Nataliia Lavrenteva: Merhabalar. Rusya'da yazan insanlar için şöyle diyorlar: ‘Yazmadan durabiliyorsan yazma daha iyi. Siz ilk kez ne zaman yazamaya başladınız? Paylaşmaya mı ihtiyacınız vardı? Yoksa başka bir şeye mi?
Fırat Caner: Ben ilk olarak ilkokul üçüncü ya da dördüncü sınıftayken yazdım. Derste öğretmen ‘Hadi çocuklar şiir yazalım!’ demişti, ben de
Bir buket çiçek elimde
Ne geçti elime seni sevdim de
Hiç böyle şey olur mu bu devirde
Hadi kız sen git otur evinde
diye bir dörtlük yazmıştım. Hoşuma gitmişti. Öğretmen de çok beğenmişti. Bu çok teşvik edici bir şey… Hemen akabinde ‘Ah şu hayat, şu hayat, ekmekler bile bayat’ diye iki dize yazdığımı hatırlıyorum. Öğretmen onu da beğenmişti. Öğretmen tarafından beğenilmek ilkokul çağındaki bir çocuk için son derece belirleyici… Nihayetinde hepimiz birçok yeteneğe sahibiz.. Örneğin, bildiğim kadarıyla insanların %40’ı mükemmel müzik kulağına sahip ama bunların hepsi müzisyen olmuyor. İşte mükemmel müzik kulağına sahip bu insanların yetenekli olduğu başka konular da var. Hayat tesadüfi olarak onlardan birinin öne çıkmasını sağlıyor. Belki o sırada edebiyat öğretmeninin teşvikiyle değil de, başka bir öğretmenin teşvikiyle karşılaşsaydım… Örneğin, resim öğretmenimin… O zaman belki resme yönelecektim. Müzik öğretmenimin teşvikiyle karşılaşsaydım belki müziğe yönelecektim. Ama hayatta ilk büyük övgümü şiirle ilgili aldım. Bu son derece belirleyici oldu.
İkinci aşama daha sonra, ergenlik çağımda geldi. Aşık olduğum bir kız vardı. Sürekli kitap okuyordu. Teneffüs zili çalıyordu; sırasının altından kitaplar çıkartıyordu: Borges, Sartre, Camus gibi yazarların kitapları… Ortaokul üçüncü sınıftaydık. Ben bu yazarları henüz tanımıyordum. Benim için yabancı isimlerdi. Ama çok âşıktım. Onunla sohbet etmek istiyordum. Pek hoşsohbet bir kız değildi. Sürekli kitap okuyordu. Baktım ki sohbet etmem için onun okuduğu şeyleri okumam faydalı olacak, okumaya başladım. Okumayı çok sevdiği için, kendi kendime dedim ki, ben bir şeyler yazarsam etkiyebilirim onu. Sonra yazmaya başladım, deli gibi, yoğun yazma sürecim o zaman başlamıştır. Sonra o gitti, edebiyat kaldı. Hayata tutunmanın bir yolu olarak…
Rusya’da söylenen şeyi – ‘Yazmadan yaşayabiliyorsan, yazma’ psikanalistler de söylüyor. Bildiğim kadarıyla ilk söyleyen kişi Sigmund Freud… Mutlu bir insanın sanatla uğraşmayacağını söylemişti o. Dolayısıyla mutlu insanlardan oluşan bir dünyada sanat diye bir şey olmayacağını… Daha sonra farklı kuramcıların, farklı psikanalistlerin söylediği şeylerin de arka planında bunu gördük. D. H. Winnicott gibi, Hartmann gibi… Onun uyumsuzluk sorunu üzerine söylediklerinde… Nihayetinde Hartmann’a göre bizim yazarken gösterdiğimiz çaba hayatla uyum gösterme çabasının ta kendisi… Yani bir uyum gösterme sıkıntısı yaşıyoruz. Bu sıkıntıyı çeken insanlar farklı şeylere yöneliyorlar. Bunu da belki en güzel yine Freud, ‘Uygarlığın Huzursuzluğu’ adlı denemesinde anlatır. Kimimiz sanata yöneliyoruz, kimimiz şiire, müziğe, resme… Kimimiz uyuşturucu maddelere yöneliyoruz. Ya da uyuşturucu demeyelim. Freud gibi söyleyelim: Keyif verici maddelere… Aslında insan bunların birçoğuna aynı anda yöneliyor. Mesela Freud’e göre bilime yöneliş de aynı uyum sağlama beceriksizliği ile ilgili aslında. O zayıflık ki Freud’nun ‘Uygarlığın Huzursuzluğu’ dediği şeyi yaratıyor ve biz bu huzursuzluktan kaçmaya çalışıyoruz. İçinde yaşadığımız dünyada mutlu değiliz çünkü o dünyayla uyum gösterme konusunda başarılı değiliz.
