Gazeteden bana verdikleri göreve şaşırmamıştım aslında. Yaptığım müthiş haberlerle gündemi sarsamayacağım çoktan belli olmuştu. Çalışkanlığımdan ve dakikliğimden memnunlardı sadece. Pazar eklerine ıvır zıvır konuları hazırlama işinden öteye geçmem imkânsız gibiydi. Koşup duruyordum ama hiçbir yere varamıyordum.
Dükkânı bulmakta biraz zorlandım. Randevum on birdeydi. Karmaşık sokaklarda kaybolmuş biraz gecikerek gelmiştim. Nefes nefese, göğsüm hafif yanarak… Ara sokaklardan birinde, yüksek katlı şımarık yüzlü apartmanların arasına sıkışıp kalmış hüzünlü bir cephesi vardı dükkânın. Tabelasını güçlükle görmüştüm. Harfler parlaklığını yitirmiş, ahşap yüzey yılların etkisiyle delik deşik olmuştu. Daha yazı dizisinin konusu olamadan kaybolup gitmiş gibiydi burası. Çıngıraklı kapıyı ittim, içeri girdim.
Dar pencerelerden süzülen loş ışıkta uçuşan toz zerrecikleri, hafif küflü yıllanmış ahşap kokusu, eski mobilyalar ve irili ufaklı saatlerin asılı olduğu düzensiz duvarlar görmeyi bekliyordum. Hiçbiri yoktu. Hatta dükkânın diplerindeki ahşap paravan dışında eşya bile yoktu içeride. Yalnızca belli belirsiz hissedilen bir is kokusu… Şaşkınlıkla durakladım kapıda. Tam geri dönüp çıkmak üzereydim ki bir ses duydum;
“Birine mi bakmıştınız?”
Bu yumuşak kadın sesi, kollarımın altından kavradı beni ve odanın içlerine doğru sürükledi. Nefise Hanım -hiç kuşkusuz oydu- paravanın arkasından çıkarak bana doğru zarifçe ilerledi. Her adımında parke zemin yumuşak toprak gibi esniyor, topuğunu kaldırdığı anda yeniden gerilerek ahşaba dönüyor. Elini uzattı;
“Gazeteden geliyor olmalısınız. Sizi bekliyordum.”
Karşılıklı durduğumuzu görüyorum. Elimi ona uzatışımı. İkimizin çevresinde dönerek izliyorum. Daha yakından bakıyorum kendime… Yüzümdeki incecik kırışıklar -ne kadar erken!-, gözenekler, gözeneklerin içini dolduran yağ tabakası… Nefise Hanım’ın gri gözlerini benimkilere dikmiş, bekliyor. Hiç konuşmamış olduğumu fark ettim. Utandım. Telaşla kendimi tanıtmaya çalıştım.
“Özür dilerim geciktim. Bu sokaklar öyle karışık ki, ben…”
Söylediğim her söz ondan yayılan zarafetin büyüsüyle eziliyor, şekilsiz taşlar gibi ortalığa dökülüyor. Gülümsedi;
“Çay yapmıştım. İçeriz değil mi?”
Yaşlılıktan hafif kamburlaşmış sırtını örten el örgüsü şal, bir etek hışırtısı, gümüş saçlarına tutturduğu sedef işlemeli kemik tarak; dönerek paravanın arkasında kayboldu. Merakla etrafa bir kez daha baktım. Ne sandalye ne masa var, ne de bir saat… Fincanlar elimizde ayaktayız, ince porselenden sızan ışık kemikli yaşlı parmaklarına yansıyor. Çayın altın renkli ışıltısı, iki şeker lütfen, gümüş saplı işlemeli kaşık, usulca çeviriyor fincanda, halkalandıkça gözümü alıyor bu sarmal.
İki büyük kupayla çıktı paravanın arkasından. Üstlerinde renkli geometrik desenler. Sonra açılır kapanır bir sehpa çıkardı. Küçük tabureler. Minicik bir çay sofrası kurdu odanın orta yerine.
Can alıcı soruyu bulup sorabilmek için zorladım kendimi. Notlarıma baktım, yutkundum;
“İşinizden bahseder misiniz biraz?”
