Bir söyleşi esnasında sorulan ‘En önemli kitabınız hangisi?’ sorusuna Gabriel Garcia Marquez şöyle cevap verir: Beni unutkanlıktan kurtaran, Başkan Babamızın Sonbaharı… Marquez’in 1968-1975 yılları arasında kaleme aldığı Başkan Babamızın Sonbaharı’nın yazılış süresi aslında yedi yıldan fazla bir süreye, on yedi yıla tekabül ediyordu. Nitekim Gabo, bu durumu belirtmekten kaçınmıyor. Eserin üzerinde on yedi yıl çalıştığını ve iki tane denemesini de yarım bıraktığını belirtiyordu.
Başka bir açıdan, söz konusu Başkan’ın dikkat çeken en önemli özelliği adı ve yaşıdır. Herkesin ona Başkan diye seslenmesine karşın adını sahiden bilen yoktur, aslında adı olup olmadığını bilen bile yoktur. Sonuç olarak bu durumu halk, hiç mi hiç yadırgamaz. Çünkü yaşamları bir kişiye bağlı olan bir toplum için isim sadece kâğıt üzerine düşülen basit bir yazı, basit bir resmiyet, basit bir karalamadan ibarettir. Onlar için isimden daha önemli bir şey varsa o da doğup büyüdükleri toprakların kaderi ve belirsizliğe sürüklenen yaşamlarıdır. Diğer bir yandan Başkan’ın yaşını da bilen yoktur. Sözgelimi halk yaşını saymayı çoktan bırakmıştır. Bazılarına göre 107 ile 232 yaşları arasında olduğu tahmin edilmektedir. Kafa karıştırıcı bu duruma halk bir türlü anlam veremez. Bu konudaki şaşkınlıklarını ve Başkan’a yükledikleri yüceliği ise anlatıcılardan biri şöyle dile getirir: Bağış balolarında seksen yaşında gösteriyordu da, toplantılarda altmış, ulusun bayramlarında kırkın bile altında gösteriyordu.
En önemlisi de yalnızlıktı. Bu durum Başkan’ı içten içe bitiriyordu. İnsanda yalnızlığın akla getirdiği ilk sonuç da şüphesiz ölüm korkusu oluyordu. Başkan ne zaman öleceğini öğrenmek istiyor ve çareyi de su yorumcularında, el falı bakanlarda arıyordu. Nitekim uykusu sırasında acı çekmeden öleceğini belirten yaşlı bir falcı kadının her dediklerine ‘yaa’ diye tepki veriyor en sonunda da boğarak öldürüyordu onu. Çünkü kimsenin onun ölümü hakkında bilgi sahibi olmasını istemiyordu. Her günün sonunda dünya üzerindeki bütün sesler kesildiğinde ise odasına çekiliyor, kapının üç kol demirini indiriyor üç sürgüsünü sürüyor, üç kilidini de kilitliyor, gün boyu kalabalıklar içinde yaşadığı yalnızlığını biraz daha küçük bir odada yaşamaya devam ediyordu, tabii ki tek başına.
Unutmak. Ne büyük kelime ama! Nitekim Başkan da unutmaya başlıyordu artık. Ama ardında bıraktığı o derin izleri unutulabilecek miydi peki? Sözgelimi her gece odasına kapanıp yediği balın nerede olduğunu bile unutmaya başlamıştı. Sarayın her köşesinde duvardaki deliklere önemli olayları, günleri ve kişileri yazdığı kâğıtları sıkıştırıyordu. Yeri geliyor bu kâğıtlara bakıyor neden yazdığını dahi hatırlamıyordu. Sokakta bir genç görmüştü de tanıyamayınca, aklını toparlayana kadar tutuklamalarını emretmişti o genci. Onunki acınası bir unutkanlıktı artık. Unutkanlıktan da öte çürümeydi bu. Her ne kadar unutmaya mahkum olsa da, geride bıraktığı kirli sarayından silemiyordu hiçbir şeyi. Hayattaki en değerli varlığı olan annesi, onun bütün bu yaptıklarından kalan izleri yok etmeye çalışıyor fakat bir türlü başarılı olamıyordu. Sarayın her yanından fışkıran kanları ve kokuları engellemek için duvarları kül suyu ile yıkıyor. Başkanın arkasından iş çevirenleri, eline aldığı süpürgesi ile defetmeye çalışıyordu. Fakat bütün bunlara rağmen saray yavaş yavaş çürümenin eşiğindeydi ve çürüyordu da, tıpkı Başkan gibi.
Artık sarayın kuşları ötmüyor bu durum da Başkanı korkutuyor ve hüzünlendiriyordu. Çünkü kuşların ötmeyişi ölümün en yakın habercisiydi. Hem değil mi ki hayatta her şey böyleydi, bir kuş sesi bile insanın yaşamın her zerresini dahi hissetmesine yetiyordu.
Her şey bitiyordu artık. Başkan ölümü iyiden iyiye hissetmeye başladığını fark etmekten de öte nefesinde dahi hissediyordu. O son cümleler gibi
saat tam on ikiydi ve çektiği acının kapladığı yerden başka boşluk yoktu dünyada, yatak odasının üç kilidini son kez kilitledi, üç sürgüyü sürdü, üç demiri indirdi…