I
İnşa dilden önce gelir.
Romanı bir sanat formu olarak ya da kendi içinde bir hikâye aktarma aracı olarak düşünelim ve bir kenara bırakalım. Genellikle okur ile yazar arasındaki iletken bir aktarıcı halini de bir kenara bırakalım. Bu bakımdan, temel olarak, salt bir şeyleri aktarma ve bir şeyleri anlatma ihtiyacına eğilmekte fayda var. İnsanın kendi tarihi bütünüyle bir anlatma çabası tarihidir. Karşımıza çıkan örnekler epey fazla bu konuda. 1961 yılında Romanya’da, Tataria kentinde üç tablet bulundu. Neolitik Çağ’a ait olduğu düşünülen bu üç tablette sembollerle anlatılan bir anıya, hikâyeye ya da basit bir yazı hamlesine rastlıyoruz. Unutmadan. Yazının miladı olarak nitelendirilen Sümerler’den neredeyse 2000 yıl daha yaşlı bir yazı çabası bu tabletler. Burada piktogram tekniği karşımıza çıkıyor. Tabletlere çizilen semboller esasında bütün bir yazı formunu ve dile dair bir inşa sürecini özetliyor. Dil, burada neredeyse, kaba bir tabirle yontulmamış bir halde büsbütün seriliyor önümüze. Öte yandan Mezopotamya’da bulunan çiviyazısı örneklerine de baktığımız zaman piktogram modelini görüyoruz. Bu noktada inşa ve dilin tarihi de yazının tarihiyle eşdeğer gidiyor diyebiliriz. Fakat inşa etmek, yazıyı parçalayıp dile dair sesler, harfler ve anlamlar bütünü oluşturmaya gayret ettikçe şekilleniyor. Yazının ilk örnekleri piktogramdan yola çıkarken şimdi, bu uzun tarihin bize kalan kısmında da yazıyla, parçalara ayrılmış bir dil ile beraber tekrar piktogram modelini inşa etme ve oluşturma gayreti içinde seyreden yazı tarihinin içerisindeyiz. Roman burada, inşa etmenin, dil ile yeni ses ve görüntü elde etmenin en önemli yolu sanırım.
II
Lucacs’ın romanı tanrıların terk ettiği bir dünyanın epiği olarak tanımlaması birçok açıdan yeni çerçeveler belirler. Romanı Yunan ve Modern dönem olarak ikiye ayırırken mekân Yunan dönemine, anlatı formu ve anlatı zamanını modern döneme sabitler. Bu bakımdan Modern roman için bir inşa sürecinden bahsetmek daha mümkündür. Fakat tıpkı Yunan dönemine ait olan mekânı da dille inşa etme girişimiyle beraber modern romanın da bütün bir roman tarihine hem meydan okuduğu hem de romanın imkanlarını kendi içinde zorladığını görmemek mümkün değil. Ayrıca az sonra değineceğimiz, dil ile inşa sürecinde de hem mekân hem de yalnızca roman kahramanları değil, belirli nesnelerin bile dil ile hareket ettiği, hatta tekrar inşa edildiği bir modern roman döneminden ve bu döneme örnek bir roman olan Latife Tekin’in Buzdan Kılıçlar’ına eğilme vakti geldi de geçiyor.
III
Buzdan Kılıçlar’a birçok örneğine rastladığımız, var olan ve anlatılan hikâyenin kısa bir özetini içeren yazı formuna benzer bir şeyleri ortaya dökmek geçmiyor, geçmedi de içimden. Farklı bir pencereden, dil ve inşa ekseninde bakma gereği duymam kendimce boşuna değil. Okuduğumuz bir roman genelde bizi kendi anlattığı zamana inandırabiliyorsa ve bizi onu okuduğumuz zaman dilimi içinden çekip alabiliyorsa ‘iyi bir roman’ olarak niteleriz çoğu zaman. Hatta o romanın etkisinden kolay kolay da çıkamadığımız zamanlar olur. Fakat roman okurluğunu -yine kendimce- iki aşama olarak düşünüyorum, ilk aşama bu etkilenme ve inanma aşamasıyken ikinci aşama sakinlik evresi ve o romanı tabiri caizse didik didik etme ya da bir ip parçasından tutup sökmek ya da sökmeye çabalamaktır. Tam da bu nedenle dil ve inşa ekseninde bu romana farklı bir pencereden eğilme gereği duydum diyebilirim. Eğilirken de birkaç bölüm şekillendi önümde, hatta başlık da diyebiliriz bunlara.
- Söylem ve inşa süreci, kuvveti.
- Benzetmeler, betimlemelerle yakalanan yeni gerçeklik.
- Tekrar yaratılan gerçeklik
İş bu üç başlık etrafında romanın kıyısından bazen de tam da ortasından okuma çabalarım elbette kısa notlarla şekillendi, dallandı budaklandı, bu yazıya dönüştü. Peki nedir bu üç başlıkta romandan koparıp almaya çabaladıklarım?
IV
Romanın baş karakteri Halilhan ve onun neredeyse külüstür otomobili Volvo arasında kurulan hikâyede Latife Tekin, bütün bir inşa sürecine girerken, Volvo neredeyse Halilhan ve diğer karakterlerin yerini almaya aday olur. Hatta bunu desteklercesine daha kitabın başında okuduğumuz Volvo’ya dair anlatı, onu, dil ile kurulan bir ilişkiyle beraber, cümleler uzadıkça bir insan formuna doğru ilerletir. Volvo otomobil olmaktan ziyade neredeyse romandaki karakterlerle eşdeğer bir duruma gelir. Kitapta Volvo’ya dair bu minvaldeki anlatılardan belki de en önemli örneğine şurada rastlarız. ‘Gerçek şuydu ki, kıçı hurdalığa göçüyordu. Burnu çarpılmış, kaportası çökmüş, her yanından pas oyukları açılmıştı. Son kazadan sonra mafsalları berbat durumdaydı. Baskı organları can çekişiyordu. Askı organları ağlamaklıydı. Yaprakları, küpeleri, pimleri, kelebekleri ufkun ölü noktasına doğru yolculuğa çıkmışlardı. Kırmızı bir talihsizlik anıtından farksız karoserini toprağa gömülü evlerin arasında güçbela sürüklüyor, kedi gözlerini kısıp ‘’Doktor!’’ diyeceği akşamı bekliyordu. Zavallı Volvo!’