Konuya döneyim: Dediğim gibi, ciddi anlamda yazmaya orta üçüncü sınıfta başlamıştım. Yükseklisans öğrenimimi bitirdiğim seneye kadar neredeyse hiç sektirmeden her gün 6 saat yazı yazdım. Demek çok mutsuzmuşum, buradan o sonuç çıkıyor. Tabii bu sağlıklı olmayan bir akıl yürütme yöntemi ile elde edilecek bir sonuç. Bana sorsalar… Mutlu bir çocukluk mu geçirdim? Evet, mutlu bir çocukluk geçirdim. Ama tabii bu biraz da benim kendi belleğimi şekillendirmemle ilgili. Çünkü ben kötü şeyleri unuturum. Çok güzel unuturum. Evet, çocukluğum ailem açısından, arkadaş çevrem açısından çok mutlu geçti ama demek beni tanıtım filmi mutsuz eden şeyler de varmış. Onların da ne olduğunu aşağı yukarı tahmin edebiliyorum. Büyük olasılıkla sağlık problemleri mutsuzluklarımda çok önemli rol oynadı. Her sene bir şey olurdu: Bir sene apandistim patlar, ertesi sene içerde gazlı bez unuttukları için yine ameliyat olmak zorunda kalırım, bir sene sonra bir otobüsün altında kalırım, ayağım parçalanır, 3 ay yatmak zorunda kalırım falan… Evet! Çevre açısından son derece keyifli ve sevgi dolu bir hayat ama sevgi dolu bir hayata rağmen çok da mutlu geçmemiş bir çocukluk… Aynı şey ergenlikte de devam ediyor. Aslında düşünüyorum, benim ergenliğim tanıtım filmi çekimi de çok mutlu bir ergenlikti. Sağlık konusunda da problem yaşamadım. Ama artık ergenlikten itibaren okumak ve yazmak zaten bir kaçış olmanın ötesinde bir alışkanlığa dönüşmüştü. Bir şey alışkanlığa dönüştükten sonra artık sizin kaçmaya çalıştığınız şeyler orada olmasa bile kaçmaya devam ediyorsunuz. Bugün de kaçmaya devam ediyorum. Tabii ergenlikte artıp çevrede olup bitenlere öfkelenmeye başladığım da unutulmamalı. İnsan dünyayı algıladıkça daha da öfkeleniyor.
Nataliia Lavrenteva: Yazmadan yaşayabilir misiniz? Hiç yazmadan?
F.C.: Bu benim denediğim bir şey aslına bakarsanız… Ya da şöyle diyelim: Hayâlini kurduğum bir şey… Yazmadan yaşayabilmenin iki önkoşulu var. Birincisi yazmaya ihtiyaç duymayacağınız bir hayata sahip olmak. İkincisi de dünyada olan biten şeylerle mücadele etmek ya da onlarla psikolojik olarak başa çıkabilmek için onları -her neyseler- oldukları gibi kabullenebilme olgunluğuna tanıtım videosu erişmek. Ben bir romantiğim. Her ne kadar konuşurken öyle değilmişim gibi yapmaya çalışsam da öyleyim. Her zaman kendim dışındaki dünyaya müdahale etme, onu değiştirme, onu olduğundan daha güzel kılma gibi bir umudu taşıyorum içimde. Ne kadar tersini söylersem söyleyeyim… Herhangi bir sohbet esnasında ancak öğrenilmiş çaresizlikle kurulabilecek tarzda cümleler kurarım. Ama umudum hiçbir zaman ölmez. Belki ölmesi gerekiyor. Yani ne yaparsam yapayım, nasıl olsa bir şey olmayacağı düşüncesini içselleştirmem gerekiyor. Bir anekdot vardır: İbn-i Haldun ölür ve Allah katına çıkar. Allah sorar: ‘Ya İbn-i Haldun, seni dünyaya bir günlüğüne geri göndersem ne yaparsın?’ O da ‘Allah’ım ne yazdıysam hepsini yakarım’ diye cevap verir. İşte belki öyle bir farkındalık benim erişmeye çalıştığım. Ama henüz orda değilim.
