Memleket Hikâyeleri’nin değerini anlayabilmek için önce belki de, biraz Refik Halid Karay’ı tanımamız gerekir. Zira Refik Halid ya da başka bir edebiyatçımızı ne kadar tanırız, hayatları hakkında ne biliriz, pek emin değilim. Kimi yabancı yazarların mezarının nerede olduğunu, bir başkasının sürgün edilme hikâyesini veya intihara sürükleyen nedenleri, aşklarını meşklerini, kavgalarını felsefelerini bilir, merak eder öğreniriz de bize dair hallere, kendi içimizden çıkan hikâyelere pek önem vermeyiz nedense. O yabancı yazarları bilmeyelim mi? Yok, asla. Demem o değil. Onları da bilelim elbette ama bizim çok değerli yazarlarımızın düşünce iklimlerini, beslendikleri koşulları, hayatlarını da bilelim ki eserlerini daha iyi anlayabilelim.
Refik Halid, 1888’de İstanbul’da doğmuş, genç yaşında kaleme aldığı siyasi hicivleri nedeniyle İttihat Terakki Hükümeti tarafından Anadolu’ya sürgüne gönderilmiştir. İşte bu sürgün yılları (ve öncesi), Memleket Hikâyeleri’nin temelini oluşturur. Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın son yıllarında İstanbul’a geri dönebilen Refik Halid, Osmanlı’nın son yılları ve Cumhuriyet Türkiye’sinde ‘Aydede’ ile mizah dergiciliğini sürdürür. Ve sonra bir kez daha, siyasi görüşleri nedeniyle Türkiye’den ayrılmak zorunda kalır. Bu kez soluğu Halep’te alır ve 1938’e kadar orada yaşadıktan sonra, kaldığı yerden devam etmek üzere bir kez daha yurduna döner.
Birçok kaynakta ulaşabileceğiniz bu kısa hayat hikâyesini iki nedenle aktardım. Birincisi, Refik Halid hayat akışıyla da çok ilginç bir kişiliktir. Sürgünler, hapisler bir yazar için çok şaşılacak şey olmasa da Refik Halid’in sürgün dönemleri, dönüş tarihleri, hikâye ve romanlarında anlattıklarıyla da birlikte düşünüldüğünde, ona dair büyük resmi görmemize olanak sağlamaktadır. Onun için, “Anlattıkları kadar ve hatta daha fazlasıyla, anlatmadıkları önemlidir,” denmiştir. Doğrudur da. Refik Halid’in hayatına ve memleket hallerine ilişkin anlatmadıklarına dair izleri aslında metinlerinin satır aralarında görebiliriz. Onun eserlerini bu gözle okumak gerekir.
Refik Halid’in hayat hikâyesi, ikinci bir nedenle daha ilginçtir. Edebiyat tarihi açısından bakıldığında ve ‘öykü’ söz konusu olduğunda genellikle, Ömer Seyfettin’le başlatılan, çağdaş formuna Sait Faik’le taşınan bir geçmişten söz edilir. Oysa Refik Halid, Memleket Hikâyeleri’ndeki, büyük kısmı bin dokuz yüzlü yılların ilk yirmi yılında kaleme alınmış öyküleriyle, çok sade bir dil yakalamış, Anadolu’ya has klasik öykü anlatımı ile çağdaş öykü tekniğini başarıyla buluşturmuş ve belki de çağdaş Türk öykücülüğünün temelini atan yazarımız olmuştur.
Edebiyat kanadından bakıldığında Refik Halid’in çok önemli bir başka katkısı, Tanzimat’la birlikte süregelen edebiyat tarihimizdeki belli başlı kalıp, karakter, mekân, dil ve üslubun tamamen dışında, çok başarılı eserler vermiş olmasıdır. Bu farklılığı ve özgünlüğü, Memleket Hikâyeleri’ndeki öykülerin birkaçını incelersek daha kolay anlarız.
Hem bu öyküde ve hem de takip eden öykülerde Refik Halid, anlatısını asla bir ders niteliğine bürümez. Çağdaş öykülerde olduğu gibi, öykü sonları açık uçludur. Ana fikirden önce, çok tatlı bir dille ve mimari bir incelikle mekân, coğrafya, kişiler ve olayı hazırlayan temel inşa edilir. Gerek temel, gerekse anlatıdaki alt katmanlar bu nedenle çok güçlüdür.
