Bir kitabı okuyup bitirdiğinizde sizde kalanlar nelerdir acaba? Türkçenin ırmak boyu kıvrılan, köpüklenen, tekrar düze çıkan, gölgelenen, tazelenen akışını seyre dalmak küçümsenmemeli. Kimileri okumayı daima gurbette olma hissine yakın bulurlar. Kimileri yaşama en sade halimizle katılmanın şöleni sayarlar. Her okuyucunun bu serüveni anlamlandırmada sizi şaşırtacak kadar mahir, sürprizlerle dolu tanımlaması olabilir. Bu türden bahis açmaları işitince çoktandır uzaklarda olan ve epey süredir de haber alamadığınız bir tanıdığınızdan yanıt almışçasına sevinebilirsiniz. Ben ise her defasında hayretimi kimlerle paylaşacağıma karar veremem. O anın mutluluğunu özel tarihime kaydetmenin ayrıcalığını da yaşarım bir bakıma. Gönenirim, erinç duyarım.
İnsan evladı etrafına bakar; baktığı yerin, nesnenin ondan haberi olmasa dahi! Değişen görüntülerin bir imge sağanağı halinde üzerimize düştüğünü hissettiğinizde sanatsal bir dürtünün hücumuna maruz kalmışsınızdır. Artık sizden sabah 08.00, akşam 17.00 arası mesai sürdürecek herhangi bir mesleğin icracısı, temsilcisi olmanız beklenemez. Doğanıza uymaz böylesi bir tercih. Belki karnınızı doyuracak, hayatın sıkıntılarını bir süreliğine de olsa göğüsleyecek, başınızdan savuşturacak; sizi sisteme, başkalarına muhtaç düşürmeyeceği için geçici bir çare olarak da görebilirsiniz bu türden işleri. Yazıya bulaşmayı istemek ödenmesi gereken bedelleri göze almayı da gerektiriyor. Hiç yüksünmeden, imtina etmeden bu sözleşmeyi şairler, yazarlar ezelden beri çekinmeden imzalıyorlar.
Reha Mağden, başı ve sonu önceden planlanmamış, yaşamın kendi seyri içinde uygulamaya bazen cesaret edemeyeceği, sebepsiz, yersiz bir o kadar da sahipsiz vedaların öyküsünü sunuyor okuyucularına. Yaşanmışlıkların, birbirine yük olmaya, ağır gelmeye başlayan tanıklıkların ilerde tesadüfen de olsa yeniden kesişmesi muhtemel karşılaşmaların, kıyısına, köşesine serpiştirilen iç dökümlerini muhataplarının izni ile kendi serencamlarına eklemelerini de kolaylaştırıyor. Reha Mağden öykülerinin atardamarlarında böyle bir duygu yoğunluğu dolaşıyor. Benim o öykülerden aldığım tat söyletiyor bu sözleri.
Sait Faik’i, Burgazada’yı ve Galatasaray’ı sevdiğini bildiğim ama yakından tanıyamadığım bir yazar Reha Mağden. Aynı şehirde doğmuş olmamız, aynı sokaklarda uzun bir süre yaşamışlığımız söz konusu. Sait Faik’i sevmenin her zaman affettirici bir yönü vardır. İşin içine bir de Burgazada ve Galatasaray katılınca, o kişinin benim nezdimdeki kredisi kolay kolay tükenmez. Sevginin olması gereken hallerinden biri de ona sürekli gösterilen özendir. Sevgisinin sürekliliği için her fırsatta özen gösteren biri, onu, içinde yeşerttiği kadar kendisine duyulan saygıyı da çoğaltır.
Yaşantılarımızın toplamı, insan ilişkileri, kozamızı örenken verdiğimiz emek ve mücadeleler; bizi diğerlerinden ayıran ya da onlara yaklaştıran her türlü ayrıntı, geride hava kabarcıkları ile dolu küçücük balonlar halinde boşluklar bırakıp, soluduğumuz havaya karışır. Başımızın hemen üstünde, uzatsak elimize değecek mesafelerde asılı kalan o boşlukların içini doldurmaya herkesten önce şair, yazar, besteci dahası sanat insanları gönüllü olur. Çünkü önlerinde kendi hikâyelerini de katacakları, insanın yeryüzündeki hallerini kendine özgü bakışlarıyla harmanlayacakları mümbit bir alan açılmıştır. Bu alan ilelebet boş ve ıssız kalmayacak; hayat, sanat ve edebiyat buna müsaade etmeyecektir.