Nataliia Lavrenteva: Bazı yazarlar, özellikle şairler yazmayı nefes almaya benzetiyorlar. Onlara bakarsanız bir metnin ortaya çıkması nefes vermek gibi, kendiliğinden ve kolayca gerçekleşen bir şey… Bazıları da tam tersini söylüyor. Onlara göre yazmak çok zor bir iş… Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? İlham diye bir şey var mı yazarlık serüveninizde?
F.C.: Aslında bir yazara sorulabilecek en klişe sorulardan biri bu. Ama işin akademik bir yönü de var. İlham söz konusu olunca genellikle bu akademik yönü ele alırız. Rahmetli Atilla İlhan’a sormuşlar -bir rivayet- ‘Size ilham geliyor mu? Nasıl yazıyorsunuz? İlhamla mı yazıyorsunuz?’ diye. Cık, demiş, masaya oturuyor, öyle yazıyorum. Bu elbette ki çok rasyonalist bir cevap. Konuşurken birçok olası rasyonalite içerisinden sadece belirli bir tanesini merkeze koyarsınız. Yine son derece rasyonalist bir şekilde, ilham perisini değilse bile, “ilham perisi” tamlamasıyla ifade etmeye çalıştığımız şeyi açıklayabiliriz. Bunun anahtarını bize veren kişi Harold Bloom… Nihayetinde bir okur olarak bir sürü metinle karşılaşıyorsunuz. Bir insan olarak da bir sürü hayatla temas ediyorsunuz. En çok temas ettiğiniz hayat elbette ki kendi hayatınız. Temas yollarından biri de edebiyatın ta kendisi. Bir metin okuyorsunuz ve o metni okurken isteseniz de istemeseniz de Harold Bloom’un ‘yaratıcı yanlış okuma’ dediği şey ortaya çıkıyor. Her yaratıcı yanlış okuma zaten bir tür deus-eks-makinadır, bir ilham perisi müdahalesidir. Ama ortada bir peri yok, okuduğunuz, yaşadığınız veya tanıklık ettiğiniz şeyden etkilenmeniz var. Okuduğunuz şeyin ister ilham vermesi dersiniz, ister etkilemesi dersiniz, ister aklınıza bir şey getirmesi dersiniz… En bilimsel ifade herhalde okuduklarınızın ya da okuyarak ve yaşayarak biriktirdiklerinizin belli bir anda aklınıza bir şey getirmesi… Bu, insan zihninin işleyişi bakımından son derece doğal… Tabii bu bir aşama. Birinci aşama. Hatta bazen birinci aşama bile değil. Yani önce aklınıza bir şey gelmez. Zihninizi meşgul eden bir mesele vardır. Bu türden türe de değişiyor. Şiir yazmakla roman yazmak birbirinden çok farklı. Şiirle hikâye birbirine benzer ama roman bambaşka. Roman ya da tiyatro oyunu. Bir meseleniz, bir derdiniz var; dünyayla sizin uyum göstermenizi zorlaştıran derdiniz… Bu kişisel bir dert olabilir, içinde yaşadığınız toplumla ilgili bir dert olabilir, zaten onunla ilgili bir dertse sanatın en temel çatışmalarından biri ortaya çıkacak üreteceğiniz eserde: Birey–toplum çatışması… İçinde yaşadığınız ülkeyle ya da içinde yaşadığınız ülkeyi yöneten siyasal rejimle bir probleminiz olabilir, hükümetinizle bir probleminiz olabilir. Sizi rahatsız ediyor olabilir yönetilme biçiminiz. Uygarlığın kendisiyle bir probleminiz olabilir çünkü uygarlığın kendisinin fazlaca gelişmiş olduğu bir yerde yaşıyorsanız Engels’in deyişiyle bu sizi doğaya yabancılaştırmıştır ve mutsuz olursunuz. Beton bloklar arasında yaşamaktan, ağaçla, toprakla, denizle temas edememekten, bir arada bulunamamaktan… Öyle bir derdiniz olabilir. Şu hâlde kültür-doğa çatışması söz konusu olacaktır.