Ah ne saçma olmuştu. İşinin ne olduğunu bilmediğimi belli etmiştim. Biraz daha profesyonelce davranabilseydim keşke…
Yüzünde yorgun bir gülümseme büyüdü. İçinde bildiğimizden fazlasını barındıran, biraz karanlık. Dudaklarının kenarından gözlerine kadar yükseldi, tüm yüzünü sardı, saçlarını, ellerini, şalını… Gülümsemesi küçük sehpadan bana doğru ilerlerken üzerine kupamı sertçe bırakarak durdurdum.
“Dükkânı kapatmışsınız herhalde. Eğer bilseydim…”
“Şaşırdınız değil mi çocuğum?”
“Saatler…?”
Elini boşver dercesine havada şöyle bir salladı.
“Ah saatler! Bırakın şimdi. Zaman herkes için yeterince hızlı artık.”
Akreple yelkovan misali birbirini kovalıyor parmakları. Altınımsı ışıklar birbirine giriyor, dolanıyor, çözülüyor. Not defteri, kalemler, kayıt cihazı sehpanın üzerindeki buğulu ışıkla flulaşıyor.
“Kurabiye alın. Fındıklı. Ben yiyemiyorum, doktor yasakladı. Ama pişirmeyi çok severim. Lütfen…”
Elimi kurabiyeye uzatıyorum. Tabak büyüyor, büyüyor, ben küçülüyorum iyice. Başımı okşuyorlar, aferin sana bir tane daha alabilirsin, lezzeti biraz daha sürsün diye bir parçayı dilimin üzerinde tutuyorum, yavaşça eriyor, ağzımda dağılıyor.
“Teşekkür ederim, çok severim.”
Bir tane aldım. Fındıklı kurabiyenin gevrek hamuru dişlerimin arasında çıtırdadı. Gözleri bende, zevkle yutkunuşumu izledi. Çocuğunun yediği her lokmada mutlu olan bir annenin sevecenliğiyle baktı bana. Ben de gülümsemeye çalıştım. Ağzımdan kırıntılar döküldü, çabuk çabuk topladım kucağımdan.
“Burası sizin mi?”
“Evet, birkaç kuşaktır. Muhittin Bey öldüğünden beri yalnızım burada. Ama elden çıkarmayı hiç düşünmedim.”
Derin bir nefes alarak duvarlara baktı. Ben de baktım. Boş. Muhittin Bey kocası olmalıydı. Zor olmadı mı diye sormayı düşündüm, vazgeçtim.
“Peki burada tam olarak…”
“Sabırsızsınız çocuğum. Bütün zamane gençleri gibi. Oysa ne çok vaktiniz var daha. Yaşlandıkça tadını çıkarmayı öğreniyor insan. Azaldıkça…”
Başını geriye doğru bıraktı. Gözlerini yumdu. Güzel bir ânı yudumlarcasına mutlulukla mırıldandı;
“Ah ne güzel…”
Topuzundan fırlamış birkaç gümüş saç teli usulca salınıyor başının etrafında. Duyulmayan bir ezginin ritmiyle, havaya karışarak, birleşerek, yayılarak. İçinden yükselen melodiyi dinliyor. Ayakkabısının ucuyla tempo tutuyor bir yandan. Tıp tıp tıp. Piyano vuruşları sertleşiyor, iç içe geçen notalar karmakarışık. Dinleyin bakın! Saksafon girişiyle parça oturuyor, kendi iç dengesini yakalıyor.
Bu parçayı biliyordum. Çalmayı hiç becerememiştim.
Duyabiliyorum. Kendimi, onu, melodiyi. Birazdan solist girecek ve boğuk sesiyle parçayı bir üst perdeye taşıyacak. Bu parçayı çok severiz. Onun parmakları tuşlarda okşarcasına gezinirken piyanoya yaslanıyorum. Kulağım metronomda. Hayır, saat sesi bu. Tik tak tik tak…
Madde bir, -kırmızı- mesleğin püf noktaları, madde iki, -mavi- görüşülen kişinin işe kattığı değer, madde üç, -yeşil- kaybolan gelenekler… Ben yanıtlara uygun renkte kalemleri elime alamadan konuşmaya başladı:
“Gezmeyi çok severdik. Bütün dünyayı gördük birlikte. Her yerden bir şeyler taşıyıp getirdik buraya.”
Gözleri odanın boş döşemesinde, duvarlarında, tavanında dolaştı. Gördüklerinden birinin üzerinde durakladı bir süre. Kaşlarını çattı. Gerildi yüzü. Sonra devam etti. Aynı heyecanla, umutla veya hayal kırıklığıyla…
“Antika mı toplardınız? Antika saatler?”
