“Kadın Öykücülerde Konu Seçimi”
Öykü, Türk Edebiyatında bizim anlatı geleneğimizden beslendiği için her dönem belli bir ilgi görmüş, el üstünde tutulmuş bir tür. Ama son yıllarda altın çağını yaşadığından söz etmek mümkün. Bunda hiç kuşkusuz genç öykücülerin ve günden güne çoğalan edebiyat dergileri, fanzinler ve internet sitelerinin payı oldukça büyük. Çok değil bundan bir 10-15 yıl öncesine dek genç öykücüler öykülerini yayımlatmak için aylarca hatta yıllarca beklemek zorunda kalırlar hatta herhangi bir dergiden olumlu ya da olumsuz bir yanıt alabilmek için deyim yerindeyse çırpınırlardı. Bir isim sahibi olmadan buralarda ürün yayımlatmak hayaldi. Bir dergi öykünüzü beğendiği zaman hemen basmaz, önce kimsiniz, neler yaptınız onu araştırır ve hatta daha önce bir yerde yayımlandıysanız orada devam etmeniz salık verilirdi. Oysa bugün hem dergi sayısının çoğalmasıyla öykücülerin ulaşabilecekleri yerler çeşitlendi hem de basılı dergiler dışındaki olanaklar (internet siteleri, bloglar, dijital dergiler vb) onlara kendilerini ifade edebilecekleri platformlar yaratmaya başladı.
Uzunca bir dönem yaşanan bu seçkinci tavır ve dergi sayısı azlığı, öykücülerin konu seçimlerine de yansımaya başladı. “Basılabilir” olmak kaygısı günün gözde konularının üzerine yoğunlaşma çabası getirdi. Öykücüler dönemin amiral gemisi dergilerini takip etmeye ve ne basılıyorsa onu taklit etmeye giriştiler. Bu dönemde alanın tavır belirleyicileri elbette ustalardı. Ustalar büyülü gerçekçilik yazıyorsa, bir bakıyordunuz gençler de böyle yazmaya, dergilerde yer bulmaya çalışıyor; içe dönük, lirik metinler popülerse, yine bir kuşak, sevsin sevmesin bu anlatıların peşinden gidiyordu. Bu dönemin kısa sürmüş olması sevindirici. Öyküde bir kimliksizleşme getiren bu çaba, dergilerin ve gençlere fırsat tanıyan genç ve butik yayınevlerinin çoğalmasıyla şu an için dinmiş görünüyor. Bu tavır hiç kuşkusuz en büyük zararı da kadın öykücülere verdi. İzlerini hâlâ görmek mümkün. Belki de konuyu bu bağlamda ele almak daha sağlıklı olacaktır. Zira kadın yazarlar/öykücüler her dönemde erkek egemen edebiyat dünyası içinde yer bulmakta zorluk çekmişler, duruşlarını erkek yazarların tercihlerine ve tutumlarına göre belirlemek zorunda kalmışlardır. Bunun, ele aldıkları, tercih ettikleri konulara yansıması ise kaçınılmaz olmuştur.
“Kadın yazar/öykücü” kavramı her ne kadar eril dil hizmetinde görünse de bu araştırmanın alanı olduğu için, konunun dinamiklerini anlatmak, açıklamak açısından bu yazıda tercih edilecektir. Kadınlar yüzyıllardır süregeldiği gibi bugün de kendilerine biçilen toplumsal cinsiyet rollerinden sıyrılmak için çaba sarf etmektedirler. Bu yazıda bunun edebiyata ve daha özel bir alana indirgeyerek öyküye etkilerini incelemek esastır.
Kadının edebiyatın nesnesi değil de öznesi olmaya başlaması feminist hareketle başlar. Kadınların erkek egemen toplum içinde kendilerini ifade edebilmelerinin en etkin yollarından biri hiç kuşkusuz edebiyattır. Ancak kadının sosyal haklarını edinme çabasıyla paralel olarak, edebiyatta yer edinme çabası da aynı güçlükler ve engellerle karşılaşmıştır ve karşılaşmaktadır.
Bugüne baktığımızda ise, hâlâ kadın yazarlar, nadir durumlar hariç, ancak çoksatar popüler kültüre hizmet ettikleri müddetçe daha ön plandalar; kitabevlerinde kuleler ve raflar sahibi olabiliyorlar. Bu da ancak popüler kültürün dayattığı kadın rolünün tarihin başından beri erkek tarafından belirlenen koşullarının sağlanmasıyla mümkün. Erkek eleştirmenler edebiyatın yönünü belirliyor, ne okumamız gerektiğini bize telkin ediyorlar. Neyin satıp neyin satmayacağına bizim yerimize karar veriyorlar. Tercihlerininse her daim hemcinslerinden yana olduğunu üzüntüyle görüyoruz. Bunu yaşanan toplumsal olaylardan ve günümüz dinamiklerinden bağımsız olarak da düşünemeyiz elbette. Erkeğin eğitilmesi yerine kadının sakınılmasını önceleyen çoğunluk, toplum ahlakını ve yönelimini de etkiliyor hiç kuşkusuz. Edebiyat da bundan payına düşeni alıyor. 1
Kavramsal olarak iki dönem halinde incelenecek olan bu süreç çoklukla bu dönemlerin tavır belirleyici kadın öykücüleri üzerinden irdelenecektir. Bu dönemler 1980 öncesi ve 1980 sonrası olarak ikiye ayrılarak ele alınacaktır. Yazarlar başka türlerde de ürün vermişlerdir ancak bu yazıda yalnızca öykü kitaplarıyla inceleneceklerdir.
1980 ÖNCESİ TÜRK EDEBİYATINDA KADIN ÖYKÜCÜLER
Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar Türk edebiyatında hikâye gelişme göstermiş ve Batı’daki örneklerine benzeyerek bugünkü anlamda modern öykünün oluşum süreci başlamıştır.
1910 yılında Halide Edib Adıvar ile başlayan süreci kadının öyküde yükselişe geçtiği 1950’lere kadar incelediğimizde öne çıkan isimler şöyle sıralanabilir: Halide Nusret Zorlutuna, Suat Derviş, Mükerrem Kamil Su, Kerime Nadir.
Halide Edib Adıvar (1884-1964), milli edebiyat akımının öncülerindendir. İlk kadın öykücü kabul edilebilir. Eserlerinde başlarda aşk temasını, kadın psikolojisini ele alır. Daha sonra Türkçülük, milliyetçilik ve memleketçilik konularına yönelir; kişileri yaşadıkları olay çevresinde, gelenek ve göreneklere bağlayarak anlatır. İlk eserleri bireysel konuları işler. Kadınların ruhsal durum çözümlemeleri dikkat çekicidir. Kurtuluş Savaşı döneminde sanat anlayışı değişir. Türkçülük akımının etkisiyle toplum yapısını yansıtan Kurtuluş Savaşı ile Anadolu kent ve kasabalarındaki kimi çevrelerin değişik tutumlarını, çetelerin direnişlerini, kabaran milli coşkuyu anlatan toplumcu sayılabilecek eserler kaleme alır. Yazar, özellikle son yıllarında İstanbul’u ve Anadolu’yu, Anadolu’da yaşayan insanları işlemeye başlar. Doğu-Batı çelişkisini gündeme getirir, bu konuya bir cevap arar. Bunu yazarken değişik yörelerin törelerini de sergiler. Romanlarındaki bazı olay ve izlenimler, yazarın hayatından kaynaklanır.
Öykülerini, Harap Mabetler (1911), Dağa Çıkan Kurt (1922), İzmir’den Bursa’ya (1963), Kubbede Kalan Hoş Seda (1974) kitaplarında toplamıştır.
Öykülerinde Cumhuriyet yönetimini sevme ve sevdirme çabası, Kurtuluş Savaşı’na bağlılık öykü kalıplarına sığmayacak biçimde sergilenir. Ayrıca Halide Edip’in sonradan yazdığı kimi öykülerde yapay bir kurgusallık göze çarpar. 2 Her ne kadar Cumhuriyet döneminde yazmaya devam etse de o bir İkinci Meşrutiyet dönemi yazarıdır. İyi eğitim görmüş, güzel ve akıllı kadınları İttihat ve Terakki döneminin sosyo-politik özelliklerinin etkilerini gösterirler. Anadolu’ya açılmanın yaygınlaşan bir tema hailine gelişi II. Meşrutiyet kuşağının birikimleri ile olmuştur.
Bu anlamda kadın gibi yazmak yerine erkek gibi yazmayı tercih ettiği söylenebilir.
