Havada Bir Nefes Suda Bir Yudum
10 Şubat 1956 Cuma günü kış kendini iyice hissettirmişti Ordu Perşembe’de. Birkaç gündür yağan kar yarım metreyi bulmuş, çevreye, insanlara, ağaçlara efsunlu bir manzarayı cömertçe sunmuştu. Evin reisi, yaşadığı yılların yorgunluğunu gençliğinin verdiği mücadele duygusuyla geçiştiriyor, evlenebilmek için sekiz yıl beklediği eşinin ve henüz iki ay on bir günlük kızının yaşamına eklediği sevgi tablosuna, renkleri ışıltı saçan fırça izleri eklemeye çalışıyordu. Kenarına taşırmadan tamamlamak gerekiyordu bu panoramayı. Çünkü yersiz gücenmelerin, sebepsiz vehimlerin insafına bırakılmayacak kadar değerli, hak edilmiş ve alın teri dökülmüş bir aşkın masumiyeti apaçık ortada, kimseyi incitmeden ve yaşamı genişletircesine duruyordu.
Yirmi sekiz yaşının henüz ortalarına gelmemiş olan genç adam işinden evine döndüğü cuma akşamından beri halsiz, bitkin ve rahatsızdı.12 Şubat 1956 Pazar sabahı, üzerinde, kış mevsiminin ağırlığını hissettirdiği kırıklıkla pencereden dışarıyı seyrediyordu. Tek tük sokaktan geçenlere, onların karda açtıkları taze, soluk, üzerinden başka geçen olmazsa hemen kaybolmaya yüz tutacak olan ayak izlerine bakıyordu. Gözleri, elinde tabip çantasıyla geçen hükümet doktoru Bayram Bey’e ilişti. Yüzü gevşedi, bakışlarına inen alaca duman sıyrıldı, damarlarındaki kan akışını var gücüyle eski temposuna ayarladı. Pencereyi bir çırpıda açtı ve Bayram Bey’i eve davet etti. Niyeti yakalandığı soluk algınlığının kızına buluşmasını önlemek, onun da ateşler içinde kalmasına fırsat vermemekti. Hükümet tabibine iğne olmak, rahatsızlığını çocuğuna geçirmemek niyetini söyleyiverdi. Bayram Bey, hal hatırdan sonra hastasına iğnesini yaptı, dinlenmesini söyledi, haber verirse yarın yine uğrayacağı bildirerek oradan ayrıldı. Genç adam iğnenin etkisiyle yatak odasına çekildi, yorganının yarısı üzerine örtüp uyuklamaya koyuldu.
Bir surete âşık olmak, doğu edebiyatını beslediği gibi, zaman zaman her milletten insanı da büyüsüne katabiliyor. Aslında habersizce yakalanan bir bakışla başlamıyor mu her şey? Sevda denen duygunun alevini tutuşturan ilk kıvılcım, hesapla kitapla çakılmıyor sanırım. Modern zamanların aşkı, işin içine teni de katsa, aşka, iptidai çerçevede rahatlıkla bir tanım verilebiliyor. Vardır çünkü. Olmuştur da. Belki sürdürülen ve devredilen bir alışkanlık olmasa bile, doğunun batıya en yakın ülkesi olan Anadolu, bu türden aşkların yaşandığı en mümbit toprakların başında geliyor diyebiliriz. Karacaoğlan’dan bu yana aşka getirilen tarif, o sevdaların künhüne varamıyor ne yazık ki. Varsın olsun! Bir yüze âşık olmanın ayrıcalığı hep akıllarda kalacak.
William Shakspeare’in “hoşumuza giden bedenlerin içine hayalimizdeki ruhu yerleştirip adına aşk diyoruz” sözünden Kürk Mantolu Modanna’daki Maria Punder’e oradan da Metin Erksan’ın ‘Sevmek Zamanı’ filmindeki Halil’in obsesyona varan sevme hallerinin ortak bir nesnesi var. Suretine âşık olunan o kimlikler arasında fiziki değilse de hissettirdiği duygular yönünden bir bağ, bir benzerlik görülüyor. Yani âşık olma duygusu için mutlaka bir suretin belirmesi şart. Hayatta karşılığı olmasa bile, içimizde oluşturduğumuz o resme en uygun modellerdir aranılan.
Rüzgârı da yardıma çağırırız kimi kez. Havalanan tül perdenin odaya sızdırdığı ışığı kim özlemez ki! Hele yârin, saçlarını alnından alıp kadife bir perdenin kıvrımına denk gelecek şekilde yine kendi dudağına iliştirmesi, katlanılır bir şey mi? Sizi bilmem ama ilk gençlik aşklarımın fragmanı bu türden sahneler ile dolu. Dönüp geriye baktığımda yaşamımı güzelleştiren ve beni içimdeki sızı ile kimi kez küstüren kimi kezse barıştıran ayrıntılar, hep o duygunun izlerini taşıyor.
Aşk, tarafların kavuşması ile sihrini yitiriyor mu? Uğruna onca savaş ve emek verilen bir sevginin finaline, aynı yoğunluk ve tutku ile varılamıyor. Ulaşıldığında ise zamanın yıpratıcı etkisine maruz kalan çoğunlukla o özel sevgi oluyor. Titreşimler sükûnete, kelebek uçuşlarının eğimi tesadüfen rastlanan esintilere dönüşebiliyor. İnsan ömrü, bizleri, bu manzaralarının şahitliğine çağırabiliyorsa da, bazen yarışın daha ortasında kulvar dışı kalanları da bir yere mutlaka not ediyordur.