Bunu ifade edecek bir araca ihtiyaç duyarsınız. Bu araç ne olabilir? Bu araç siyaset yapmak olabilir. Aktivist olabilirsiniz. Yani çıkarsınız, sizi rahatsız eden şey için eylem yaparsınız, bağırabilir, çağırabilirsiniz. Fiziksel reaksiyonlar gösterebilirsiniz. Bilimsel çalışmalar yapıp öneriler getirebilirsiniz. Doğanın kirletilmesi sizi rahatsız eder örneğin ve siz doğanın kirlenmesiyle ilgili bilimsel çalışmalar yapar, makaleler yazarsınız… Yahut bunu sanatsal bir ifadeye çevirirsiniz. Sanatsal bir ifadeye çeviriyorsanız büyük olasılıkla diğer araçları kullananlara kıyasla korkak mizaçlı bir insansınız çünkü siz ‘Ağacı sev, yeşili koru’ mesajı ileten bir şiir yazdığınızda başınızın belaya girme riski –kendini korumak istedikleri ağaçlara zincirleyen aktivistlere kıyasla- azdır. Güçlü bir kapitalistin sahibi olduğu bir sanayi tesisinin kirlettiği göldeki suyu analiz edip o suyun etraftaki insanları zehirlediğini beyan eden bir makale yazan bilim insanın başına gelebileceklerin hiçbiri başınıza gelmez. Hiç değilse gelmeyeceğini zannedersiniz. Böyle bir makale yazarsanız hayatınızı kaydırabilirler ama ‘Ağacı sev, yeşili koru.’ dediğinizde kimse hayatınızı kaydırmaz. Dolayısıyla her ne kadar sanatın dönüştürücü işlevinden bahsediliyor ise de sanatçı genellikle bilim insanı ya da aktivist kadar büyük bir tehlike olarak algılanmaz muktedirler tarafından. Çünkü aktivist ya da bilim adamı acil çözüm talep eder, sanatçı ise aslında çözüm talep etmekten ziyade, derdiyle ilişkili konularda daha iyi bir dünyanın oluşmasına sebep olabilecek bir zihniyetin tohumlarını eker. İkisi de değerli. Aslında bütün dünya için bence böyle.
Nataliia Lavrenteva:- Edebiyat teorilerini iyi bilen birisiniz. Teori bilmenin yazarlığınıza yararı oluyor mu? Teknikleri düşünerek mi kullanıyorsunuz yoksa içinizden geldiği gibi mi yazıyorsunuz?
F.C.: Öncelikle teori bilmeyen bir adam yazar olamaz. Ama teori bilmek, sadece teori kitapları okumakla ilgili bir şey değil. Teori, pratikten yola çıkarak inşa edilir. Edebiyat teorisini nasıl inşa edilir? Edebi metinlere bakarak… Sosyoloji teorilerini neye göre inşa ediyorlar? Toplumları, grupları inceliyorlar. Dünyanın her yerinde edebiyat okumamış, yani bir disiplin olarak edebiyat eğitimi almamış yazarlar var. Bu, onların teori bilmediği anlamına gelmiyor çünkü her yazar aynı zamanda bir okurdur. İyi bir okurdur. Bir okur olarak, okuduğu yüzlerce, binlerce edebi eser ona gerekli teorik bilgiyi verir. Teoriyi teori kitaplarından öğrenmiş yazarlarla teoriyi pratikten öğrenmiş yazarlar arasında bir ayrım yapmak şöyle mümkündür belki: Teoriyi teori kitaplarından öğrenmiş yazarların metinlerinde teori gösterişçi bir şekilde bulunur. Ki bu aslında edebi metin için zayıflatıcı bir şey. Elif Şafak’ta bu gösterişi hissederim ben. “Bakın ben bilinç akışı tekniğini nasıl da kullanıyorum!” der gibi bir hâli vardır. Aynı tekniği Yaşar Kemal de bilir. Teori kitaplarından öğrenmemiştir. Bu tekniği kullanan yazarları okuyarak öğrenmiştir. Onu kullanır fakat akademik bir okuma yapmıyorsanız varlığını hissetmezsiniz. O lezzeti yemeğin içine yedirmiştir Yaşar Kemal. Yaşar Kemal’in yaptığı yemeğin içerisinde neler var, ancak iyi bir gurme tespit edebilir. İyi bir gurme olmayan kişi ise sadece çok lezzetli bir yemek yer, içindekileri ayrı ayrı söyleyemez… Fark bu bence. Ben edebiyat disiplini içerisinde yetiştim ve edebiyat teorisine ilişkin belli düzeyde bilgim var. Bu benim dezavantajım. Baş edebileceğim, kurtulabileceğim bir dezavantaj mı, henüz bilmiyorum. Kurtulmak isteyip istemediğimi de bilmiyorum çünkü bir şeyi çok farklı amaçlarla yapabiliyoruz. Yazıyor olmamızın farklı amaçları olduğu gibi şöyle ya da böyle yazıyor oluşumuzun da farklı sebepleri var.