Kadın için öncelikle aile ve kadın erkek ilişkilerinin dönüştürülerek iyi bir zemine oturtulması gerekmektedir. Halide Edib biraz da bu nedenle Cumhuriyet öncesi romanlarında evlilik, aşk ve erkek bencilliği etrafında kadın erkek ilişkilerini ele almıştır. Halide Edib erkek bakışına özel bir önem vermiştir. Özellikle seçtiği erkek anlatıcılar, modernleşme sürecindeki kadının yeni kimliğine bakışını yansıtması bakımından önemlidir. Bu bakış aynı zamanda olgunlaşmamış toplumsal konumu da göstermektedir. 3
Halide Nusret Zorlutuna (1901-1984), Kurtuluş Savaşı’nın etkisi ve heyecanıyla milli edebiyat akımına katılır. Kadın duyarlılığıyla işlediği şiirlerinin yanı sıra hikâye, deneme, roman türlerinde de eserler vermiştir. Öykülerini Büyük Anne (1971), Aydınlık Kapı (1974), Benim Küçük Dostlarım (1948) adlı öykü kitaplarında toplamıştır. Mükerrem Kâmil Su’ya benzer şekilde aşk, ıstırap, hüzün, ayrılık gibi popülist edebiyat konularını tercih eder.
En çok Fosforlu Cevriye (1968) romanıyla tanınan Suat Derviş’in (1903-1972), bugün novella (uzun öykü/kısa roman) tabir edilebilecek dört ayrı kitaptan oluşan eseri, günümüzde Kara Kitap adı altında birleştirilmiştir. Orijinalleri, Kara Kitap (1921), Ne Bir Ses Ne Bir Nefes (1923), Buhran Gecesi (1924) ve Fatma’nın Günahı (1924) olan bu eserler bugün gotik edebiyat olarak adlandırılacak niteliktedir. Bunun yanı sıra çeşitli dergilerde öyküleri yayımlanmıştır.
Adı toplumcu gerçekçilik ile birlikte anılır. Eserlerinde çoğunlukla İstanbul’un üst düzey yaşamından kesitler sunar, ilişkileri anlatır, kadının toplumsal konumunu, özgürlük talebini irdeler. Siyasi kimliği ile de öne çıkan yazar, feminist söylemleri ve toplumda kadının yerini irdeleyişi ile önemlidir. Kadın merkezli toplumcu gerçekçi kurmacanın çıkış noktası olarak kabul edilir.
Mükerrem Kâmil Su (1906-1997), daha çok aşk, tutku ve serüven gibi konuları ele almıştır. Bunları olay örgüsünün geri planda kaldığı bir anlatımla yansıtmıştır. Konularını çokluk aşk ve ihtirastan alan, önce dergilerde, gazetelerde tefrika edilmiş, çoğu birkaç kere basılmış romanlarında milli, ahlaki endişeleri de birinci planda tutmuş popüler kadın yazarlarımızdan biri olmuştur.
Kerime Nadir (1917-1984), eserlerinin ana konusu aşktır. Yalnızlık, kıskançlık, bunalım gibi insanın iç dünyasını yansıtan temaları da işler. Genç kızları okumaya teşvik etmek amaçlı yazılar kaleme alır ve popüler aşk romancısı olarak bilinir. Bu nedenle topluma ve toplum gerçeklerine sırtını dönmüş olarak kabul edilir. Mücrim (1943) adlı öykü kitabı 1966’da Suçlu adıyla basılır.
Bu dönemde yazarlar çoğunlukla geleneksel anlatım kalıplarına bağlı kalmış, kadınsal duyguların öne çıktığı eserler veya daha sonrasında Milli Edebiyat akımının etkisiyle toplumcu eserler kaleme almışlardır.
Kadın, genellikle bir duygu nesnesi olarak, erkeğin belirlediği alan içinde tanımlanan ve erkeğe göre konumlanan bir anlayışla işlenir. Kadınsal konular ev içleri, geleneksel kadınlık rolleri ile sınırlıdır. Kadın, ancak milli mücadele söz konusu olduğunda kısıtlı da olsa erkekleşmiş olarak sahneye çıkar. Kamusal alanda yeri yoktur, bu nedenle evrensel konular öyküsünün konusu değildir.
Tanzimat dönemi yazarları, roman ve hikâyelerinde, kadının eve kapatılıp bir takım hak ve hürriyetlerinden mahrum bırakılmasının önemli bir sorun olduğuna işaret etmişlerdir. Bu bakış açısı; eğitim, çok eşliliğin reddi, sokağa çıkabilme, eğlence yerlerine gidebilme, çalışma, boşanma, kocasını seçebilme, harem-selamlık uygulamasının kaldırılması, siyasete girme gibi hakları içine alıp genişleyerek Cumhuriyet’e kadar gelmiştir. Dönemin romanlarında kadın imgesinin oluşumu yaşanan toplumsal değişime paralel olarak kadınların mahrum olduğu haklara veya uğradıkları haksızlıklara değinilmiştir. Kimi romanlarda görücü usulü veya aile baskısı ile evlenme veya bu evliliklerden doğan sosyal problemler eleştirilirken, kadınların okutulması, eğitimi ve çalışma hayatlarında onlara da eşit fırsat tanınması gibi konular üzerinde durularak kadın erkek eşitsizliğinden şikâyet ve kadının kendi ayakları üzerinde durma çabalarından söz edilir. 4
Cumhuriyet dönemine kadar yazılan romanlarda da kadının yeri hep aile içindedir, bir meslek hayatı yoktur ve iyi bir anne, iyi bir eş olarak resmedilir. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde öykücülerin çoğunluğu erkektir. Bu nedenle artık hak ve özgürlüklerini kazanmaya başlayan kadınlar bu kimlikleriyle edebiyat içinde fazla yer bulamazlar. Gerçek Türk kadını kimliği öyküye çok fazla yansımaz. Kadın hayatının incelikleri, derinliği ya da psikolojisi çok fazla işlenmez. Kadın fedakâr, uysal ve hep evde resmedilmiştir. Sokağa çıkan kadın kötüdür, iffetsizdir. Şablonlar kırılamaz. Üstelik yasal olarak edinilen haklar henüz kırsal kesimde tam anlamıyla kabul görmemiş, etkileri oralara kadar ulaşmamıştır. Alt tabakalardan gelen kadınların sorunlarının kadın yazarlarca ele alınmaya başlanması ancak 1960’lardan sonra gerçekleşir. Ezilen, sömürülen Anadolu kadını tema olarak edebiyata girer.
Kadın yazarların basılma/yayımlanma konusunda şansları yok denecek kadar azdır. Bu durum onların konu seçimlerini etkiler, belli kalıplar içinde yazmalarına sebep olur. Bu dönemde kadın yazar/öykücülerin sayısı çok azdır. Erkek egemen edebiyat dünyası karşısında kadınlar çaresizdir.
Cumhuriyet dönemi kadın yazarları Cumhuriyet’in eğitimiyle Osmanlılıktan kurtulamamış toplum yapısı ve geleneklerin ikilemini ve bu ikilemin çapraz ateşindeki kadını, aile kurumunda değişmeyen, yenilenmeyen rolünü sergilemişleridir. 5
1940’lı yıllarda Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Anadolu’nun durumu, İkinci Dünya Savaşı sonrasında toplumdaki ahlak çöküntüsü ağırlık kazanır, toplumsal konular çeşitlenir. Dönemin öykü anlayışında gerçekçilik hâkimdir. Ayrıca bu dönemde gerçekçiliği farklı biçimde yorumlayan, bireysel gerçeği yakalamaya çalışan öykücüler genel olarak eserlerine, benimsedikleri dünya görüşlerini de katarak, sanatı “toplumu bilinçlendirmede” bir araç olarak kullanmışlardır.
1950’li yıllarda küçük memur, işçi, köylü, kasabalı ve şehirlerin kenar mahallelerindeki insanların sorunları öykülerde anlatılır. Birey merkezli psikolojik, anı türünde öyküler yazılır.
1950 sonrası dönemde ise öykücüler, edebiyat tarihine kendi damgasını vurmuş 50 kuşağını yaratmışlar, bu kuşak ve sonrası modernistler gerek konu seçimleri gerekse kamusal alandaki duruş ve tavırlarıyla farklılaşmaya başlamışlardır. 1950-1960 çok partili rejim dönemi ve getirdiği melankoli edebiyata da damgasını vurur. İkinci Dünya Savaşı’nın etkisi, baskı ve ideolojiler bireyin varoluşunu sorguladığı bir akıma dönüşür. Dil imgesel ve soyut bir ifade aracına dönüşür ve şiire yaklaşır. Bu dönemin öne çıkan kadın öykücüleri arasında Nezihe Meriç, Adalet Ağaoğlu, Leyla Erbil, Sevgi Soysal, Sevim Burak sayılabilir. Artık kadınla ilgili şablonlar kırılmış, kadının toplumsal, cinsel ve politik sorunları irdelenmeye başlamıştır. Kadın duyarlılığı edebiyatta yerini bulur.
1960’lı yıllarda yazar sayısı ve ona bağlı olarak da kadın yazar sayısı artar ve ona bağlı olarak konular çeşitlenir. İşçi, köylü, kasabalı ve şehirlerin kenar mahallelerindeki insanların sorunları ve cinsellik öyküye girer.
1970’li yıllarda siyasal, toplumsal, günlük konular ele alınır, 1960’tan sonra gelişen siyasal olaylar, anarşi olayları, bunlar karşısında halkın durumu dile getirilir. Küçük insanın yaşam kavgası, kadının toplumdaki yeri, çocuklar için yazılan öyküler önem kazanır.
