Furkan Pişgin: İlk kitapları şu yüzden önemserim: Yazarın öyküyü anlatma biçimi, kurgu hikâye vs. eğilmesinin ilk örneği olduğu için okura yeni bir sayfa açar, sonraki eserlerine dair de bazı ipuçları verebilir. Yazara da sormak isterim. İlk kitap sizin için neyi ifade eder? İlk kitabı okurken nasıl yaklaşırsınız?
Mustafa Soyuer: Öncelikle şunu belirtmeliyim ki ilk kitap heyecanı denilen duyguyu fazlasıyla yaşadım sanırım. Kitabı elime ilk aldığımda bir kızım daha olmuş gibi mutlu oldum. Ama bir yandan da tedirginlik duydum. Sanki bedenimi ruhumdan soyunmuşum da o haliyle insanların önüne koymuşum gibi hisse kapıldım. Kitabı okuyanlar; ne düşündüğümü, ne tasarladığımı, ne yaşadığımı yahut neyi yaşayamadığımı, sır adına sakladığım ne varsa hepsini öğreneceklermiş gibi bir vehme kapıldım. Ellerin Elime Değdiği Zaman, her ne kadar hayatımdan ufak tefek izler taşısa da neticede bir kurgudan, bir edebiyat oyunundan ibaret. Bilmiyorum, başka yazarlar da ilk kitaplarında benzer duygulara kapılmışlar mıdır?
Sorunuza gelecek olursak sizin de buyurduğunuz üzere, her ilk kitap okura yeni bir sayfa açma ve farklı bir tat sunma iddiası taşır. Zaten bir ilk kitabın temel görevi de budur. Bana göre ilk kitap, okuyucusuna sonrakiler hakkında olumlu ya da olumsuz bir fikir verir. Öyle ki yazarın üslubu, tavrı, estetik anlayışı ilk kitapla birlikte ortaya konulur ve bu anlayış diğer kitaplarda da üç aşağı beş yukarı benzer şekilde devam edip gider.
Bir ilk kitapta asıl zor olan şey yazarın kendi özgün tavrını ortaya koyabilmesi ve okura farklılığını fark ettirebilmesidir. Malumun ilamı olan bir eser okuyucuda karşılık bulamaz. Yani usta kalemleri taklit etmekle onlar gibi metinler üretmeye çalışmakla bir yere varılamaz. Şair Nedim bir gazelinde mahlasını zikretmeye gerek duymadan kendinden emin bir tavırla şöyle buyurmaktadır:
“Mâlûmdur benim sühânım mahlas istemez / Fark eyler anı şehrimizin nükte-danları”
İşte bütün mesele budur. İlk kitapla ortaya koyduğunuz performans, okuyucu da öyle bir iz bırakmalıdır ki diğer kitaplarınız imzanızı taşımasa bile okuyucu, onların sizin elinizden çıkmış olduğunu tahmin edebilmelidir.
F.P: Ellerin Elime Değdiği Zaman bir ilk kitap. Bütüncül bir bakışla öykülerde bir hatırlama performansı görüyoruz. Öykülerin kurgusu, hikâyesi de bu hatırlama ile şekilleniyor. Bu bakımdan geçmiş zaman üzerine kurulu öyküler diyebiliriz belki. Birçok öykü kendi içinde hatırlanan bir an ile şekilleniyor. Mesela On Bire Yirmi Kala öyküsü. Hatta geçmişin geri geldiği öyküye bile rastlarız, tıpkı Yenilen Pehlivan öyküsü gibi. Şöyle ki geçmişe dair bir parça anımsandıkça, hatırlandıkça öykü oluşmaya başlıyor. Mustafa Soyuer için hatırlama neyi ifade eder? Bir öykü kendi hikâyesini oluşturmak için geçmişe bağımlı mıdır ya da geçmiş gerekli midir?
