Görmekle kalmayıp, bağırma cesareti aşılayan öyküler.
Fuat Sevimay ile yeni öykü kitabı Gör Bağır odağında yaptığım söyleşi çağımız insanının yaşam içerisindeki mücadelesinin ne kadar yıpratıcı olduğu üzerine ve aynı zamanda zorlu bir mücadele gerektiren yaşamlarımızın ironileri, akıl almaz absürtlükleri ve tuhaflıkları üzerine de gerçekleşti. Fuat Sevimay ile çevirmenliğini de konuştuğumuz bu kapsamlı söyleşi için buyurun lütfen.
Aynur Kulak: Temelde aynı hedefte birleşen iki disiplin -yazarlık ve çevirmenlik- yaşamını nereden nereye getirdi diye sorarak sohbetimize başlamak isterim.
A.K: Gör Bağır içindeki öykülerin tamamı okunduğunda asıl olanın ne olduğunun artık görüldüğünü belirtircesine uzun bir iç dökme, yüksek perdeden konuşarak -hatta yer yer bağırarak- iç dökmenin olduğu öyküler okuyoruz. Bu öyküler nasıl bir yol alış sonrası ortaya çıktı?
F.S: Aslında her metin kendi çapında bir iç dökme barındırır sanırım. Her neyi dert edindiysek, ona dair, artık içimizde tutamadıklarımızın kağıtla buluşması söz konusu. Ama bazen, yaşadığımız dönemin hem dünyada hem memlekette bir karabasana dönüştüğünü görürsek bu iç döküşün, sessiz sakin bir paylaşım olmakla kalamayıp, “Yeter be,” dediğimiz bir duyguya evrildiği oluyor. Gör Bağır da galiba böyle bir dönemin ürünü. İş cinayetlerinin, ceberrut devletlerin, göç denen insanlık dışı hallerin, savaşın, diktatör bozuntularının, evsizliğin ve daha bir dolu derdin kol gezdiği bir dünyada, bir yanıyla isyan söz konusuyken, bir yanıyla da umudu diri tutan öyküler yazmak istedim. Yani görmekle kalmayıp, bağıracak cesareti aşılayan cümlelerden bahsedebiliriz.
İlk ve son öykü dışında hemen hepsi pandemi döneminde yazıldı. Pandeminin yanı sıra kişisel dertler de söz konusuydu. Ama yine de az önce belirttiğim gibi karamsar bir dil kurmamaya özen gösterdim. Derdin ne olduğunu görüyoruz ve gereğinde bağıracak gücümüz her zaman var. En çok vurgulamak istediğim de içimizdeki bu güçtü.
A.K: Kitabın birinci öyküsü Dolap Beygiri çeşitli sosyal sınıflara ait insanların hayat içerisinde nasıl da “dolap beygirine” dönüştüklerini anlatıyor ve “İstanbul sözleşmesi yaşatır.” sloganı ile başlıyor. Kitabın son öyküsü Nassaulu İsa da “İstanbul sözleşmesi yaşatır.” sloganı ile başlıyor. Bu iki öykünün dert edindiği ana konular nelerdi ve öykülerin bu bütünlüklü yapısı için ne söylemek istersin.
F.S: “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır,” elbette öncelikle kadının toplumdaki yeriyle ilgili bir vaat ama bir o kadar da yaşama dair bir başkaldırı. Bunu, “Lafa bunla başlayanları dikkate almayın” diyen, kendini halt zannedenlere inat, önce kendi kurgu karakterime, sonra da James Joyce’a söyletmek istedim. Buyurun bakalım, kitaba da bununla başlayıp bununla bitiriyoruz ve bizi susturmak isteyenleri zerrece kaale almıyoruz. Ta ki o sözleşme yeniden yürürlüğe girene dek. Çünkü istiyorum ki bu ülkenin öncelikle kadınları, sonra işçileri, emekçileri, dolap beygirinde öğütülen insanlar olmasın artık.
Yani Gör Bağır’a dair bir bütünlükten bahsedeceksek, ezilenlerin, hor görülenlerin, toplumun çeperinde yer alanların, doğanın, evsizin, aşkından sebep gözaltına alınanın, Suriye Pasajından geçenlerin kitabı olduğunu söyleyebiliriz. Bu alanlara dahil olmasak da orayı, o çeperdeki insanları görmeli, edebiyat yoluyla sesleri olabilmeliyiz.
F.S: Ben edebiyatın akıllıca yapılması gereken, hem yazarken hem okurken düşünmeye zorlayan, kimi zaman ezber bozan bir iş olduğuna inanırım. Edebiyatta, ben yazarım, mevzuları çözdüm, buyurun siz de okuyun ve ikna olun devirleri çoktan geride kaldı. Çünkü çözülen bir mevzu falan yok ve aslolan, insanın, değişen dönüşen durumlar karşısında sürekli zinde ve duyarlı kalması. Bu nedenle, evet, okurun da aklıyla katıldığı, düşüncesinden kuşkuya düşüp sorguladığı, bir fikre varacaksa da bu sorgulamadan sonra ulaştığı yapılar kurmak istiyorum. Dolayısıyla okurla birlikte bir oyun oynadığımı, dünyayı ve yaşamı kavrama, kavradığımızı sandığımız anda da yeniden sorgulama oyunu oynadığımızı söyleyebilirim. Oyunun sonunu yazacak olan okurdur. Kitabın sonunda dile geldiği şekliyle; çünkü İsa aç ve öykünün ucu açık.
A.K: Gör Bağır’ın -mekanlar bazında- en belirgin özelliği sosyal sınıfların coğrafya neresi olursa olsun değişmeyen hikayeleri, kaderleri olarak karşımıza çıkması; ne dersin?