V
Söylem ve inşa süreciyle beraber değişen dünya ve onun ritminin sonucunda betimlemeler ve benzetmeler de bu inşa sürecinin sonucuna hizmet ediyor roman boyunca. İnsanların hayvanlaştığı ve hayvanların insanlaştığı bir dünya modelinde Volvo’nun öksürmesi aksırması, doktor diye bağıracak olması elbette şaşırtmaz okur olarak bizi. Bu bakımdan betimlemelerin de tıpkı uzayın boşluğunun sallanması gibi farklı hareket ve hamlelere gebe olan sonuçlarıyla karşılaşırız. Öyle ki Volvo’nun ‘benzini olmadığı için tamamıyla iktidarsızdı’ betimlemesi bir benzetme ve betimlemeden çok olanı olduğu gibi aktarmadır. Öte yandan, ‘Mesut taka taka bir gülüşle doğrulup dışarı uçtu.’ Asla yürümez mesela, ardından ‘Bakkaldan alkol yüklenip döndü’. Almak, eylemi bile değişmiştir artık, insanın hayvanlaştığı bir dünyada Volvo’nun benzini olmadığı için iktidarsız olması, Mesut’un alkol almak yerine tıpkı benzin gibi yüklenip dönmesi şaşırtıcı değildir artık. Betimleme ve benzetmeler görünürde bir yerde değildir ne yazık ki, uzayın boşluğunun sallanması gibi betimleme ve benzetmelerde yerinde durmayan, kabına sığmayan, elle tutulmayan bir şeye dönüşmüştür, kayıp gider, durmaz asla. ‘Ayaklarının dibinde serili duran tozşekere bastırıp tıslayarak yaladı.’ Cümlesi insanın hayvanlaşmasıyla beraber olağan ve bir türlü ele avuca gelmeyen bir betimlemedir nitekim. Ayrıca tüyden hafif olan yaklaşımlar bile işkillendirmez okur olarak bizi. ‘İnce ince yağan kar, tavşan ayağından da hafif bir vedalaşmanın üstünü örttü.’ Cümlesini okuduğumuzda mesela, o hafifliği göreceğimize neredeyse ikna olmuşuzdur bile.
VI
Böylesine zamanın ve mekânın tekrar düzenlendiği hatta yaratılmaya gayret edildiği bir roman zamanı içinde gerçekliğin de erozyona uğrayıp yeni bir hal alması kaçınılmazdır. Dil ile inşa edilen bir zaman, mekân, nesne hatta insanın aksine bu dilin yazıya dönüşmesiyle beraber tekrar yaratılan bir gerçeklik gayreti karşımıza çıkar. Halilhan’ın kardeşlerine nutuk atarcasına dile getirdiği ‘Ben geleceği kendi pantolonlarımızı kendimizin çizdiği, ipek gömlekler giydiğimiz, olayı kendimizin yaratacağı bir şey olarak düşlüyorum.’ Sözlerini bu gayretin bir yansıması olarak görebiliriz. Romanın yazarı yeni bir gerçeklik ve dil ile inşa sürecine girişirken, roman kahramanları da bu gayretten ve çabadan geri durmazlar, tıpkı yazarın gayreti gibi onlar da kendi hayatlarından yola çıkarak yeni bir gerçeklik yaratma arzusuna kapılırlar. Hatta roman kahramanlarının yarı bilinçli bir halde olduğunu da yine Halilhan’ın cümlelerinden anlarız, ‘Kimiz biz? Dünya nedir yani? Hepimizin vücudu arzu ve kemikten ibaret değil mi?’ Yaşamı ve yazarı kıyısından yakalayacak olan roman kahramanlarının böylesine insana dair temel bir meseleye yönelmesi ve irdelemesi de bu yaratılmaya çalışılan yeni gerçekliğin bir yansıması olarak görebiliriz. Lucacs’ın romanı tanrıların terk ettiği bir dünyanın epiği olarak görmesine neredeyse ters düşecek bir yaratım süreci karşımıza çıkar burada. Yazar, yani anlatılan zamanın tanrısı hiç terk etmez yerini Buzdan Kılıçlar’da, hatta yerinde de durmuyor. Sürekli gerek Volvo’yla gerek tam da görünmeyen, ete kemiğe bürünmemiş birkaç roman kahramanıyla anlatının puslu ortamını dumana döndürüyor. Hatta roman kahramanları yazıya karşı, onların başına onca iş açan yazıya karşı savaş açmaya bile hazırlanıyorlar. ‘Yoksulları emeklerini set kurarak perçinleyip yazıyı dağıtırlar. Varlıklarını dışlayan yazıyı bölüp parçalayışlarında yenile yenile dilsizleşmiş hayatlarının iç çekişleri saklıdır.’
Kaynak:
Tekin, Latife, (2018), Buzdan Kılıçlar, Can Yayınları, İstanbul
Wittgenstein, Ludwig, (2008), Tractatus Logıco-Phılosophıcus, Metis Yayınları, İstanbul
KE