. Mecazı hakikatin köprüsü kılan, insanı hakikate ulaştırması değil, insanla hakikat arasındaki mesafeyi imlemesidir. Benim aradığım, köprülerin olmadığı bir durum.
A.K.: Günümüz şairleri eskisi gibi takip edilmiyor. Çağın karmaşık girdabında zevklerin, beğenilerin bu duyguyu ve eylemi karşılamaması mı sebep! Seslenme ya da duymak konusunda bir eksilik mi oldu… Bu uçurumun sebebini merak ediyorum. Görüşlerinizi de tabii!
A.K.: Her şair kendi iklimini yaratır. Şiir bu iklimde hayat bulur. “Hariçten Gazel” şiirinizin beşinci bendinde şöyle seslenmişsiniz okuyucuya!
*** “Şiiri uykusundan uyandırmak cesaret ister.
Bir bilenler mürekkepte nöbet bekler, efendiler!”
Umudun, direncin, aşkın direğidir bence de şiir. Bu direk devrildiğinde olabilecekleri hayal bile edemiyorum. İnsanla, hayatla sağlamlaşan şiir nöbetinizde ve bu yolculuğunuzda yolunuzun uzun ve aynı güzellikte geçmesini diliyorum. Okuyucusu bol olsun “Acının Krallığı’nın… Klasik bir soruyla söyleşimizi sonlandırmak istiyorum. -Sizin için şiir nedir?
F.C.: Şiir, dil hapishanesini çepeçevre kuşatan, onun en dış çeperinde yer alan dikenli tel, zihnin özgürleşmesi önündeki son engeldir. Dinlememek ve konuşmamaktan, yanılmamak ve yanıltmamaktan önceki son merhaledir. İknayı imana çevirme, imanı alaşağı etme sanatı; hakikatle gerçeklik arasındaki en uzun mesafe, bu sebeple de -muhalifmiş gibi göründüğünde bile- hakikatle gerçeklik arasındaki mesafeyi en görünür kılan hegemonya aygıtıdır. Bu yüzden de en büyük şair, şiiri Aristoteles’in terminolojisiyle “katharsis” deneyimi yaşamayacak kadar iyi tanıyandır. Ben o kadar şair değilim.
A.K.: Söyleşi ve cevaplar için teşekkür ederim.
*(Fırat Caner: 1976 Bursa’da doğdu. 90’lı yıllarda edebiyat dergilerinde yazıları yayımlanmaya başladı. 2013’te “Zeval” adlı şiir kitabı Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. “Hayıflanma” (Sıcak Nal), “Kuşla Kediye Ağıt” (İthaki) ve “Deccal İncili” (Heyamola) adlı üç anlatı dosyası ve “Geyiğin Laneti: Bir Murathan Mungan İncelemesi” adlı bir incelemesi yayımlandı. Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde öğretim üyesi.)
**Âhar/ Sayfa: 17 ( Acının Krallığı)
***Hariçten Gazel/ Sayfa: 57 ( Acının Krallığı)