Yanımızda üç bavul, iki zembil, iki sırt çantası ve bir yiyecek torbasıyla havaalanına girdiğimizde, tatile giden sıradan bir Türk ailesiydik. Bizim gibi çok bavullu ailelerin ve tek başına, eşyasız seyahat eden –ah ne acıklı ah/ah onları ne çok kıskanıyordum o anda ah- arkasında kuyruğa girdik. Birinci aşama yanımızdaki her şeyin xray üzerine konulması. Üzerimizdeki bütün metal eşyalar ayıklanacak, bilgisayarlar çantalardan çıkarılıp yatay şekilde kutuya yerleştirilecek.
Ama asıl kıyamet check-in bankosunun önünde koptu. Bagaja vereceğimiz bavulların ağırlığı toplamı maalesef üç kişinin taşıma hakkının üzerindeydi. Nice matematik problemleri çözmüştük de böylesiyle karşılaşmamıştık. Çünkü birinden alıp diğerine koymak da işe yaramayacaktı. “Ne yapacağız?” dedim asık suratlı görevliye. “Fark için para ödeyeceksiniz,”dedi. Hadi bakalım. Ucuz diye aylar öncesinden bilet almışız, seyahat günümüzü milim kıpırdatamamışız, şimdi üç-beş kilo uğruna business uçar gibi para ödeyeceğiz. “Pek üç-beş sayılmaz,” dedi görevli. “8 kilo fazlanız var.”
Bu cümle normal şartlarda sarf edilse bildiğiniz kavga sebebi. Hatta boşanmalara bile sebep olabilir. Ama yer görevlisi söylediğinde büyük bir utanç dalgası sardı ortalığı. Biz başlarımızı öne eğdik. Sırada arkamızda bekleyenler işin uzayacağını anladıklarından içlerini çektiler. Karar verilmişti. Heyecanla bağırdım: “Açın bavulları!”
Anahtarlar bulundu, şifreler hatırlandı –ki bu bile biraz zaman aldı-, bavullar açıldı. Arkamızdaki kuyruk an be an uzarken en mahrem hallerimiz bir havaalanı dolusu insanın önünde gözler önüne serildi. Söylemesi ayıptır, çok iyi bavul yerleştiririm. En ufak bir boşluk kalmamacasına, müthiş geometrik bir düzen yaratırım bavulun içinde. Ama bu yetenek havaalanında bir lanete dönüştü. Bu takıntı yüzünden bavulun dibine elimi sokayım da ağır çeken, altlık olarak yerleştirdiğim kitapları çıkarayım demem mümkün olmadı. Bavulun içi jenga oyunu gibi kusursuz bir sıkılıkta. Bu nedenle önce üsttekiler saçıldı ortalığa. Sonra orta katmanlardakiler. Bavul harman yerine döndü. Bütün özelim ortada. Kitaplar ufak ufak zembile aktarıldı. Çanta oldu bir gülle. Bir taraftan oğlan sürekli mızıldanıyor, “Acıktım ben.”
Türk’ün bavulla imtihanı bitmez. Biz her yere her şeyimizi taşıyıp götürmek isteriz. Küçük yaşamaktan haberdar değiliz. Bu yüzden arabayla seyahati severiz. Evden götürdüklerimizle yetinmeyip, yollarda da durup yığınla şey alırız. Kavun olsun, karpuz olsun, tahta kaşık olsun, hep ihtiyaçtır bunlar. Mümkün olsa evdeki koltuk takımlarını bile yükleyip götürmek arzusu taşırız. Gittiğimiz yerin koşullarına uyum sağlamak yerine illa kendi düzenimizi kurmak isteriz.
Biz elimizdeki zembiller ve sırt çantaları ağzına kadar dolu bir halde ikinci kontrol noktasına doğru kan ter içinde zor bela ilerlerken, fark ettim ki sağda solda nice bavullar açılmış, nice aile kavgaları başlamış. Bense kara kara dönüş yolculuğunu düşünmeye başlamıştım bile. E gittiğimiz yerden de bir şeyler alacaktık elbet canım! Eli boş dönmek olmaz ya…