Yalnızlık Ömre Dâhil Değil
Reha Oğuz Mağden 13 Nisan 1955’de Ordu’da Gürcü asıllı bir ailenin ikinci çocuğu olarak doğdu. Asıl soyadları Madişvili’dir. İlkokul dördüncü sınıfa kadar Ordu İsmetpaşa ilkokulunda öğrenim gördü. Babası Hamdi Mağden’in Adalet Partisi’nden Ordu Milletvekili seçilmesi nedeniyle Ankara’ya taşındılar. İlkokul beşinci sınıfı Ankara Bahçelievler İlkokulu’nda tamamladı. Ortaokulu Ankara Cumhuriyet Ortaokulu’nda, liseyi ise Yükseliş kolejlinde okudu ve ardından Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun oldu. Anadolu Ajansı İç Haberler Müdürlüğü’nde (1985) göreve başladı. Radikal Gazetesi’nin kuruluşunda yer aldı, yazı işleri müdürü oldu. Birgün gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Nokta, Tempo, Aktüel ve VS dergilerinde, Posta ve Yeni Binyıl gazetelerinde çalıştı. 25 Temmuz 2006 tarihinde İstanbul’da 51 yaşında iken yakalandığı kanser hastalığından kurtulamayarak vefat etti. İsteği üzerine Burgazada mezarlığına defnedildi.
Çocukluğumun Şarkiye ve Elmalık mahallerinde iki seçkin gurup vardı: Mübadiller ve Gürcüler. Mübadil, muhacir olarak karıştırırdık onları. Müthiş bir yemek kültürleri vardı. Börekler, tatlılar, bol soğan ve sarımsaklı, tavuk ağırlıklı yemekleri olan; iştahlı ve konuşkan komşularımızdı hepsi de. Çocukluğumda Gürcüler daha çok mensubiyetleri dâhilinde evlenirler, Ordu’nun yerli halkından kız alırlar lakin Gürcü olmayan birine kız vermezlerdi. Nadiren de olsa birbirini çok seven âşıklar bu geleneği bildiği için kaçmak suretiyle evlenirlerdi. Bu türden kaçarak Türklerle evlenen bazı Gürcü kızlarını hatırlıyorum. Onlara daha çok saygı duyulurdu. Bizlerin yanında mahrem ya da önemli saydıkları konular olunca Gürcüce konuşur, bazen güler bazen de ciddileşirlerdi. Hayatın neşesi onların yanında daha çok hissedilirdi. Ama Gürcü olmayan komşularla aralarında daima saygı ve sevgi bağlarını da korumaya çalışırlardı. Sarışın, açık tenli, yeşil gözlü, neşeli ve çalışkan insanlardı çoğu…
1923-1927 yılları arası Yunanistan ile yapılan anlaşma gereği Ordu iline 1248 Mübadil yerleşmiştir. Türkiye ile Yunanistan arasında gerçekleştirilen nüfus mübadelesi, Kurtuluş Savaşı ve Mudanya Anlaşması sonrasında, İsviçre’nin Lozan şehrinde toplanan Lozan Barış Konferansı’nda alınan kararlardan biridir. Bu karar, 30 Ocak 1923’te imzalanan “Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol” ile kesinlik kazanmıştır. Mübadele sözleşmesinin sonucu olarak İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada’da ikamet eden Ortodoks Rumların dışında tüm Anadolu’da ve Doğu Trakya’da ikamet eden Ortodoks Rumlar Yunanistan’a, Batı Trakya dışında Yunanistan topraklarında yaşayan tüm Müslümanlar Türkiye’ye gönderilmiştir. Kafkasya’nın en eski milletlerinden biri olarak kabul edilen Müslüman Gürcüler, 1877/1878 Osmanlı-Rus Harbi (93 Harbi) sonrasında Batum ve civarından Anadolu’nun birçok iline göç etmişlerdir.
Reha’nın vefatının ardından yazan Mehmet Y. Yılmaz’ın şöyle bir cümlesi var: “Garip tesadüflerin, gerçek üstü gibi görülen olayların hep onun başına gelmesi onu hatırlarken yüzümüzde bir tebessüm doğmasına yol açacak.” Vefatından birkaç gün önce gazete yazılarından seçilen ‘Kalem Ele Küsmeden’ kitabının prova baskısını görebildi. 12 Eylül’ü takip eden günlerin birinde aranan bir arkadaşını evinde sakladığı için yargılandı ve bu suçtan dolayı bir yıl hapis yattı. Polise tek cümlelik bir ifade vermişti: “Ben komünistim kardeşim, saklarım!”. Paşalardan kendisine kalan bu anının devamı da var. Rahatsızlığının son evrelerinde Süreyyapaşa Sanatoryumu’nun B blok, 8. Katında, 809 numaralı odada tedavi gördü.