Refik Halid bir yandan da, Türk öykücülüğünü İstanbul’dan Anadolu’ya taşıyarak hem ufkunu genişletmiş ve hem de İstanbul’un memleketle yüzleşmesine katkıda bulunmuştur. “Şeftali Bahçeleri” öyküsünde, merkezden taşraya gelirken düzenden intizamdan, atılımdan ve sairden bahsederken, zaman içinde Anadolu’nun Sadabadı’na ayak uyduran Tahrirat Müdürü anlatılırken “Sarı Bal”da bu kez, sözde düzenin bekçisi kaymakamın, yaşadıklarının ardından taşradan merkeze kaçışı dillendirilir.
Yeni sahibine yaşattıkları sonucu Cavga Rıza’nın eline düşen “Koca Öküz,” Türk öykücülüğündeki güçlü mecazlardan biridir. Aynı ‘Öküz’ sanki ete kemiğe bürünerek takip eden hikâyelerde insan kılığında çıkar karşımıza.
Refik Halid’in günümüzde de keyifle okunabilmesindeki iki önemli etmenden birisi dilindeki sadelik iken, bir diğeri de yakaladığı konuların her devre seslenmesi, güncelliğini yılların ardından koruyabilmesidir. Bu yönüyle kitaptaki iki öyküye ayrıca bakmak gerekir.
“Yatır” öyküsünde, kasabayı çevreleyen ve içinde bulunan yatırlar nedeniyle kasabalının gözü gibi baktığı, kasabaya nefes veren çam ormanlarının, köyün sofusu Abdi Hoca’yı da yanına alan hamamcı İlistir Nuri’nin elinde kesilip, biçilmesi ve o çamlık tepelerin, maddi çıkar uğruna dımdızlak kalması anlatılır. Buyurun size, yüz yıl öncesinden bir ‘Gezi Parkı’ öyküsü. Ağaç düşmanları aynı, cehalet aynı, rant sömürüsü aynı. “Cer Hocası”nda da yine, din tüccarlığının bir başka şekli karşımıza çıkar.
Refik Halid’in 1947 yılında kaleme aldığı “Garaz” öyküsünü, Memleket Hikâyeleri’ndeki 1909 ile 1919 arası yazılmış olan bütün diğer öykülerden ayrı değerlendirmek gerekir. Osmanlı yıkılmış, Cumhuriyet kurulmuş, Refik Halid uzun yıllarını Halep’te geçirmek zorunda kalmış ve ancak 1938’de yurduna dönebilmiştir. Bu arada Cumhuriyet kadroları memleketi şekillendirmeye, yeni bir Cumhuriyet nesli yaratılmaya başlanmıştır ama bazı yerlerde dikiş tutmaz, halkın üstüne giydirilen elbise potluk yapar, köhne binaya yapılan badana, astar yerlerinden kısmen dökülmeye başlar.
“Garaz” öyküsünde hiçbir siyasi gönderme, slogan, vurgu ve saire rastlamazsınız. Öykü kabaca, savaş yıllarında İstanbul’a göçüp zenginleşen, bilahare eşini ve kızını da taşradan yanına aldıran ama sonra ekonomik açıdan dara düşüp tekrar köyüne kasabasına dönmek zorunda kalan Çerçi Halil ile İstanbul’un refahını, güzelliğini, görkemini ve modern hayatını gördükten sonra eski hallerine dönmeye katlanamayan kızı Nebile’nin arasındaki çatışma üzerine kuruludur. Öyküde buna dair hiçbir kelime olmasa da aşikârdır ki Nebile sanki biraz, tepeden inme biçimde, emek harcamadan çağdaşlık elbisesine bürünen Türkiye, Halil Ağa ise eskiden bağını koparamayan Osmanlı’dır. Bu haliyle çok katmanlı bir öyküdür “Garaz” ve bir anlamda, “Kuvvete Karşı” öyküsündeki Suphi ile İzmaro’nun hikâyesi, başka bir nehir yatağında devam etmektedir.
Yüz yıl önce Refik Halid kimilerine, İstanbul’dan ötede de hayatlar yaşandığını, oralara dair anlatılacak memleket hikâyeleri olduğunu hatırlatmıştı. Refik Halid’in böylesi güzel öyküler anlatmış olmasının keyfini çıkartırken bir yandan da, kimilerine halen, İstanbul’dan ötede hayatlar olduğunun hatırlatılması gerektiği insanın içini burkuyor. Memlekete dair söz söylemeye yeltenen birisinin, önce “Memleket Hikâyeleri”ni okuması gerekir sanırım.
Fuat Sevimay