Örnek verelim: Mesela içinde yaşadığınız dünyayı anlatmaya çalışıyorsunuz ve bu dünya sürekliliklerin dünyası değil. Hayatta hiçbir şey sürekli olamıyor artık… Geleneksel dünyada insanlar bir yerde doğuyorlar, çocuklukları, ergenlikleri, yetişkinlikleri, ihtiyarlıkları orada geçiyor. Orada ölüyorlar ve oraya gömülüyorlar. Mekânsal bir sürekliliğe sahipler. Bugünse dünya üzerindeki pek çok insan mekânsal bir sürekliliğe sahip değil. Bu yüzden yersiz yurtsuzluktan bahsedebiliyoruz. Bir yerde doğuyoruz, başka bir yerde büyüyoruz, sonra ekmeğimizi kazanmak için bambaşka bir yere gitmek zorunda kalıyoruz. Hepimiz Robinson Crusoe gibi bir hayat yaşıyoruz aslında. Bu mekânsal parçalanmanın bizim hayatımızdaki karşılığını anlatırken parçalı yapıtlar inşa edebiliriz. Bir sürü modern romancı bunu yaptı. Ben de parçalı yapıtlar yazıyorum ama benim parçalı bir teknik kullanmamın sebebi o yazarlarınkinden farklı. Benimkisi çok daha şu ana ait bir sebep. Şöyle ki, dünyada bir hareket var: Yavaş hareket. Yavaş yaşam. Yavaş yemek. İtalya’da başlayan bir hareket… Fastfood yani hızlı yemek furyasına karşıt bir hareket… En az bilineni de yavaş okuma hareketi… Bakın, bizim en temel sorunlarımızdan biri hızlı okuyor olmamız. Hızlı okuma deyince aklınıza hızlı okuma teknikleri, hızlı okuma dersleri falan geliyor olabilir. Bir metni alıyorsunuz, gözünüz paragrafların üzerinde koşuyor falan. Bununla ilgili fıkralar bile var: Birisine soruyorlar: ‘Savaş ve Barış’ı okudunuz mu? diye. O da ‘Evet, olaylar Rusya’da geçiyordu’ diye cevap veriyor. Yani hızlı okuma tekniğiyle ‘Savaş ve Barış’ı okursanız ‘Savaş ve Barış’tan size kalacak şey zaten aşağı yukarı böyle bir şey. Hadi en fazla 1-2 isim hatırlarsınız, Nataşa falan. Ama hızlı okuma sadece bundan ibaret değil çünkü hızlı demek aynı zamanda çok demek. Zaten Paul Verlaine’in deyişiyle çağımızın hız çağı olması, hızın çokluğu üreten bir araç olmasıyla ilgilidir. Yani hızlı okuyacaksınız ki çok okuyun.