Cumhuriyet kuşağı ve sonrası öykücülerini 1980’e kadar incelediğimizde karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır:
Nezihe Meriç (1925-2009), Cumhuriyet kuşağının ilk kadın yazarlarından biridir.
Nezihe Meriç için “Cumhuriyet kuşağının ilk kadın yazarı” yargısı her ne kadar abartılı bir yargı da olsa kimi haklı yanları vardır; çünkü Meriç, öykülerinde, temada, dilde, kurguda, anlatımda, siyasal tavırda o güne değinki kadın yazarlardan tümüyle farklı bir anlayış sergiler. Öncelikle kadına, dönemine göre bambaşka bir açıdan bakar. Hep duygusal açıdan ele alınan kadın, onun öykülerinde artık cinselliği de olan bir kimliğe bürünmüştür. Böylece 1980’lerden sonra tümüyle edebiyatımızı kuşatan, kadının cinsel özgürlüğü ve erkeklerin dünyasındaki ezilmişlikleri ilk kez Meriç aracılığıyla gündeme gelir. 6
Toplum içinde bile kendi duyarlıklarını koruyan kadın kişilerini anlatmadaki başarısı özellikle dikkat çekicidir. Kadın bakış açısının getirdiği konuları ve kişileri titiz bir ayrıntıcılık, şiirsel bir anlatımla dile getirir. Aydın bir kadının kendine sorun ettiği konular öykülerinin de konuları olmuştur. Erkek egemenliğine dayalı bir toplum içinde, ezilen, iç dünyaları örselenmiş, geleneklerin kıskacı içinde bunalan kadınları bazen yenik, bazen başkaldırıcı kimlikleriyle yansıtır. Türkçeyi en güzel yazan yazarlarımızdan; öykücülüğümüzün geleneksel yolu ile yenilikçi yönsemi arasındaki en sağlam köprülerden de biridir. 7
Öykülerinde evlilik, kadın dünyası, aşk, özgürlük, yaşama sevinci, 12 Mart, kuşak çatışması, yoksulluk ve göç gibi konuları ele almıştır. Öykü kişilerini çoğunlukla dertli kadınlardan seçer. Dikkat çekici olay örgüleri yaratma peşinde değildir, anları, kırılma hallerini anlatır.
Bozbulanık (1952), Topal Koşma (1956), Korsan Çıkmazı (1961) kitaplarında en belirgin temalar kadın erkek İlişkileri, yabancılaşma, yoksulluk, göç ve kent yaşantısının kadınlara yansımaları olmuştur.
1950’lerde sosyal, ekonomik, kültürel değişimin, Türkiye’de modernleşme ve gelişmeye yüklenen anlamının Batılılaşma olarak algılandığı düşünülürse, Meriç’in, eserlerinde de Cumhuriyet’ten önceki İslam tarzı ataerkilliğin yerine getirilmeye çalışılan batı tarzı ataerkilliğin, kadınların yaşamlarına yansımalarını görürüz. Toplumsal yaşamın yeniden düzenlenmesinde, kadınların yaşamındaki iyileştirme çabalarının, kadını özgürleştirerek eşit bireyler haline gelmelerini sağlamaya çalışmaktan çok, yeniden üretimi sağlayacak araçlar olarak kullanılmalarını sağladığı söylenebilir. Nezihe Meriç, eserlerinde görüldüğü üzere geleneksel toplum yapısının yeniden ve geçmişten farklı olarak milliyetçi bir içerikle yapılanmasına değinerek bu oluşumun kadınların yaşamlarına yansımalarını vermektedir. 8
Öyküye başladığı yıl itibariyle, alışılmış popülist/romantik kadın yazar tipinden, toplumsal bir sorun olarak kadın durumlarını önceleyen bir kadın yazar tipine evrilişi temsil eden Nezihe Meriç, yenilikçi, toplumsal hayatın içindeki tutarsızlıkları, çelişkileri irdeleyen bir öykücü kimliğiyle öne çıkmakla kalmamış, kadın hayatını aşk, ızdırap ve aşk acılarının ötesinde, toplumsal hayatı doğrudan etkileyen sorunlarla birlikte edebiyat gündemine aktararak, kadın yazar bakış açısını sanatsal gerçeklikle bütünleştirmiştir. 9
Adalet Ağaoğlu (1929-2020), toplumsal gerçekçilik akımı yazarlarındandır. “Kadın yazar-erkek yazar” ayrımını ısrarla reddeder. “Kendimi hiçbir zaman kadın bir yazar kategorisinde değil de yazar bir kadın olarak bulmamın nedeni ‘yazarlığım’dır,” der ve kadın yazar kategorisini, bir çeşit parti üyeliğine kaydedilmek olarak değerlendirir.
1970’lerde sanat-edebiyat alanında “Sosyalist Gerçekçilik”, “Toplumcu Gerçekçilik” en çok konuşulan kavramlardır. Bu yaklaşımı benimseyen öykücüler, özellikle işçileri, emekçileri, yoksulları vb. gündeme getirmişlerdir. Adalet Ağaoğlu’nun Yüksek Gerilim’i (1974) yazma gerekçesini izah için söylediği şu cümleler dönemin atmosferini yansıtması açısından ilginçtir: “O günlerde sosyalist gerçekçilik çok tartışılıyordu ama ortalıkta örneği yoktu. Yani herkesin sosyalist gerçekçi olması lazım vb. kuramsal olarak tartışılıyor… Lukacs, Marx, Engels konuşuluyor. Ama uygulama yok. ‘Konuşmaktansa uygulama daha iyi galiba’ dedim. Bu itkiyle öyküler yazdım. Toplumsal gerçekçilikle hesaplaştım bu arada. Örneklemek üzere, Yüksek Gerilim’i yazdım.” 10
Adalet Ağaoğlu son kitabı “Hayatı Savunma Biçimleri”nde (1997) aynı iz üzerindedir. İlk öykülerdeki ağır mesaj verme kaygısının azaldığı kitapta, özellikle kadın odaklı bir anlayışın baskın çıktığı görülür. Seksen öncesinin temel dayanaklarını yitirmiş bir hâlde (eşitlik, adalet, ezilmişlik vs.) bireyselliğin sınırlarına dayanır. “Hadi Gidelim” 12 Eylül’ün gölgesindeki temaları içerir. Öykülerin arkasında ağır bir baskı ortamının atmosferi vardır. İşten atılmalar, işkence, hapishane, yargılamalar, ev baskınları, ölümler, yasak kitaplar, yakılan kitaplar pek çok öyküde yerlerini alırlar. Haklı haksız tutuklamalar, hain damgası, çevrece dışlanmalar ve bunların birey üzerindeki sarsıcı etkileri bu öykülerin önemli motifleridir. Dönemin terör ortamı da öykülerde yerlerini alırlar. Kentler yaşanacak yer olmaktan çıkmıştır. Şiddet, terör kol gezmektedir. İnsanlar rastgele bir kahveyi tarayıp, bombalayıp, adlarını bile bilmedikleri onlarca insanı öldürebilmektedir. Ölüm her yanı kuşatmıştır. Buralarda şiddet, terör eleştirilir. 11
Özellikle evrensel insani özelliklerin otoriter yapı içerisindeki ezilişini ustalıkla öyküleştirmiştir. Ağaoğlu öykü serüveninin ilk dönemlerinde, öykülerini sosyalist dünya görüşünün temel argümanlarına yaslarken, seksenlerde/doksanlarda bu akımın gözden düşüşüyle birlikte, bireyin, kadınsallığın yüceltildiği bir temayı öyküsüne taşımıştır. Bu yüzden dönemin kadın yazarlarında görülen o temel çelişki (devrimci tutum ve burjuva duyarlığı arasında yaşanan çelişkiler) onun öykülerinde de gözlenir. Çünkü onun incelmiş duyarlıkları yoksullarda, işçilerde yoktur. O inandığı dava adına yoksulların yanında yer almak istese de bireysel seçim olarak burjuva duyarlığını benimsemiştir. Bu açmazı öykülerinde net bir şekilde görmek mümkündür. Eserlerinde genel olarak, eleştirel, muhalif bir tutum sergileyen Ağaoğlu, Türk edebiyatında aydın ve halk arasındaki temel uçurumu en iyi fark eden ve bunu eserlerine yansıtan yazarlardan biridir. Bu anlamda aydın yüzleşmesi onun öykülerinin bir başka önemli damarı olmuştur. 6
Yüksek Gerilim (1974), Sessizliğin İlk Sesi (1978), Hadi Gidelim (1982), Hayatı Savunma Biçimleri (1997) öykü kitaplarında; sanayileşme, yoksulluk ve gecekondulaşma, çevre kirliliği, geleneksel hayatın kayboluşu, değişen kent- değişen insan, yalnızlık, yabancılaşma, kendine sığınma gibi konular öykülerinin ana temalarını oluşturmuştur.