Birgün gazetesi Mağden’in anısına yaşatmak üzere vefatından üç yıl sonra 2009’da “Reha Mağden Öykü Ödülü”nü vermeyi kararlaştırdığını duyurdu. Gazeteci-yazar Doğan Hızlan’ın başkanlığını yaptığı seçici kurulda, Latife Tekin, Güldal Kızıldemir, Ayfer Tunç, Cemil Kavukçu ve Ahmet Tulgar yer alıyordu. Sonuçlar açılınca tam bir fiyasko ortaya çıktı. Yarışmayı ‘Saçları Deli Çoruh’ öykü dosyası ile Kevser Ruhi’nin kazandığı açıklandı. Bu haber sonrası basında hayli ilginç bilgiler çıkmaya başladı. Meğer jüri üyelerinin hiçbirine öykü dosyası ulaşmamış. Yani jürinin dosyayı okumadan ödül verdiği iddia ediliyordu. Ödül jürisinde Birgün gazetesi adına yer alan Ahmet Tulgar’dan bu gelişmeler üzerinde bir açıklama yapması beklenildi. Muhatapların sessiz kalması üzerine Kevser Ruhi, 2 Haziran’da kamuoyuna ve yazar örgütlerine ‘Reha Mağden Öykü Ödülü’nü reddettiğini duyurdu. Çünkü 28 Mayıs günü Çukurova Edebiyatçılar Derneği, aynı dosyaya Orhan Kemal Öykü Ödülü’nü verdiğini açıklamıştı. Kafasının dikine giden, muzip, fırlama, kalbinin anahtarı yüzünü gördüğü ve görmediği dostlarının elinde, uslanmaz kompliman, darbeyi karaciğerinden beklerden akciğerinden yiyen bir serazat… İki ayrı eşinden doğan Ekim ve Arçil’in babası… Eros’un yol arkadaşı, Karacaoğlan’ın öyküdeki kardeşi…
1950’nin başlarında Adnan Menderes Ordu’yu ziyaret ettiğinde Demokrat Parti il başkanı olan Hamdi Mağden’in evini de kısa süreliğine ziyaret eden. Daha kundakta olan evin bebeğine isim olarak Reha Oğuz’u önerir. Reha’nın annesi Ayşe Hanım’ın bu öyküyü gururla anlattığı söylenir. Aslında durum öyle değildir. Reha işin aslını yıllar sonra babası Hamdi Bey’den öğrenir: Meğer Hamdi bey, o dönemin Trabzonsporlu futbolculardan Reha ve Oğuz’un adlarından almış, söylentiye göre de, o an Demokrat Parti sevgisi sona ermiş ve Sol’a doğru yeni bir yolculuğa çıkmıştır Reha.
Ece Ayhan’ın Ordu’ya geldiğini ilk kez Reha’nın bir yazısından öğrendim. Reha, Ece Ayhan’ı Ordu’dan arkadaşı Ali Ünsal Bayraktar’dan öğrenir. Reha’nın kayınvalidesi Foça’da oturuyormuş. Ece Ayhan’ı yerleştirecekleri sakin bir kasaba aramaya koyulmuşlar. Ordu’ya gelmiş, Çambaşı yaylasında konaklamışlar. Ece Ayhan memnun kalmış Ordu’dan: “Buranın kadınları ne kadar sert konuşuyorlar” diye övgüyle bahsetmiş onlardan. Yaylada kaldıkları süre boyunca Ece Ayhan her sabah cipin aynasında traşını olmuş. Ece Ayhan ceketinin altına bir eşofman üstü giyermiş. Reha, “Bu da ne Ece Amca?” deyince, o da “Sana ne” dermiş.
Şile Bezi Gül Kurusu Sedef Düğme…
Gülümsemeyi bu kadar çok seven ve gülümsemenin bu denli yakışanına çok da rastlamamıştır yazın dünyamız. Somurtkanlık, ciddi görünme, bir davanın sorumluluğunu taşımanın bıktıran ve yoran ifadelerinin aksine, Reha yaşanın neşesini önemseyen, insanı ezen her türlü baskıyı gülüşü ve inadı ile izole etmeye niyetli bir yazardı. Son anına kadar bu tavrını korudu. Geride kalanlara bir tebessümün yaralarımızı onarabilme kabiliyetinin de olabileceğini, iyimserliğe ve aşka daima şans tanımamız gerektiğini de öğütledi. Geçip giden bir ömrün anlamlı, inanılan değerler uğruna sarf edilebilineceği kadar; içinde aşkın, neşenin yoğun duygusallıkların da barınması gerektiğini hatırlattı bizlere.