“Burada hiç saat olmadı çocuğum. Saatleri sevmezdik biz. Hâlâ sevmeyiz.”
Biz. Yani onlar. Nefise Hanım ve Muhittin Bey saatleri sevmezlerdi. Hâlâ sevmezler. Saatler onlardan bir şey mi çaldı? Hiç saat olmayan bu odada kocaman tik taklar duyuluyor. Beni yanıtlarken sesi sert miydi, kırgın mı, bezgin mi? Tik. Sesi durgundu. Tak. Yanlış bir şey söylemiştim belki de. Tik. Anlamamıştım onu. Burayı. Tak. Canını yakmıştım belki, ya da unutmak istediklerini hatırlatmıştım, belki de… Tik tak tik tak…
“İçinizdeki bu telaş sizi yormuyor mu?”
Sesi bu alacalı karmaşayı orta yerinden yarıp geçiyor. Saatler susuyor. Hafifliyorum. Kafamın içinde sıralamaya çalışıp durduğum her şey gevşiyor, düğümleri çözülmüş gibi sarkmaya başlıyor. Guguklu saatler, pilli saatler, kurmalı saatler duruyor. Ben duruyorum. Evet yoruyor. Çok yoruyor hem de.
“Koşmak yerine beklemek gerekir bazen.”
Çocuğum demiyor bu kez. Desin istiyorum.
Ayağa kalktı. Pencereden giren ışık, döşemede tuhaf bir dörtgen oluşturmuş. Bir ayağı ışıktan dörtgenin içinde. Yüzünün bir yanı, elinin bir kısmı. Durdu. Yüzünün diğer yanı gölgede. Elini bu küçük ışık kutusundan geçirdi yavaşça. Avuçlar gibi. Yüzünün gölgedeki yanına dokundu.
“Zaman ışık gibidir, tutamazsınız.”
Avucundaki ışık yüzüne yayılıyor. Gölgeler aydınlanıyor. Elini uzattıkça duvarlar hareketleniyor. Varaklı çerçeveler içinde yağlıboya tablolar. Demin gözlerinin takıldığı yerde kararmış bronz bir heykel. Yerde elişi ipek halılar. Vitray lambalar. Camlı kaideler içinde kıymetli taşlarla bezenmiş nadide mücevherler. Elini dolaştırdıkça yeni resimler dökülüyor fırçasından. Parmaklarındaki alevler duvarları iştahla yalıyor. Hiç saat yok. Yalnızca tik taklar…
“Ama hayallerinizi geri getirir.”
Yüzünün gölgedeki yanına dokundu. Eli de karanlıktaydı şimdi. Işık yerli yerinde, güneş döndükçe ilerlemek için tembelce yayılmış döşemeye. Yüzü de, duvarlar da, dükkân da boş… Bir yanık kokusu alıyorum sanki.
“Biraz daha çay alır mısınız?”
Yanıtımı beklemeden kupamı aldı sehpadan.
“Biraz bergamot koyarım demliğe. Kokusunu çok severim. Belli belirsiz bir burukluk verir.”
Neşeli bir kuş gibi şakıyordu paravanın gerisinden. Tabaktan bir kurabiye daha aldım.
“Eskiden Avrupa çaylar getirirdik, ta nerelerden. Ama hiçbirinde bu lezzet yok.”
Isırdım. Fındığı ağzımın içinde döndürdüm. Çocukken okuduğum bir kitap geldi aklıma. Bir gezginle ilgiliydi. Odanın duvarları biraz kararıyor. Gittiği her ülkenin dilini öğrenen maceracı bir adam vardı. Bir oyun çıkarmıştım bundan. Döşemede yanık izleri belirmeye başlıyor. Yavaşça dişlerimin arasında ezdim fındığı. Sonunda evdeki her odayı ayrı bir ülke yaptım diye annemden azar işitmiştim. Küller odanın içinde hafifçe savruluyor. Tadını çıkara çıkara çiğnedim. Aklımda aynı melodi. Boğuk sesli kadın Fransızca söylüyor.
“Fazla koyarsanız acır çay. Azıcık, koku verecek kadar yeter.”
Çayın tadı ağzımda. Buruk bir Fransızca gibi hafiften dilimi yakıyor. Kokusu başımı döndürüyor. Işık dönüyor odada, müzik dönüyor. Saatler suskun.