Leyla Erbil (1931-2013), kadın dünyasının etkin bir gözlemcisi olarak tanıklıklarını toplumcu, gerçekçi, soyut ve psikanalitik bir bakış açısıyla öykülemiştir. Bu yanıyla Nezihe Meriç’in “edebi anlatma” tutumunun yerine, “modern yöntemlerle anlatma” tutumunu ikame ederek, anlatma sorunsalını en az erkek yazarlar kadar önemseyen yeni kadın yazar tipini süreklileştirmiştir. 9
Öykülerini cinsellik ve ideoloji (sosyalizm) üzerine oturtur. Çevre ve toplum tarafından kıstırılmış birey, kişiliksizlik, kendi doğrularına sahip çıkamama, boyun eğme, ikiyüzlü ilişkiler, oturmamış kişilikler, rol yapan insanlar onun ilgi alanı olmuştur. Aile kurumuna, toplumun namus anlayışına, kadının algılanma biçimine, erkeksi düzene, kendilerini aşağılatan kadınlara ağır eleştiriler getirir. 10
Leyla Erbil öykücülüğünün ana çizgisini; Freudyen öğreti, varoluşçuluk ve sınıfsal çelişkiler olarak sıralayabiliriz. Erbil varoluşçuluğu toplumsal sorunlar ve cinsellik temaları bağlamında değerlendirir. Öykülerinde kara edebiyatın, yeraltı edebiyatının, gerçeküstücülüğün, hiççiliğin sınırlarında gezinir. 6
Öykülerini Hallaç (1961), Gecede (1968) ve Eski Sevgili (1977) adlı kitaplarda toplayan Leyla Erbil’in en çok değindiği konular, kadın kimliği ve başkaldırıdır.
Siyasal ve cinsel özgürlük, barış, toplumsal dayanışma, kadın ve çocuk hakları çerçevesinde, daha çok siyasal tercihlerinin belirlediği bakış açısıyla yazdığı öyküleri, Tutkulu Perçem (1962), Tante Roza (1968) ve Barış Adlı Çocuk (1976) adlı kitaplarında toplayan Sevgi Soysal (1936-1976), siyasal planda toplumcu bir tutum sergilemesine rağmen, kadın-erkek ilişkileri, evlilik ve aile bağları konusunda “bireyci” bir yaklaşımın öncüsü olmuştur. 9
Yanık Saraylar (1965), Afrika Dansı (1982), Palyaço Ruşen (1993) adlı kitaplarında toplanan öykülerinde Tevradi bir simgesel dile yaslanan Sevim Burak (1931-1984), düzensiz, amaçsız, sapkın bir dünyaya karşı, uçları mantıksızlığa, saçmaya, aklın tükenişine çıkan bir sanatçı tepkisi sergilemiş, akıl dışılığın revaçta olduğu söz konusu ortamı parçalanmış bir görsellik, bağlamını yitirmiş bir söylem, kırılmış bir anlam ve bilinç sıçramalarıyla yansıtmıştır. Sevim Burak, bu yanıyla kendi zamanının çok ilerisinde, kısmen post modernle ilişkilendirilebilecek bir bakış açısı kurarak, kendi iç dengelerini koruma çabasıyla toplumsal dengesizliğin öyküsel biçimlerini kayıt altına almıştır. 9
50 kuşağının başlattığı yenileşme dalgasını sürdüren isimlerdendir. Eşitlik ve özgürlük konularına şiirsel bir dille eğilerek dışlanmış ve ezilmiş insanların isyanını dillendirir. Edebiyatta biçimsel yenilikler denemiş, dönemine göre avangard yapıtlar ortaya koymuştur.
Sonuç olarak; bu kuşağın öykücüleri geçmişle ve toplumcu gerçekçi edebiyatla hesaplaşırlar ve “bireysellik” öne çıkar. Kadın öykücüler de bunu “kadın” üzerinden irdelemeyi, “kadın” olarak var olmanın inceliklerini anlatmayı tercih ederler. Geleneksel anlatım araçlarından uzaklaşmaya ve toplumun kadın için biçtiği role isyan etmeye başlarlar. Bir önceki kuşakla aralarındaki bağ artık kopmuş, erkek egemen dilin ve zihniyetin kadına edebiyat içinde uygun gördüğü rol kalıpları kırılmıştır. Bu anlamda, dönem öykücüleri arkalarından gelecek kuşağa çok önemli bir yol açarlar. Öykü geleneği yön değiştirmeye ve kadın bireyselliğiyle öykünün içinde yer almaya başlar. Artık kadının söyleyecek sözü, toplumda etkin rolü ve yeni bir biçem arayışı vardır. Bilinç akışı gibi teknikler ilk kez kullanılmaya başlanmış ve bu dönemin kadın öykücüleri buna öncülük etmişlerdir.
1970’lere geldiğimizde kadın öykücüler artık edebiyatta daha çok yer bulmuş ve kendilerini ispatlamışlardır. 1960-1980 arasındaki kuşak politize olmuştur. Meseleler çoğunlukla ideolojik olarak ele alınmaya başlanır. Varoluşçu, bireyci, bunalımcı yaklaşımıyla bilinç akışı tekniği kullanılır. 50 kuşağı gibi bir de 70 kuşağından söz edilebilir mi çokça tartışılmıştır. Zira üretim yoğun bu dönem 70 öncesinde ilk ürünlerini vermeye başlayan öykücülerle de zenginleşmiş ve parlak bir seviyeye ulaşmıştır. Döneme damgasını vuran iki ana eğilim; toplumcu ve bireyci tavırlardır. Bu dönemde Füruzan, Tomris Uyar, Selçuk Baran, Sevinç Çokum, Adalet Ağaoğlu, Nazlı Eray, Ayşe Kilimci, Peride Celal, Tezer Özlü, İnci Aral gibi öne çıkan yazarlardan söz etmek mümkün. Bu yazarlardan Adalet Ağaoğlu ve Sevgi Soysal toplumcu; İnci Aral, Nazlı Eray, Tezer Özlü, Tomris Uyar ise bireyci kabul edilebilirler.
Kadın yazar sayısı eskiye oranla artmıştır. Kadın yazarlar, kendilerini ifade etmek konusunda erkek yazarların önüne geçmişlerdir. İnci Aral, Selçuk Baran, Sevinç Çokum, Nazlı Eray, Füruzan, Ayşe Kilimci, Tezer Özlü ve Tomris Uyar gibi yazarlar aile içindeki sorunları, iletişimsizliği, sevgisizliği ve bunların kadında yarattığı yıkımı derinlemesine işlemişlerdir.
Füruzan ve Tomris Uyar, popülist öykücülerle başlayıp, Nezihe Meriç’ten itibaren gerçek mecrasına akmaya başlayan “kadın bakış açısı”nın Türk öykücülüğü içinde biçimi, içeriği ve teknik açılımlarıyla edebi kamu tarafından da benimsenmesinde büyük paya sahip iki öykücüdür.9
Füruzan (1932), Parasız Yatılı (1971), Kuşatma (1972), Benim Sinemalarım (1973), Gül Mevsimidir (1973), Gecenin Öteki Yüzü (1982), Yedi Öykü (1992), Sevda Dolu Bir Yaz (1999) adlı kitaplarında yer alan öykülerinde, taşradan İstanbul’un varoşlarına, oradan Galata ve Beyoğlu’na yönelen genç kızların, kadınların umut – cinnet, aşk – cinsel istismar çarkında heder olan hayatlarını tablolaştırmış, göçmenlik psikolojisinin neden olduğu hayati kırılma noktalarından trajik öyküler üretmiştir. 9
Eserlerinde yaşadığı dönemin tanıklığını yapan Füruzan, göç, fakirlik gibi konuları işlemenin yanı sıra toplumsal hareketlilikten en çok etkilenen kadın ve çocukların öykülerini anlatır. Öykülerinin pek çoğunda göçmenlik temasına rastlanır. Yoksulluk da Füruzan’ın toplumsal gerçekçi biçimde yazılmış öykülerinin en sık rastlanan temalarındandır.
Öykülerini, Haziran (1972), Anaların Hakkı (1977), Kış Yolculuğu (1984), Tortu (1984), Yelkovan Kuşu (1989), Arjantin Tangoları (1992) kitaplarında toplamıştır.
Füsun Akatlı, “Öykünün Hakkı Öyküye” adlı yazısında Anaların Hakkı adlı kitap için şu yorumu yapmaktadır: “Küçüklü büyüklü acılarla örülmüş, güvensizlikler, korkularla gerçekliğin boyutlarına sindirilmiş, umutların ve mutlulukların abartılmadığı, şımartılmadığı öyküler; yaşam sürüyor, öyle de olsa böyle de olsa sürüyor, ama çoğunca eksik, kırık, incinmiş, yaralı ya da yanlış sürüyor’un öyküleri!”
Kadın-erkek ilişkileri, evlilik kurumunun kadınlar üzerindeki yıpratıcı etkileri, kadının anlaşılamaması, kentli kadının iç dünyası başlıca konularındandır. Yalnızlık, bekleyiş, giderilemeyen iç sıkıntısı da Selçuk Baran’ın eserlerinde yer alan temalardandır. Bu sıkıntının temelinde, insanın yaşadığı hayattan memnun olmaması yatar.