Çok okumak ne anlama geliyor? Aslında mesele sizin çok okumanızdan ziyade çok sayıda okumanız, çok sayıda tüketmeniz… Çok sayıda tüketmeniz çok sayıda satın almanız anlamına gelebileceği gibi tükettiğiniz hiçbir şey ile iletişim kuramamak anlamına da gelebilir. Yani siz gelmiş geçmiş bütün felsefe metinlerini okuyabilirsiniz. Ama bunu yapmaya çalışırsanız büyük olasılıkla filozof olamazsınız, çünkü filozof olabilmeniz için felsefeyle uğraşabilmeniz, bir metinle felsefî bir ilişki kurabilmeniz için durup düşünmeniz gerekiyor. İhtiyacınız olan şey tefekkür. Tefekkür zaman ister. Yavaş olmayı gerektirir. Açarsınız bir kitabı, bir cümle okursunuz, durur, kitabı kapatırsınız. O cümle üzerine düşünürsünüz. O cümleden yola çıkarak hayatı düşünürken aklınıza daha önce okumuş olduğunuz bir şey gelir. Hmm, dersiniz. Tekrar aynı metne dönersiniz. Yavaş okumak aynı zamanda tekrar okumaktır. Yavaş okumak satırlar üzerinde ağır ilerlemek ya da bir paragrafın sonunda durup o paragrafı uzun uzun düşünmek demek değil ille de. Dönüp bir önceki paragrafı okumak ya da daha önce okunmuş bir kitabı yeniden okumak demek bazen de. Parçalılığı kullanırken, bunu isterim: İnsanlar kitabı ellerine alsın, açsın okusun, kitap böyle kaymak gibi aksın, bitsin, ‘Aaa çok güzeldi’ desinler, konuyu kapatsınlar, tavsiye etsinler ‘Ben okudum harikaydı sen de oku’ desinler istemiyorum. Çünkü öylesi, onların geride bıraktığı bir şey, üzerinde durmadıkları, beraber yaşamadıkları bir kitap türüdür. Ben istiyorum ki beraber yaşasınlar, geri dönsünler… Yani okur üçüncü bölüme geldiği zaman dursun, birinci bölüme geri dönsün. Düşünmek zorunda kalsın. Çünkü aslında bir kitap üzerine düşünmek, hayatı düşünmektir.
Bir insan hayatın üzerine, kendisi üzerine, tanıdığı insanlar üzerine, içinde yaşadığı toplum üzerine, dünya üzerine düşünmeden bir kitap üzerine zaten düşünemez. Kitap üzerine düşünüyorsa bunları düşünüyor demektir. Okuma fiilini sekteye uğratmak benim yazdıklarımı okuyan kişiyi kitabımın içinde yaptığım şeylerle yavaşlatmak, durdurmak amacıyla, bilerek yaptığım bir şey. Okuru aynı kitap içinde geriye gönderebilirim, yazdığım başka bir kitaba gönderebilirim, başkasının yazdığı ve benim önemsediğim, anlatmaya çalıştığım şeyi çok güzel bir şekilde öne çıkarmış bir metne gönderebilirim. İstiyorum ki bir kitabın okunması bitimli bir şey olmasın. Çünkü ben bir okur olarak bu deneyime sahibim. Mesela Yaşar Kemal’in ‘Demirciler Çarşısı’ adlı eserinde bir parça vardır. Hayatımda okuduğum en güzel metin odur:
‘Dünyayı dolaşan genç adam güzel bir şehre geldi. Gözleri Emir Sultanıngözlerine benzerdi. Kaşları çatık, rengi yanık sarı, kalın dudakları soluk.İnce, uzun boylu. Erkeğin yakışıklısı dünyadaki en güzel yaratıktır. Dünyadabir arap atının tayı güzel olur, bir de erkeğin yakışıklısı. Genç adam atındanindi, baktı ki bu şehir başka, öteki şehirlere hiç benzemiyor.
Şehrin insanları dünyanın en kanı sıcak, en cana yakın insanları. Konuk için dersen deli divane oluyorlar. Fıkarası yok gibi, zengini de cömert. Bet bereket dersen yedi iklim dört bucaktan taşıyor. Bütün şehrin insanlarının yüzyıllardan beri büyük bir mutluluk içinde oldukları besbelli. Bura halkının hiç mi hiç bir şeyden şikayetleri yok. Bir şikayetleri varsa o da ölümden. Herhal ölüm bile güzel olur bu şehirde. Yolcu böyle düşündü. Bu şehirde bir de çok güzel atlar vardı. Küheylan, seklavisi, cins cins, don don. Dorusu doruların en parlağı, alı kırı, kulası, abeşi, demirkırı, yağızı da öyle. Burada atların donları da bir başka. Her bir atlar ki tüyleri yıldır yıldır. Her birisi sürmeli gözlü ceren gibi. Tıpkı. Adam bu güzel şehre, bu iyi insanlara, bu cins atlara hayran kaldı. Bu şehirde bir süre kaldı. Sonra ayrıldı. Bundan sonra da nereye gittiyse, kimi gördüyse yıllar yılı bu şehri, bu insanları, bu atları söyledi. Dilinden düşürmedi. Hayranlığını bir ömür dile gitirip, bütün insanları da bu şehre hayran kıldı. Adam çok yaşlandı. Günlerden bir gün kendi kendine dedi ki, ölmeden, şu güzelim dünyayı terketmeden varayım da o güzel şehri, o iyi insanları, o soylu atları bir daha göreyim de, hiç olmazsa, şu dünyadan ağız tadıyla ayrılayım.