F.S: Bu “Coğrafya neresi olursa olsun değişmeyen hikayeler” meselesini önemsiyorum. Bizlerin de özellikle sosyal medyada diline pelesenk olmuş bir deyiş vardır; Coğrafya kaderdir. Bir de bu söz türlü çeşit insana mal edilir. Hepsi yalan. Hayır, farklı coğrafyalar ve toplumlar, zaman ve konuma göre küçük farklar barındırır ama özünde insanlığın dertleri her yerde birbirine yakındır. Sorun, gücü elinde tutanlar ile yalın bir yaşam sürmek isteyen barışçı insanlar arasındadır. Ve coğrafyada bir dert varsa, bu kader değil, değiştirilmesi, kimi zaman yerinden sökülüp atılması gereken bir sorundur. Söz konusu coğrafya ister İspanya ister Rusya isterse de Türkiye olsun.
Bir de konuya edebiyat açısından bakacak olursak, evrensel öyküler yazmayı seviyorum galiba. Geniş düşünmek, dar alanlara hapsolmamak, hem zamanda hem dünyada zihnen de olsa dolanmak sevdiğimi bir tarz. Elimden geldiğince ve öykünün, romanın izin verdiğince, kabuğun dışına çıkmayı sürdüreceğim.
A.K: Günümüz, çağımız, insanın bu çağdaki çıkışsızlığı ve mücadelesine yer veriliyor tüm öykülerde fakat kulağımıza bu hikayeler dramatize olanın dahi ustalıkla ironikleştirilmesi şeklinde anlatılıyor; ne dersin?
F.S: Edebiyatı diğer sanat dallarıyla kıyasladığımızda, zaman, mekân geçişlerini en rahat kullanan disiplin olduğunu görürüz. Ben de bunu bir olanak olarak görüyor ve elimden geldiğince kullanıyorum. Çünkü bu zamansızlık, bugünümüzü dünün, dünü yarının, yarını her ikisinin etkilediğini fark ettirmek için etkili bir yöntem.
İroni konusuna gelince, benim artık edebiyat için bir özdeyişe dönmeye başlayan bir sözüm var; Edebiyatçının derdi olmalı ama edebiyat dertli olmak zorunda değil. Dolayısıyla her öyküde dert gördüğüm bir şeyi ele alıyorum ama kimi öykülerde olduğu gibi, bu derdi işleme hali gayet eğlenceli bir hale dönüşebiliyor. Kitabın uzun öyküleri E ve Hurda Franco buna örnek olabilir sanırım. Çünkü ironi, okuru da kendi halleriyle yüzleştirmenin yollarından biri. Hem de mücadeleyi diri tutan, insana güç aşılayan bir yöntem. O nedenle, öykülerde de romanlarda da, hem yazar sıfatıyla ve hem de okur sıfatıyla, ironiyi daima seveceğim. Yani çok yaşa Oğuz Atay.
A.K: James Joyce ile kurduğun gönül bağını çevirisi dünya edebiyatı içerisinde çok zor olan kitaplarını -Finnegan Uyanması mesela- çevirerek gösterdin. Çeviri metinlere gereken önem veriliyor mu? Yeni çeviri kitaplarını okuyacak mıyız?
F.S: Aslında ben bu konuda biraz tersini düşünüyorum. Türkçe çok çok fazla eserin çevrildiği bir dil. Bu çevirilerin büyük kısmı iyi çeviriler ama bu gereksiz bolluk nedeniyle vasat çevirilerle de karşılaştığımız oluyor. Yani yayınevleri de okurlar da, Türkçe yazılan eserlere kıyasla İngilizceden, Fransızcadan ve başka dünya dillerinden gelen eserlere (bana göre) gereğinden fazla ilgi gösteriyor. Oysa çağdaş Türk yazarları (ve coğrafyanın başka dillerinin yazarları da) olağanüstü işler çıkarıyor. Bu elbette kültür emperyalizminin bir sonucu.
Öte yandan, yapılan bunca çeviriye rağmen çevirmen görünürlüğünün az olması, daha da vahimi, kimi yayınevlerinin (az da olsa) halen çevirmen emeğini harcanacak ilk kalem olarak görmesi gibi bir durum söz konusu. Asıl sorun burada sanırım ama bu da yavaş yavaş aşılıyor gibi. Nitelikli okurlar artık çevirmen takip etmeye başladı. Bu iyi bir gelişme.
Son olarak; memlekette çeviribilim eğitimi veren harika üniversiteler ve çok nitelikli bir eğitmen kadrosu var. Öte yanda bunca çeviri yapılıyor. Toplumun geneline yayılmış olmasa da iyi bir okur kitlesi var. Ayrıca farklı dillerin kesişim noktasıyız. Bu koşullar altında Türkiye’nin, çeviribilim konusunda kuram geliştirici ülke olması gerekir. Oysa halen, az olan çeviri eleştirisinde, Amerikalı Fastiri Fiston Bey’in, İngiliz Bilmem Kim Hanım’ın kuramları esas alınıyor. İşin komik tarafı, bu ülkelerde doğru dürüst çeviri yapılmıyor. Hamsi konusunda Trabzonlu dururken İspanyol’dan bilgi almak gibi.
Benim masama gelince; çeviri ile veda turları atıyor gibiyiz. Svevo’dan Zeno’nun Bilinci çevirim eli kulağında, kısa süre sonra çıkacak gibi. Sonra, son bir metin çevireceğim. Öte yanda Noel Babanın, Aziz Nikola haliyle baş kişi olduğu bir roman üstüne uğraşıyorum. O da ne zaman biter bilmem. Sonrasını da zaman gösterir.