Tomris Uyar (1941-2003), İpek ve Bakır (1971), Ödeşmeler ve Şahmeran Hikâyesi (1973), Diz Boyu Papatyalar (1973), Yürekte Bukağı (1979), Yaz Düşleri Düş Kışları (1981), Gecegezen Kızlar (1983), Yaza Yolculuk (1986), Sekizinci Günah (1990), Otuzların Kadını (1992), İki Yaka İki Uç (Gençlik Öyküleri, Seçmeler, 1992), Aramızdaki Şey (1998), Güzel Yazı Defteri (2002) adlı kitaplarında toplanan öykülerinde, basitlikten uzak bir yalınlıkla, toplumsal baskılardan kaynaklanan bireysel bunalımları, özgürlük arayışlarını, çözümsüzlükleri işlemiştir.
Popülist kadın öykücüler kuşağından beri “öykü, anlatmaktır” şeklindeki klişeleşmiş bir kanaati, “nasıl anlatmak” sorusu ekseninde, tıpkı Sevim Burak gibi yeniden sorgulamış ve onca yalınlığına rağmen sadece okunduğunda nüfuz edilebilen, özetlenemeyen, sözlü olarak nakledilemeyen, başka türe dönüştürülemeyen yeni bir öyküsel yapı kurmuştur. 9
Göçmenleri, yoksulları anlatıp sınıfsal çelişkileri açık etmeye çalışır. “Çırak”, “miting”, “parti”, “düzen” sembollerini kullanmaktan çekinmez. 1980 sonrası öykülerinde ise bireyselliğe yönelerek giderek üslup arayışlarına girdiği görülür. Artık bütünüyle biçimsel denemeler peşindedir. 10
Tomris Uyar da yeni yönelimden etkilenen yazarlardan biridir. Seksen öncesi öykülerinde göçmenleri, yoksulları anlatıp bulunduğu ideolojik katman nedeniyle burjuvaziyi eleştirir. Seksen sonrası öykülerinde ise bireyselliğe yönelerek giderek üslup arayışlarına girdiği görülür. Artık bütünüyle biçimsel denemeler peşindedir. Orijinallik arayışları/üslup tutkunluğu büsbütün baskın çıkmaya başlar. Bu dönemde, yalnızlık, yüzleşme, içe kapanış belli başlı temalarından olur. Onun pek çok öyküsünde, yorgun ve yenik insanlar, geçmişlerine bakıp hayatlarıyla yüzleşirler. Bir iç sıkıntısı olarak yaşadıkları hayatı, orada yaptıkları yanlışları, ömürlerinin sonunda derin bir sarsılışla fark ederler. Ama her şey geride kalmıştır artık. Yapacakları hiçbir şey yoktur. Onlara sadece “katlanmak” kalmıştır.11
Eğik Ağaçlar (1972), Bölüşmek (1974), Makina (1976), Derin Yara (1984), Onlardan Kalan (1987), Rozalya Ana (1993), Bir Eski Sokak Sesi (1993), Evlerinin Önü (1993), Beyaz Bir Kıyı (1998), Gece Kuşu Uzun Öter (2001), Al Çiçeğin Moru (2010) adlı kitaplarındaki öykülerinde, dirençli, kendine güvenen, vefakâr kadınların yanı sıra, küçük dünyaları içinde ruhsal çelişkiler, basit umutlar, gönül kırıklıkları yaşayan kadınları da toplumsal hayatın canlı bir göstergesi olarak işlemiştir. 9
İlk öykülerini kıstırılmışlık içerisindeki bireyin açmazlarına yaslarken, daha sonraki öykülerinde yitip giden güzellikleri, fark edilmeden yaşanan fanilik duygusunu ve nesiller arası kopukluğu, özellikle kadın öznesinden yola çıkarak ele almıştır. Öykü serüveninde 12 Eylül öncesi yaşanan atmosferden de etkilenen Çokum, bu kamplaşmanın sağ kesiminde yer almış ve kimi öykülerini bu görüşü haklı çıkaracak bir mesajla örmüştür. Daha sonra ise bütün bunları aşarak evrensel temaları işlemiş, ideolojik saplantıların insani olanı öldürdüğü gerçeğini öne çıkarmıştır. 10
Tezer Özlü (1943-1986), Eski Bahçe (1978), Eski Bahçe – Eski Sevgi (1987) kitaplarında topladığı öykülerinde ölüm, dışarılılık gibi temaları işler.
Kendi yaşantısından derlediği izleklerle sarsıntılı, bunalımlı iç dünyaların öykücüsü olmuştur. Yalın, kolay ilişki kurulabilir bir dille yazmıştır. 7
Öykülerinde daha çok iç dünyalarına yönelmiş kadınların mutsuzluklarını, içsel başkaldırılarını anlatır. Kadını geniş bir perspektifle “insan” olarak ele alır. Gerek kentli kadını, gerekse kırsal kesim kadınlarını aynı yalınlıkla ve özenle anlatır. Öykülerinde politik baskı, şiddet, işkence, hapis, sürgün gibi konuların yanı sıra, kadın-erkek ilişkileri, aşk, evlilik, arkadaşlık, iletişimsizlik, ölüm gibi konuları da işler. Öykü kitapları genellikle belli bir temanın farklı yönleriyle ele alınmasından oluşur. Daha çok modernist bir bakış açısıyla yazmasına karşın zaman zaman postmodern teknikler de kullanır.
Günlük yaşamın olumsuz etkileri altındaki kadınların özel duyarlıklarını konu alır. Sonra güncel sorunlar içindeki bireylerin toplumsal konumlarından gelen özelliklerini irdelemeye başlamıştır. Doğrudan siyasal şiddet içindeki insanları yazınsallaştırabilmeyi başarmıştır. 7
Nazlı Eray (1945), Türk edebiyatında büyülü gerçekçilik akımının temsilcisidir.
Ah Bayım Ah (1976), Geceyi Tanıdım (1979), Kız Öpme Kuyruğu (1982), Hazır Dünya (1984), Kuş Kafesindeki Tenör (Oyun-Öykü, 1985), Geceyi Tanıdım, Erostratus (1985), Eski Gece Parçaları (1986), Yoldan Geçen Öyküler (1987), Aşk Artık Burada Oturmuyor (1989, Kuş Kafesindeki Tenor (1991), Kalbinde Kadın Taşıyan Erkekler Birahanesi (2011) adlı kitaplarındaki “fantastik öykü”lerle hikâye geçmişimizde büyük yer tuttuğu halde hep ihmal edilen gelen “yerli” tahkiye tarzını modern bir kimlikle güncellemiştir. Gündelik, sıradan olay ve olgulardan hareketle, zengin çağrışımlı, ironik, yer yer büyülü gerçekçiliğe ulanan, dinamik ve yalın öyküler “kuran” Nazlı Eray, kadınların tekdüze dünyalarındaki derinliğe de dikkat çekerek, estetik bir bütünlüğü içeren metinler üretmiştir.9
Başkalarına benzemez bir anlatım biçimiyle yazdığı öykülerinde, gerçekle gerçeküstü arasında gelgitler yaratarak günlük yaşamın ayrıntılarını deşer. Kadın dünyasına özel bir ilgi göstermiştir. Fantastiği arayışı içinde düşsel bir dünya ve masalcı öğelerle buluşturur okuru. Bu arada yalın, kolay ilişki kurulabilir diliyle de dikkat çeker. 7
Yaşama özgürlüğü olan, çevre baskısından kurtulmuş, cinsel kimliğiyle hesaplaşmış, akıllı, becerikli, güçlü, kentsoylu kadınları anlatır. Feminist anlamda cinsiyet ayrımcılığı yapmaz. Yazarken çoklukla kendi anılarından faydalanır. Gerçeği fantastikle ustaca harmanlar. Yazdıklarında sürekli bir serüven duygusu sezilir.
Ayşe Kilimci (1954); Yapma Çiçek Ustaları (1976), Sevdadır Her İşin Başı (1983), Sevgi Yetimi Çocuklar (1987), Gül Bekçisi/Eylül Arifesi Mektuplar (1989), Elimizdeki ışık (1989), Yeni Moda Aşklar Destanı (1997), Mucize Var mıdır, Memet Abla? (2002), Şu Ölüm Dedikleri (2006) kitaplarında topladığı öykülerinin çıkış noktası gerçek hayatta karşılaştığı kişilerdir. Yokluk, yoksulluk, kadın ve cinsellik öykülerinde doğal bir şekilde can bulur.
Cumhuriyet döneminin en üretken yazarlarındandır. İlk öykülerinin konularını, bir yargıç kızı olarak dolaştığı Anadolu’nun gerçekleri oluşturmuştur. Yazdıkları iki döneme ayrılır. İlk döneminde batı kültürüne dönük bir yaşam içerisinde olan kadınların aşk mecralarını ele alan romanlar yazmıştır. Para kazanabilmesi için, ondan istenen, ticari kaygılarla kaleme alınmış, çok satacak, popüler ürünlerdir bunlar. Romanlarındaki kadınların pek çoğu İstanbul’da yaşayan, batılı zevke ve estetiğe düşkün kadınlardır. İstanbul dışındaki mekânlar, Paris, İsviçre, tatil için gidilen mekânlardır. Eğitimli kadınların aşklarını dile getiren birinci dönem romanlarından sora ikinci dönem romanlarında da bu tip kadınları sosyal olaylar içerisinde ve psikolojik analizler yaparak da ele almıştır. Batılı ve eğitimli kadınların dünyasını anlatır.