Ora senin, bura benim günlerce yol tepti, bir sabah iyi insanların, güzel atların mutlu şehrine geldi. Geldi ki ne görsün, şehir ne o eski şehir, insanlar ne o eski insanlar, atlar da yok. Her şey değişmiş, her şey bambaşka. O eski konuksever, her bir sözleri cana can katan kişiler verdiği selamı bile almıyorlar. Geldi ki ne görsün, yalnız selamını almamak değil, yüzüne bile bakmıyorlar. Yüzleri kara, karanlık, mutsuz. Şehrin büyük çayıları, ovası, tarlaları, ahırları da bomboş. O ceren gibi atların imi timi yok. Adam şaşkınlığından, kederinden ne edeceğini bilemedi. Beli büküldü. Issız, yıkık, bir örene dönmüş şehri lal-ü ebkem dolaşırken o eski, mutlu günlerden kalmış yaşlı bir adama rastladı. Adam sırtını bir hanın yıkık duvarına vermiş, güneşleniyordu. Ak sakalı kir içinde, kızarmış hastalıklı gözlerine sinekler üşüşmüş. Kederinden dişleri kenetlenmiş, sakalı ak, sakalı kirli, aydınlık yüzlü, geniş alınlı duvar dibinde güneşlenen yaşlı adama sordu:
“Bir zamanlar bu şehirde konuksever, sıcak yürekli, dost canlısı iyi insanlar, ceren gibi, kırmızı mercan gözlü, uzun boyunlu, kalem kulaklı, suna gibi cins atlar vardı. Onlara ne oldu?”
Yaşlı adamdır ki, azıcık doğruldu, ak saklı kirli, titredi, yüzü eski bir ışıkla parıldadı, derin bir aaah dedi, ciğeri söken. Aaaah! Duvara sırtını iyice verdi. Neden sonra gözlerini açtı:
“O iyi insanlar,” dedi, “o güzel atlara bindiler çekip gittiler…
Aaaah! Aaaaah! Aaaaaah!”
Bu paragrafı hayatım boyunca belki bin kere okudum. Ne kadar yaşarım bilmiyorum ama bir bu kadar daha yaşarsam bir bin kere daha okuyacağım. Peki bir şeyi dönüp bin kere ne diye okuyayım? Demek ki o beni durdurmuş. Kendi hayatımla, dünyayla temasımı incelememe yardımcı olmuş. Demek ki ben ondan sonra tefekküre dalmışım ve o tefekkür beni nereye getirdiyse, hayat ne zaman beni oraya götürse ben metne dönmüşüm.
Bu metinde ne var? Adam atlardan ve güzel insanlardan bahsediyor olabilir ama aslında bizim ‘güzel’ diye algıladığımız her şeyin yitmesine dair bir ağıt bu. Ne zaman birisi ‘göz hakkı’ dese örneğin, aklıma bu parça gelir. Göz hakkından bahsediyor mu? Bir bakıma bahsetmiyor. Bir bakıma da bahsediyor işte. Kim o güzel insanlar? Benim dünyamda o güzel atlara binip çekip giden o güzel insanlar hayatlarında ‘göz hakkı’ diye bir değer olan insanlar. Göz hakkının yittiği bir dünya eskisi gibi bir dünya olamaz. Bu göz hakkı olmaz, başka bir şey olabilir sizin için. Değerli ama artık varlığını hissedemediğiniz, temas kuramadığınız herhangi bir şey… Onunla temas ettiğinizde bu metin sizi çağırır. ‘Bana gel’ der, ‘Çünkü senin bu konuyla ilgili acını sağaltmakta kullandığın tefekkür deneyimini sana ilk ben yaşattım’. ‘Ben senin bu duygunu paylaşabileceğin, omuzunda ağlayabileceğin ilk arkadaşınım’. Bunu yapmak önemli.
Nataliia Lavrenteva: Son olarak biraz garip bir soru sormak istiyorum size. Hangisi sizin için daha önemli: Akademik kariyer mi yazarlık mı?
F.C.: İki seçeneğim mi var?
Nataliia Lavrenteva: Evet. Ya yazarlık ya da akademik kariyer…
F.C.: Tam ‘ileri demokrasi’ gibi oldu sizin tutumunuz. Yani ‘Siz ne isterdiniz?’ değil de ‘Şu mu yoksa şu mu?’ ‘Aşağıdakilerden hangisi doğrudur?’ ‘E-Hiçbiri’ şıkkı yok. Akademisyenlik öncelikli. Mecburen… Zira sadece yazarlık yapsaydım açlıktan ölürdüm.