Gözlerimi yumdum. Öğlen güneşi içeriyi hafiften ısıttı. Esnedim. Her şey ne kadar yavaş. Yumuşak. Uyku bastırdı birden. Okul dönüşlerinde biraz uyurdum. Okuduğum kitap elimden düşer, odamın portakal rengi tülleri akşamüzeri ışığını daha da yumuşatır, ben yatağa kıvrılır kendimi ona bırakırdım. Uzakta hep bir piyano sesi. Annem üzerimi örterdi usulca. Duyardım, kendimi açamazdım. Uykunun efsunlu kolları sarıp sarmalardı beni. Ellerim piyano tuşlarında dans eder, ben biraz daha kıvrılırdım örtünün altında. Parmakları müsait, ince uzun ama kulak yok. Önce kulak madam!
“Bazen ince bir dilim limon koyarım fincanıma. Misket limonu, mis gibi kokar.”
Sesi ninni gibi yayılıyor dükkâna. Paravanın ardından süzülerek yükseldiğini, duvarlara sindiğini görüyorum. Değdiği her şeyi eriterek geliyor bana doğru. Beyaz duvarlar yumuşak yastıklar gibi kabarıp iniyor. Hava kıvamlı bir sıvıya dönüyor, o ilerledikçe yarılıp açılıyor, dalgalanıyor. Camlar puslu küllere bürünüp gözlerini yumuyor dünyaya. Dışarıda bir dünya var mı hâlâ?
İki elimle birden kavradım uzattığı kupayı, çok sıcak. İçimde unuttuğum yerler ısındı. Bergamot kokusunu içime çektim. Nefise Hanım’la bakıştık. Yalnızca ikimizin bildiği bir sırrı paylaşır gibi baktı bana. İçimdeki bütün saatler durana kadar…
“Zaman acımasızdır çocuğum. Başa çıkmak için onun gibi olmak gerekir. Boşuna onun önünde koşmaya çalışmayın. Peşinden gitmeyi bilin.”
Yavaşça uzanıyor bana. Kemikli eliyle koluma dokunuyor. Ondan yükselen is kokusunu içime çekiyorum. Parmakları alevlere dönüşüyor. Fısıldıyor. Biz çayı bir dilim limonla severiz. Ve izlemeyi yağmur yağarken… Her damlayı görmek, tenimizde hissetmek, tazeliğini içimize doldurmak için ıslanmak isteriz.
Ona gülümsedim. Çaylarımızdan birer yudum daha aldık keyifle. Biz çok güzel şarkı söyleriz. Gittiğimiz ülkelerden güzel şeyler alırız. Pazarlığı oranın diliyle yaparız. Maceracı gezginleriz biz, tembel hayalperestleriz. Çılgın mucitleriz, dalgın ehlikeyifler…
Kurabiyemin ucunu çaya batırdım. Yumuşayıp tam düşecekken çabucak attım ağzıma. Kıkırdadım. Huzurla baktı bana. O ânı sevdi. Ben de sevdim. Biz anları severiz. Ve ömrümüzü sere serpe yayarız bu anların üstüne. Akışkanlaşırız hayatın içinde, süzülürüz. Kendi gözlerime bakmak için vaktim var. Ahşaptaki incecik damarlara dokunmak için. Ateşin odadaki dansını izlemek, hayal kurmak için. Ve saatleri sevmeyiz biz. Eskiden de sevmezdik. Bakın hiç saat yok burada. İçimizin tik takları susana kadar bekleyebiliriz.
Tuhaf bir büyünün etkisinde gibi ayağa kalktım.
“Artık gideyim. Çay için çok teşekkür ederim.”
“Ne zaman isterseniz gelin. Mutlu olurum.”
“Sizinle tanışmak benim için…”
Öyle güzel baktı ki tamamlamama gerek kalmadı. Eğildim, yanaklarımdan öptü beni. Dudakları tenimde dinmek bilmeyen kıpırtılar bıraktı.
“Hoşçakalın çocuğum.”
Çıngıraklı kapıyı ittim, dışarı çıktım. Şalıma biraz daha sıkı sarıldım ve yaşlı bedenimi ısıttığı için öğlen güneşine minnetle baktım. Elimle yanağıma dokundum sonra. Pörsümüş tenimde gencecik öpücükleri hâlâ gülümsüyordu. Arkamdan alevlerin yükseldiğini biliyordum.