Dönemin öykücülerinin tümünde benzer yaklaşımları görmek mümkündür. 15-16 Haziran olayları, 12 Mart 1971 darbesi, grevler, devlet baskısı, öğrenci olayları öykülerde en çok işlenen temalar olur. Dönemin öykü dili, sivri, acılı ve öfkelidir. Siyasal alanda yaşanan keskin ideolojik kamplaşma edebiyatta da görülür. Adalet Ağaoğlu, Tomris Uyar, Füruzan, Tomris Uyar sosyalist/sol anlayış paralelinde öyküler yazarken, Sevinç Çokum gibi yazarlar geleneklere bağlı muhafazakâr düşünceye yaslı öykülere imza atarlar. 10
1980 SONRASI TÜRK EDEBİYATINDA KADIN ÖYKÜCÜLER
1980 ve 1990’lı yıllarda birey merkezli yazılan öyküler ile Güneydoğu Anadolu ve Doğu insanının sorunları ele alınırken, bunların politikaya malzeme edilişi eleştirel bir bakışla incelenir. 1910-1990 yılları arasındaki seksen yıllık dönemde öykü ortamına giren 750 öykücüden 80’inin kadın olması bu dönem Türk öykücülüğünde hâlâ erkek egemen bir yapının olduğunu göstermektedir.
80’li yıllarda ilk ürünlerini vermeye başlayan bu isimlerin çoğu bugün hâlâ yazmaya devam etmektedirler. Dönemin öne çıkan isimleri ve eğildikleri konular şöyle değerlendirilebilir:
Nursel Duruel (1941), Geyikler, Annem ve Almanya (1982) ve Yazılı Kaya (1997) öykü kitaplarında göç, bireyin kimlik arayışı ve varoluş sorunu gibi konular öne çıkar.
Feyza Hepçilingirler (1948), Sabah Yolcuları (1981), Eski Bir Balerin (1985), Ürkek Kuşlar (1987), Kırlangıçsız Geçti Yaz (1990), Savrulmalar (1997), Öykünmece (2000), İşte Gidiyorum (2009).
Yazdıklarında hayatın gerçekliklerinden beslenir, sıradan kişileri anlatır. Toplum baskısı, geçim sıkıntısı, cinsellik, mutsuz evlilikler ve göç gibi konularını daha çok kadın bağlamında işlemiştir. Öykü kişileri güçlü kadınlardır.
Işıl Özgentürk (1948), Yokuşu Tırmanır hayat (1980), Hançer (1982), Derdim Yeter Sakin Ol (1987), Geniş Mavi Bir Gök (1996), Kedilerin, Martıların ve Delilerin Zamanı (2015), Türkiş Dekameron (2018).
Öyküleri otobiyografik özellikler taşır.
Erendiz Atasü (1947), Kadınlar da Vardır (1983), Lanetliler (1985), Dullara Yas Yakışır (1988), Onunla Güzeldim (1991), Taş Üstüne Gül Oyması (1997), Uçu (1998), İncir Ağacının Ölümü (2008), Hayatın En Mutlu An’ı (2010), Kızıl Kale (2015), Şairin Ölümü (2019).
Feminist bir kurguyla karşıtlıkların gücünden faydalanarak yazar. Kadın konusunu sorgular. Postmodern tekniklerden faydalanır. Bastırılmış kadınlara ses olur.
Pınar Kür (1945), Bir Deli Ağaç (1981), Akışı Olmayan Sular (1983), Hayalet Hikâyeleri (2004).
Toplumsal sorunları ve bu sorunlar içinde temel bir yer tutan kadınların bireysel dertlerini anlatır. Zamandan ve mekândan şikâyet eden kişilerin iç dünyalarındaki huzursuzlukları, birtakım açmazları, yalnızlıkları birey-toplum değerleri uyuşmazlığında ele alır. Romanlarında kadınların karşılaştıkları sorunları ele alırken, aşkı da değişik biçimde işler.
Ayla Kutlu (1938), Hüsnüyusuf Güzellemesi (1984), Sen de Gitme Triyandafilis (1990), Mekruh Kadınlar Mezarlığı (1995), Zehir Zıkkım Hikâyeler (2001).
Ayla Kutlu’nun öykülerinde mekân somut bir gerçeklik taşır. Yazar, öykülerini zengin bir mekân kullanımı ve gerçeklik temeline oturtarak okuyucuya sunar. Öykülerde ağırlıklı olarak yazarın hayatıyla doğrudan ilintisi olan, İskenderun ve çevresi mekân olarak seçilmiştir.
Lütfiye Aydın (1949), İkili Yalnızlık (1985), Cemre (1990), Sengisemai Bir Ölüm (1992), Ölüm Erken Bir Akşamdır (1994), Tsunami ( 1998), Gri Gül (2005).
Ayşe Kulin (1947), Güneşe Dön Yüzünü (1984), Foto Sabah Resimleri (1996), Geniş Zamanlar (1998), Bir Varmış Bir Yokmuş (2006).
Yazarlığının başlangıcında yazdığı öykülerde kadının toplum içindeki durumunu ve kadına uygulanan şiddeti, törelerin ezdiği insanları, din kurslarındaki çarpıklıkları, cinsel suçları ele almıştır.
Zeynep Oral (1946), Yaz Düşüm Yaz (1985), Bir Ses (1986) (Reha İsvan’ın tutukluluk öyküsü).
Kadın sorunlarını ve haklarını konu edinir.
Buket Uzuner (1955), Benim Adım Mayıs (1986), Ayın En Çıplak Günü (1988), Güneş Yiyen Çingene (1989), Karayel Hüznü (1993), Şairler Şehri (1994), Şiirin Kızkardeşi Öykü (2003), Yolda (2009), Yazın Öyküleri (2012), Bir Yılbaşı Hikâyesi (2013).
Sezer Ateş Ayvaz (1956), Aynalarda Yaz (1988), Yeryüzü Taksim (2000), Tamiris’in Gecesuçları (2005), Aynalarda Yaz (2008), Küllenmiş Bir Kuşu Yakalamak (2015).
Öykülerinde modern çağın içinde kaybolmuş, öznelliğini arayan insanların korkularını aktarır. Modern hayatın insanı yalnızlaştıran tarafını sade bir dille öyküleştirir. Kent sıkıntısı öykülerinde sıklıkla kullandığı bir temayken, yazar karakterlerinin iç sıkıntısını şehirden manzaralarla kimi zaman şiirsel düzyazı biçiminde anlatır. Kente dair metaforlar, günlük hayattan sokak sahneleri karakterlerinin tedirginliklerini yansıtır. Metinlerinde günlük yaşam, siyasi koşullar karakterlerinin iç dünyalarıyla birleşerek gerçekçi ve çok boyutlu portreler ortaya çıkartır.
Muzaffer Buyrukçu, “Hayatın Bu Yakası” başlıklı yazısında Jale Sancak’ın öykülerini şöyle değerlendirir: “Jale Sancak‟ın öyküleri, durgun hareketsiz bir zeminde göverir. Heyecan, entrika, kurgu çarpıcılığı, insanın yüreğini ağzına getiren bir coşku yoktur. Ama bir anlatım zenginliği vardır. Okurla baş başa kalan kişilerin yaşamlarını besleyen gölcükleri, ayrıntılı ve dopdolu bir biçimde koyar ortaya. Ruhlardaki karmaşayla, o karmaşanın doğmasına neden olan olayları ustalıkla kurcalar ve okurun iç evrenindeki olanakların arttırılmasına çalışır.”
Son kitaplarındaki öykülerde kent dokusundaki değişim ve dönüşümü de ele alır.
Ayfer Tunç’un öykülerinin anahtar kelimelerini; aşk, aile, yalnızlık, ölüm, fanilik, intihar, gerçek ve kurgu olarak sıralamak mümkündür. O, ağır aşk yaralarını, çıkışsız travmatik duyguları, özellikle insanların düşüş anlarını anlatmayı seçer. Hep bir parçalanmanın, dağılmanın öyküsünü, bu ayrılıkların, kopmaların arka planlarını yazar: aile içi savrulmalar, aşk kırgınları ve yitip giden dostluklar… 13
Kuşağındaki yazarlardan farklı bir şekilde, dramatik yapıda kadın estetiğini başarıyla kurgulayan bir öykücüdür. Kadını başrole koyarak değil, kadın duyarlılığına metne, dile yedirerek, içselleştirerek başarır bunu. 90 sonrası öykücülüğünün temel taşlarından biridir.
Feride Çiçekoğlu (1951), Sizin Hiç Babanız Öldü mü? (1990), 100’lük Ülkeden Mektuplar (1996).