M.S: Bana göre insan, sadece geçmişinin tapusuna sahiptir. Anın hâlâ taksitlerini ödemekte, geleceğin ise sadece varla yok arası umuduna sahiptir ancak. Bu noktada insanın artık malı olan anılarını istediği gibi biçimlendirmesinden daha doğal ne olabilir ki…
Geçmişi hatırlamak acayip karışık bir iştir. İnsan zihni çok garip işler. Bazen umulmadık bir anda bir mısra, bir keskin koku, basit bir nesne yahut dağları dumanlı bir türkü elinizden tutar, sizi çocukluğunuzun ıssız sokaklarına doğru sürükleyiverir, oradan gençliğinizin dolaşık yollarına, ilk kavganıza, ilk sarhoşluğunuza… An gelir, kapkara bir kelime bir çift göze dönüşüp yeşil yeşil gülümser yüzünüze. Böyledir, kelimelerin ve görüntülerin kişinin yaşam tecrübesine göre bir çağrışım alanı ve duygu değeri vardır. Bu yerine göre bozuk bir saattir, minaredir, penceredir, kapıdır, küldür, dumandır. “Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi / Seni hatırlatıyor her zaman bana” Sezai Karakoç’un şu mısralarında hatırlatmaya vesile olan şeylerin sıradanlığına bakın. Ama bu şeyler yazanda neyi çağrıştırdı da yazdı yahut okuyanda neyi çağrıştırıyor, mühim olan budur. Bu mısraları bir milyon kişi okuduysa bir milyon ayrı anlam oluştu demektir. Zaten edebiyatın güzelliği de burada değil midir?
Kısacası insan geçmişi anımsamak istedikten sonra, Karakoç’un şiirinde de olduğu gibi, kapı gıcırtısı bile insanın kulağına hüzzam taksimi gibi gelebilir.
Sanırım benim öykülerimde de benzer bir durum söz konusu. Öykü kahramanlarım mülkiyetini ellerinde bulundurdukları anılarını tepe tepe kullanmayı, anılarının içinde belli bir ana takılıp o noktayı çeke çeke sündürmeyi, oradan yeni anlamlar devşirmeyi, değiştirip dönüştürerek geçmişi yeniden yaşamayı seviyorlar.
F.P: Öpmek meselesi neredeyse her öyküde karşımıza çıkıyor. Mesela boynumdan öp diyen bir karakterle karşılaşıyoruz. Bazen de dudaklarından öpmek için sabırsızlanan bir karakter çıkıyor karşımıza. Ama her öpmek meselesi de içten içe bir engelleyici unsurla karşılaşıyor. Bir şeyler engelliyor öpmeyi… Daha çok Kadın-Erkek arasındaki ilişkiler özelinde olsa da bu konu, mesela son öyküde babasının kardeşini sık sık öpmesini kıskanan bir karakterle bile karşılaşırız. Öpmenin giderek –neredeyse- tabuya dönüşmesini nasıl değerlendirirsiniz?
M.S: Belirtmeliyim ki sorularınız oldukça zor. Bu sorunuza tek başıma cevap vermem zor olacak sanki. İzninizle hemşerim Cahit Külebi’nin yardımına başvuracağım:
Benim doğduğum köylerde / Şimal rüzgârları eserdi / Ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır / Öp biraz…
Ben de Külebi’nin doğduğu köylerden birinde doğdum ve benim doğduğum köylerde de şimal rüzgârları çok sert eserdi. Dal budak bırakmayan, kıran, yıkan, yok eden rüzgârlar… Sanırım öykülerimde sürekli tekrarlanan öpme ve öpülme arzusunun, bilinçaltımda hâlâ uğultusunu duyduğum bu sert rüzgârlardan kaynaklandığını düşünüyorum.