Nataliia Lavrenteva: Üçüncü bir seçeneğiniz olsaydı cevabınız ne olurdu?
F.C.: ……Mutlu olmak isterdim… Bu bir meslek değil ama bir yandan şuna da inanıyorum: Meslek sahibi bir insan kolay kolay mutlu olamaz. Marx’ın söylediği üzere maaşlı insan köledir. Dünyada başka bakış açıları da var elbette. Düşünelim: Türkçe bir kelime var: ‘İşsiz’. Bu kelime sadece yapısıyla bile bize olumsuzluk duygusu veriyor. Niye? Çünkü bahsettiği, ‘bir şey’siz olma, bir yoksunluk durumu… Neyden yoksunluk? O şey iyi bir şey. Ki yoksunluğundan bahsediyoruz. Yoksunluk diyebilmemiz için o şeyin ne olduğunu düşünmemiz lazım. Dolayısıyla bizim bütün kodlanışımızda işi olmanın, iş sahibi olmanın, çalışan bir birey olmanın iyi bir şey olduğu varsayımı var. Dolayısıyla işsiz olmak kötü bir şey. Dolayısıyla işsizsek mutsuzuz. Bu böyle olmak zorunda mı? Değil. Neden insanlar bugün bundan birkaç yüzyıl öncesine kıyasla hayatta kalabilmek için çok daha fazla zamanlarını çalışarak geçirmek zorunda? Daha önemlisi, neden birine ‘işsiz’ diyoruz da ‘kendi zamanına sahip’ demiyoruz? Aslında işsiz dediğimiz kişi kendi zamanına sahiptir. Oysa ben kendi zamanıma sahip değilim. Benim günümün bir kısmına devlet sahip. Ki günün bir kısmı dediğimiz, günün gerçekten anlamlı olan, güneşin ışıldadığı kısmı… İş saatlerini düşünün. İş saatleri insanın dünyayla gerçekten fiziksel temas kuracağı saatlerdir. İnsan bir gece yaratığı değildir. Dünyayla gündüz temas ederiz ama gündüzlerimiz bizden alınmıştır. Devlete aittir, şirkete aittir, patrona aittir. Biz meslek sahibiyizdir. ‘Zamansız’ diye tanımlamayız kendimizi. Öbürü kendi zamanına sahiptir ama ona ‘işsiz’ deriz. İnsanın, işsiz olmanın lanetli olmadığı, henüz can sıkıntısı denen şeyin icat edilmediği, yalnız kalmayı becerebildiği, bu yüzden de tefekküre dalabildiği bir dünyaya ihtiyacı var. Çünkü insanların yalnız kalmayı beceremediği bir dünyada tefekkür ölmek zorundadır. Bu dünyada, evet, kendi zamanıma sahip olmayı isterdim. ‘Miskin’ olmayı isterdim. ‘Miskin’ derken… Çağımızın Türkçesinde ‘miskin’ dediğimiz zaman ‘tembel’ anlaşılıyor. Oysa bahsettiğim miskin, tembel değil. Miskinin ne olduğu tasavvufta, İslam gizemciliğinde saklı. Dünyadan geçmiş, dünyaya değer vermeyen bir kişi o. Dünya nimetinde gözü yok, dolayısıyla onu elde etmek için çaba da harcamaz. Çalışmaz. Bu hiçbir şey yapmaz anlamına gelmez. Size yardım edebilir, ama size yardım etmek için yardım eder, para ya da maaş karşılığında değil. Bu, artık var olmayan bambaşka bir dünyada o kadar değerli bir şeydir ki o dünyada miskinlerin bakımından miskin olmayanlar yükümlüdür. İslâm geleneğinde zekat verilmesi, maddî yardım yapılması en uygun beş gruptan biridir miskinler.
İnternet sitemizden en verimli şekilde faydalanabilmeniz ve kullanıcı deneyiminizi geliştirebilmek için Cookie kullanıyoruz. Cookie kullanılmasını tercih etmezseniz tarayıcınızın ayarlarından Cookie’leri silebilir ya da engelleyebilirsiniz. Gizlilik politikamızı okumak için buraya tıklayabilirsiniz.