12 Eylül öncesi ve sonrası siyasi baskıları, açlık grevlerini, hapishane yaşamını anlattığı öykülerinde gözlem yeteneği ve ince bir mizah dikkat çeker.
Zeynep Aliye (1952), Yaşamak Masal Değil (1990), Aliye’nin Öyküleri (1992), Dolunay Vardı (1995), Diş İzleri (1998), Raylardaki Merdivenler (1998), Vahşi Kelebek (2002), Çıplak Güvercinler (2005), Bekaret Boncuğu (2011), Prinkipo Fırtına Burcunda (2015).
Aşkı problemli bir zemin üzerinden konu edinmiş, cinsellik, tecavüz, şiddet, bekâret, iki cinsin birlikteliği gibi temaları işlemiştir.
Nemika Tuğcu (1946), Elişi Fotoğraflar (2001) isimli öykü kitabında ağırlıklı olarak kadın bakış açısını öne çıkartır.
90’lar ve sonrasında bugüne kadar gelen yeni kuşak öykücülere ayrıca bakmak gerekir. Bu kuşak artık postmodernizmin olanaklarını sonuna kadar kullanmakta ve konu seçimlerinde olabildiğince cesur davranabilmektedir. Özellikle 2000 sonrası genç kadın öykücüler, anlatım olanakları ve üretkenlik bakımından erkeklerin önüne geçmişlerdir.
Ayşegül Devecioğlu (1956), Kış Uykusu (2009), Başka Aşklar (2011).
Kendisi de 12 Eylül mağdurlarından olan yazar “Kış Öyküsü” kitabında, darbe sonrası ülkenin üzerine çöken ağır iklimi anlatır. Öyküleri yine de bir direnç ve umut taşır. “Başka Aşklar” ise aşktan çok aşksızlığı dile getiren öykülerden oluşur. Günümüzün çalkantılı zamanlarını farklı coğrafyalarda işler. 12 Eylül tahribatını birbirinden değişik mekânlarda ve seslerde dile getirir.
Ayşe Sarısayın (1957), Denizler Dört Duvar (2003), Yorgun Anılar Zamanı (2004), Karakalem Resimler (2008).
Yazar, özellikle kadın dostluğu, komşuluk, anne-kız ya da kız kardeşler arasındaki ilişkiler etrafında geliştirir öykülerini. 14 Öyküleri, üzerinden zaman geçmiş travmaları, bir imgeyle temsil etmenin, zamana-mekâna sığdırmanın ve tek bir anlatıcının dilinden aktarmanın olanaksızlığını, geleneksel hikâye anlatıcısının anlatımdaki otoritesini yıkarak usulca gösterir. 15
Nalan Barbarosoğlu (1961), Ne Kadar da Güzeldir Gitmek (1996), Her Ses Bir Ezgi (2001), Ayçiçekleri (2002), Gümüş Gece (2004), Okur Postası (2014).
Barbarosoğlu, ilk öykü kitabı Ne Kadar da Güzeldir Gitmek’te, herhangi bir zamanda, bir yerinden yaralanmış yaşamların kırılma noktasına eğilir. Küçük kırgınlıkların, sevinçlerin, yıkım ve düşlerin, yüzeyin altındaki dönüşümlerini anlatır. Öykülerinde beton kentlerde yaşanan yalnızlıklar, içlerindeki sesleri dinleyen insanlar, çoğu öykünün ortak öğesi olan içsel konuşmalar, kendilerini arayan insanlar vardır.
Kadınlık hâllerini, aile ortamlarını, yalnızlığı, iletişimsizliği titiz bir dil işçiliği ve derin bir duyarlıkla yansıtır. 10
Suzan Bilgen Özgün (1963), Gölgede Kalanlar (2011), Yıldızlara Bakıyor Bazılarımız (2015).
Dilde yarattığı duyarlılıkla hayata dair öyküler anlatır. Kadınları, erkekleri ve çocukları aynı sadelikle dile getirir. Anlattıklarında önemli olan yaşananlar değil, bunların bıraktığı izlerdir.
Gaye Boralıoğlu (1963), Hepsi Hikâye (2001), Mübarek Kadınlar (2014).
Hepsi Hikâye tek bir kadın karakterin gündelik hayatla, yetişkin olma durumuyla, ilişkilerle ve kendine çizilmiş kimlik sınırlarıyla baş edemeyişini, absürde kayan bir mizah ile konu edinir. Meçhul ve Aksak Ritim’den farklı olarak görece iyi eğitim görmüş, orta gelir düzeyinde bir karaktere odaklanır. Meçhul ve Aksak Ritim, toplumun alt sosyo-ekonomik düzeyini oluşturan varoşlardaki akıllı ve çekici bireylerin bu özellikleri dolayısıyla içinde yaşadıkları topluluklar tarafından cezalandırmalarını konu edinir.
Dilde yarattığı estetik ve öykülemedeki yeni arayışlarıyla öne çıkar. Hayata dair her şeyi öykünün konusu haline getirir. Buna çirkinlik ve kötücüllük de dâhildir. Cesaretle, sözünü sakınmadan yazar.
Müge İplikçi (1966), Perende (1998), Columbus’un Kadınları (2000), Arkası Yarın (2001),Transit Yolcular (2002), Kısa Ömürlü Açelyalar (2009), Çok Özel İsimler Sözlüğü (2017).
Öykülerinde iletişimsizlik, yalnızlık, varoluş temalarını işler.
Aslı Erdoğan (1967), Mucizevi Mandarin (1996), Taş Bina ve Diğerleri (2009).
Aslı Erdoğan’ın öykülerinde olay örgüsünden çok durumlar ve ruh halleri önem kazanır. Yara, Aslı Erdoğan metinlerinin ana temasını belirler. Metinlerin okuru rahatsız eden açıklığı ve gerçekçiliği de bundan kaynaklanır. Yara; fiziksel, ruhsal ve toplumsal olmak üzere üç boyutludur. Yabancı coğrafya da yazarın metinlerinde sıkça rastlanan bir temadır. Bunların dışında ölüm, iletişimsizlik, şiddet, cinsellik de öykülerinde yer bulur.
Delirerek ölenlere ithaf edilen, Deli Kadın Hikâyeleri kitabında, yaşadıkları gerçekliğin yükünü kaldıramayan, ağırlığını kadınların oluşturduğu karakterlerin delirme öykülerini anlatır. “İnsanların zor halleriyle çok dertlendiğim için aydınlık, parlak, mutlu ya da çok pozitif şeyler yazamıyorum. Yazmaya değecek şeyin dert olduğuna inanmış bir yapım var,” diyen Mine Söğüt’ün yapıtlarında genel olarak insani zaaf ve kötülüklerin, karamsarlığın, ölüm ve şiddetin hâkim olduğu bir atmosfer kendini göstermektedir.
Sibel K. Türker (1968), Kalp Yazan (2003), Öykü Sersemi (2005), Ağula (2007), Aşk’ın Kalplerimizdeki Mutat Yolculuğu (2014).
Ayşegül Çelik (1968), Korku ve Arkadaşı (2003), Şehper; Dehlizdeki Kuş (2008), Kâğıt Gemiler (2010).
Feryal Tilmaç (1969), Mevt Tek Hecelik Uyku (2007), Aradım Yaz Dediniz (2009), Esneyen Adam (2013).
Hande Öğüt (1970), Bomonti’den Harbiye’ye (2010).
Yazılarında genellikle feminist eleştiriye odaklanır. Edebiyattan görsel sanatlara dek geniş bir çerçevede yayımladığı eleştiri yazıları, kadını merkeze alır.
Dil ve biçemiyle özgünlük arayışından çok, bir “kusursuzluk” ve “yetkinlik” peşindedir. Sandık Lekesi, onun daha derinlikli, kalıcı öykü arayışının göstergesidir. Kitap, doğum, ölüm, yalnızlık, aldatılan kadın, cinsellik temaları etrafında oluşur. Öykülerine baktığımızda üç ana vurgunun öne çıktığını görürüz; sokak enstantaneleri, genç kızlık halleri ve masalsı anlatım.16
Berna Durmaz (1972), Tepedeki Kadın (2011), Bir Hal Var Sende (2012), Bir Dasit Daire (2013), Karayel Üşümesi (2016), Metal Hayatlar (2018).
Yaşamın içindeki çelişkileri, yanılgıların yol açtığı fantastik görünümleri kovalar. Küçük kasabaların, kenar mahallelerin nabzını tutar. Yoksul kadınlarla çocukları, emeğiyle geçinen, tüm ezilmişliğine karşın neşesini yitirmeyen halktan insanları güçlü gözlemlerle anlatır.
Karin Karakaşlı (1972), Başka Dillerin Şarkısı (1999), Can Kırıkları (2002), Yetersiz Bakiye (2015). Özellikle toplumsal konularda yazar.
Şebnem İşigüzel (1973), Hanene Ay Doğacak (1993),Öykümü Kim Anlatacak (1994), Kaderimin Efendisi (2001).
Edebiyatta kötücüllükten sakınmaz. En olmadık durumları bile taraf tutmadan, açıkça anlatır.
Şule Gürbüz (1974), Zamanın Farkında (2011), Coşkuyla Ölmek (2012).