Büyüklerin yanında çocuğunu öpmenin, sevmenin, kucaklamanın hatta ona adıyla seslenmenin bile günah-ı kebâirden sayıldığı kocaman bir evde büyümüş olmak sanırım sorunuzun açık cevabı olsa gerek. Bırakın öpülmeyi, annemin yaşmak altında gizlemek mecburiyetinde olduğu dudaklarını bile öpülme yaşım geçtikten sonra gördüm. Hal böyle olunca öpmek öpüşmek bir tabuya dönüşüyor ister istemez. Belki de öykü kahramanlarımı sık sık öpüşmeye sevk ederek kendi narsisistlik örselenmişliğimin intikamını alıyorum veya bilinçaltımda kendimce garip bir doyum yaşıyorum. Bilmiyorum.
F.P: Diğer bir açıdan öykülerdeki pasif karakterler göze çarpıyor. Hayatta nasıl kalınacağını, nasıl davranılacağını, hatta nelerin başına geleceğini bilse bile Lebowskivari bir pasifliği seçen karakterler bunlar. Çabucak ikna olabilen, çabucak kabullenebilen, çabucak kendileriyle yüzleşebilen karakterler. Mesela Editör öyküsündeki karakter neredeyse tamamen bir kabulleniş içindedir. ‘olsun’ dedi, ‘ben zaten en başında vazgeçmemiş miydim’. Öte yandan Baba Oğul ve Kutsal Karar öyküsündeki baba karakteri iyi bir baba olamadığını bilse de babasının aksine daha iyi bir baba olduğuna ikna etmek ister kendini, yine de iyi bir baba olamadığını biliyordur içten içe. İkna sürecidir bu. Mutlu Yıllar öyküsündeki bibliyoman karakter kitaplara gömülü bir hayat yaşarken kendince şairleri, romancılara kafa tutuğunu görürüz. Şiiri romanı çözmüş gibidir. Bir bakıma kitaplara bile inanmadığına lafı getirse de kitaplarla, hatta onların içinde bir hakikat arayışı içine girer. Delilik ile bibliyomani arasında salınıp duran karakter bile kendi kendini çelişkiye düşürüp ikna sürecine girişir. Peki sizce çabucak ikna olan, yeri geldiğinde pasifliğe bile boyun eğip ikna olabilen karakterler bize ne anlatır? Mustafa Soyuer bu durumu nasıl değerlendirir?
M.S: Bu duruma psikolojide pasif – agresif kişilik bozukluğu deniliyordu sanırım. Yani kahraman dış dünyaya karşı pasif, kendi içinde agresif bir kişilik özelliği gösteriyor. Kimseye hayır diyemeyen, hemen kabullenen pasif karakterler kendisiyle kavga ettiğinde aslan kesiliyor. Ki zikrettiğiniz öykülerde de kahramanların bu özellikleri gösterdiği söylenebilir. Ama gene de öykü karakterlerime tam olarak pasif demek doğru olmaz. Ben bu meseleye Nabi’nin penceresinden bakmanın daha doğru olacağını düşünüyorum:
Misâl-i âb ederiz nîk ü bedle âmizeş / Bu kâr-gehde mu’ayyen mi’zâcımız yokdur.
Yani su gibiyiz iyiyle de geçiniriz kötüyle de. Bu şöyledir, denilebilecekcek belirgin bir mizacımız yoktur. Su gibi olmak… Yani rengi, kokusu olmamak girdiği kabın şeklini almak, yokuş gördüğü yerde diklenmeyip boynunu çevirip yolunu değiştirmek… Buna rağmen aranılan, özlenilen, istenilen olmak… Kısacası karakterlerimin pasifliği su gibi oluşlarından kaynaklı diye düşünüyorum.
Peki, su hep böyle uysal mıdır? Değildir elbet. Bir de sel hali vardır ki yaptığının on katını bir anda yıkıp götürür. Suyun sel halini de belki bir sonraki kitapta görürüz.
Bu mülakat benim ilk deneyimim. Umarım sorularınıza doyurucu cevaplar verebilmişimdir. Lütfedip şahsımla mülakat yaptığınız için teşekkür ederim efendim.