“Zaman” ve “değişim” kavramları, öykülerinin temel ögelerindendir. Çağdaşlaşmanın, Batılılaşmanın “şaşkın ve muzdarip” hale getirdiği insanları yoğun olarak işlerken, yeni ve eski karşısındaki çarpılmayı ve bireydeki sarsıcı etkisini gündeme getirir. 16
Birgül Oğuz (1981), Fasulyenin Bildiği (2007), Hah (2012).
Toplumdan itilmişliği, yabancılığı, toplumların kendinden olmayana karşı acımasızlığını, insanların kendini var etme mücadelesini anlatır. “Hah” içindeki öykülerin ortak teması yastır.
Pelin Buzluk (1984), Deli Bal (2010), Kanatları Ölü Açıklığında (2012), En Eski Yüz (2016).
İnsan psikolojisine derinlemesine indiği öykülerinde fantastik anlatımı tercih eder. Susarak, eksilterek anlatır.
Kadın yazarların ve özellikle kadın öykücülerin genel olarak seslerini duyurmakta zorlandığı bir ortamda, bunu başarmış nadir yazarlardandır. Kadın, aşk, cinsellik gibi konuları işler.
Yeni dönem kadın öykücülere ve kitaplarına göz attığımızda kadının artık içine sıkıştırılmak istendiği alandan çıktığını, kendini kadın olarak ifade etmenin de ötesine geçtiğini ve edebiyatta kadın-erkek ayrımı gözetilmeksizin her şeyi anlatabildiğini görüyoruz. Eskiden yalnızca erkek yazarların tekelinde görünen toplumsal olaylar, siyaset, şiddet, köy/kent sorunsalı, cinsellik, aşırılıklar vb konular artık kadın yazarların da rahatlıkla ele aldığı ve kalem oynattığı konular haline geldi.
Kadın öykücülerin sayısal olarak artması sevindirici. Hatta son zamanlarda kadınların öyküdeki başarısı ve üretkenliği erkek yazarların önüne geçmiş durumda. Bunda hiç kuşkusuz, öykünün tür olarak kadın doğasına daha uygun oluşunun payı büyük. Kadınlar doğuştan gelen detaycılıklarını, titizliklerini öykü diline uyarlamayı denemişler, kendilerine özgü bir söylem yaratmayı başarmışlardır. Özellikle, erkek egemen yapının yüzyıllar boyunca dayattığı “edilgen” kadın imgesi, kadınlar tarafından da erkek bakış açısıyla ifade edilerek desteklendikten sonra en sonunda “birey” olarak var olan kadına dönüşmüştür.
Kadınların yaşadığı haksızlıklar; töre cinayetleri, kadın şiddeti, cinsel istismar gibi başlıklarla öyküye taşınmaya ve yine kadın gözüyle aktarılmaya başlamıştır. Kadın bedeni ve cinsellik eskisi gibi erkeğin belirlediği dinamiklerle değil kadınların kendi bakış açılarıyla işlenmektedir. Kadınların öyküde yer bulmasının ötesinde artık LGBT bireyler de kişilikleri, dertleri ve açmazlarıyla öykü kişilerine dönüşmekte, en çok da kadın öykücülerin duyarlılığı ile kaleme alınmaktadırlar.
Kadın öykücüler biçimsel denemelere de açıklar. Yeni ve deneysel öyküleri kaleme almaktan artık çekinmiyorlar. Ancak yine de edebiyat dünyasının erkeklere sunduğu fırsatlardan tamamen faydalanabildikleri söylenemez.
GENEL DEĞERLENDİRME
Türkçe edebiyatın bugün en çok rağbet gören konuları “direnen”, “anti-kahraman”, “tutunamayan” roman ya da öykü kişileri yaratmak ve bunlar hep erkek kahramanlar üzerinden üstelik de eril dil ile ifade ediliyorlar. Cinsiyet rolleri toplumun yüzyıllardır biçtiklerinden farksız. Kadın evde de kamusal alanda da (ki kamusal veya çalışma alanları maalesef hâlâ erkek egemen) ezildiğinde, hırpalandığında, ötekileştirildiğinde bir öykü ya da romana uygun bulunuyor. Kadın bedeni dün olduğu gibi bugün de ticari kaygıların merkezinde, metalaşmaktan kurtulamıyor. Üstelik kadın yazarlar da zaman zaman buna, erkek söyleminin şekillendirdiği bir karşı söylem ile katkıda bulunuyorlar. Eril ya da ataerkil karşıtı bir ifade ararken aynı tuzaklara düşmüş buluyorlar kendilerini. Kadın roman ya da öykü kişilerinin kadın gibi konuşmadığı, kendilerini kadın gibi ifade etmediği, tam tersine kimi zaman bir karşıtlık kaygısı ile sivrileştiği, kadın inceliklerini ya da bakış açısını yitirdiği, kimi zamansa erkek egemen dilin/yapının hizmetinde dile geldiği pek çok kurmaca var. Oysa doğaları gereği incelikleri, derinlikleri, sorgulama ve kıyaslama becerileri olan kadınlar yazıya da bunu aktarmakta güçlük çekmiyorlar. Kadınların edebi metin gücü de doğalarındaki bu karmaşa ve derinlikten besleniyor; sorgulayan, dikkatli, ayrıntıları gözlemleyen doğalarından. Tek sıkıntı bunun evrensel anlatıya dönüşmesini engelleyen, “kadınsal” tabir edilen sınırlar içine öteleyen hâkim ataerkil iktidar dili. Bu nedenle çoğu hâlâ sessiz ve üretirken bile kendilerini içine sıkıştırıldıkları bu baskıdan kurtaramıyorlar. Ve en acısı belki de bazıları bu egemen dilin/eğilimin onlarda yarattığı otosansürün farkında bile değiller. 1
Kadın öykücülerin, önlerinde duran bu eril dil engelini de aştıktan sonra modern öyküde büyük bir çığır açacakları ve edebiyat dünyasında çok şeyi değiştirecekleri şimdiden görülebiliyor. Edebiyatı bugün olduğundan daha ileriye taşıyacak olan kadınlar. Bu da kadının dramatik yapıda başrolde olmasıyla değil, ancak kadın duyarlılığının içselleştirilmesi ile mümkün. Estetik yapıda kadın bakışının metne yedirilmesi ve kadın elinin öyküye tamamen değmesiyle yeni bir edebiyattan söz etmek olası. Yalnızca kadını anlatmakla ve erkek egemen zihniyetin belirlediği kurallarla kadını edebiyat içinde konumlandırmakla hâkim erkek estetiğinin kırılması mümkün değil.
Özgün kadın dilinin ve bakış açısının tavizsiz şekilde edebiyatta yer bulması önündeki en büyük engelse maalesef erkek egemen kültürün basım/satış/tanıtım alanlarındaki tartışılmaz hâkimiyeti. Bunun aşılabildiği gün hiç kuşkusuz edebiyatta da yeni bir dönem başlayacak.
KAYNAKÇA:
- IAN Edebiyat, Mart 2016, Gamze Güller
- Çağdaş Öykücülüğümüze Kısa Bir Bakış, Türk Öykücülüğünün Genel Çizgileri, Selim İleri
- Cumhuriyet Öncesi Kadın Yazarların Romanlarında Toplumsal Cinsiyet Ve Kimlik Sorunsalı (1877-1923), Doktora Tezi, Ağustos 2012, Ayşegül Utku Günaydın (Sf. 300, sf. 303)
- Gülendam,R., 2008, Romanımızda Kadın Kimliği (1860-1960)
- Nazlı Eray Öyküsünde Kentli Kadın Kimliği, Yazın ve Deyişbilim Araştırmaları, Seyit Battal Uğurlu, Macit Balık
- Öykümüzün Kırk Kapısı, Hece Yayınları, 2013, Necip Tosun
- Öykücülüğümüzün Kısa Tarihi, Notosoloji, Şubat 2013, Semih Gümüş
- Nezihe Meriç’in Eserlerinde Kadın Kimlikleri ve 1950’lerin Kadın Sorunları, Yüksek Lisans Tezi, Ankara-2011, Deniz Erenci 109-110
- Edebistan, Nisan 2015, Ömer Lekesiz
- Türk Edebiyatı Dergisi, Mart 2007, Sayı:401, Necip Tosun
- 1980 sonrası Türk öyküsünde Yüzleşme, Yalnızlık, İçe Dönüş Temaları, Hece Öykü, sayı: 9, Necip Tosun
- Selçuk Baran Öykücülüğü, Ömer Solak, Kesit Yayınları
- Necip Tosun, Eşik Cini, Sayı: 4, Aşk Kırgınları, Yalnızlık Ve Ölüm: Ayfer Tunç Öykücülüğü
- Asuman Kafaoğlu-Büke Edebiyat Eleştirileri, Yazın Sanatı, 12 Eylül 2008
- Hande Öğüt, Radikal Kitap /15/08/2008
- Günümüz Öyküsü, Necip Tosun, 2015
- http://tr.writersofturkey.net/
İlk Yayın KE 6. sayı