Şahsım, istemeden de olsa şerit dışına sürüklenip, sevgisini taçlandıramayanlardan yana oldu hep. Yaşamın bana öğrettikleri ile bu bilmeceyi çözebileceğimi hiç sanmıyorum. Başka bir iradenin hükmüne uyup kaderine razı olanların teslimiyeti, bazen acizlik olarak da tanımlanıyor. Duyguların netleşmemesi, ne istediğini bilememenin ezikliği, mazeretlerin gölgesine sığınma arzusu bir sevginin oluşumuna en baştan izin vermiyor. Öyleyse aşk denilen o muhteşem his, hak edenlere mi bağışlanıyor?
Dünya edebiyatının, kültür ve sanatının en yoğun ilhan kaynağı bu nedenle açık ara hep aşk olmuştur. Geleneklerin ve kültürlerin şekillendirdiği bir arada olabilme şansını, bazen aşk zannediyoruz. Oysa gerçekten tarafsız bir gözle baktığımızda çoğu birlikteliğin -hadi evliliğin- diyelim aşk ile bir irtibatı da olmayabiliyor. Evlilik müessesesi statü çizgisini özenle korumaya çalışıyor. Bu nedenledir ki, yoksul yoksulla, zengin zenginle, öğretmen öğretmenle yuva kurmayı tercih ediyor. Sınıflar arası bir geçiş için açık koridorlar yok. İstisnalar dışında tahsil denkliği, ekonomik düzey benzerliği, unvan ya da konum eşitliği evliliklerin en göze çarpan yanı oluyor. Aşk bazen tıkanıp kalıyor, evlilik müessesesi sanki aşkı tamamlamak için yardımcı bir işlev de üstleniyor. En azından bizim ülkemizde karşımıza çıkan ve hiç de sürpriz olmayan manzara böyle.
Bir Yağmur Sonrası Serinliği İçinde
Selim Saraç şiirlerinde kullandığı mahlası ile Siret Saba, hep gurbette olması nedeniyle akraba kızlarından -o sırada bir öğretmenle nişanlı- Melike’yi ancak liseyi bitirdiği günlerde görebiliyor. Nişanlı akraba kızına daha ilk görüşte deyim yerinde ise vuruluyor. Bir surete âşık oluruz hep. Kalbimizde, beynimizde oluşan duyguların karşımızdakine neler hissettirdiklerine bakmaksızın sadece o suretin bizdeki yansımasına kaptırırız kendimizi; erkek için de kadın için de böyledir kuşkusuz. Romantiklerin, şairlerin; mantığıyla değil duyguları ile hareket edenlerin başvurduğu bir yöntemdir bu. Çünkü aşk daha önceden tasarlanamıyor. Hayalimizde bir şablon var tabii ki, sıra onun içini dolduracak nefes alan bir resme kalıyor. Zamanı, mekânı ve o kişiyi siz belirleyemiyorsunuz. Eros okunu atınca size şaşırıp kalmak kalıyor; aşk zaten şaşırmak değil midir?
Selim Saraç (d.1928-ö.1956) 3 Şubat 1928’de Trabzon’un Akçaabat ilçesi Mersin mahallesinde doğar. Gümrük muhafaza memuru Bekir Saraç ve Helime Hanım’ın oğludur. İlkokulu babası Bekir Bey’in Gümrük ve Muhafaza memuru olarak görev yaptığı Ordu’da İsmetpaşa ilkokulunda tamamlayan Saraç, ortaokulu da Ordu merkezde bitirir. Saraç, liseye Trabzon lisesinde başlar. Lise ikide iken talihsiz bir olay yaşanır okulda. Trabzon lisesinde hamile bir bayan öğretmene okulun bahçesindeki bir gurup erkek öğrenci güler. Hamile öğretmen kendine gülüşülmesine sinirlenir ve o öğrencileri disipline verir. Selim o hadiseyi çıkaran öğrencilerin içinde değildir lakin her nasılsa adı o olaya dâhil edilir. Şikâyetçi öğretmeni kararından kimse geri döndüremez. Trabzon’un hatırı sayılır kişileri araya girse de bayan öğretmen disiplin cezasında ısrar eder ve okul yönetimi olayın içindeki öğrencilerin hepsini tasdikname ile okuldan uzaklaştırır. Saraç lise öğrenimine devam etmek için İstanbul’u seçer ve babasının yardımı ile Kabataş lisesine yatılı kaydolur. Devamında aynı liseden -yaşıtlarından yıl kaybı ile- mezun olur.
Saraç daha ilkokul yıllarında iken kitap okumaya meraklı bir öğrencidir. Liseyi bitirdikten sonra Trabzon’da yerel bir gazetede köşe yazarlığı yapar. Yazdıkları ses getirir. Yaşına göre hayli olgun ve etkili bir kalemi vardır. Okuyucusu onun yazdıklarını ilgiyle izler. Memleket sevdası, millet aşkı ile dolu cümleleri kamuoyunda heyecan duygusu yaratır. Keskin, tok, dediğini hakkıyla bilen, kültürlü bir kalemin ucundan dökülen azimle yazar. O günlerin bilindik konularına değinse de üslubuyla kendini aratan bir kıvama gelir yazdıkları. Kabataş Lisesi’ni -o tatsız olay sonrası- yaşıtlarından dönem kaybı ile bitiren ve askerlik görevini tamamlamak üzere Süvari Yedek Subay olarak Sarıkamış’a atanan Saraç, askerlik dönüşü bir işe girmekte zorlanır.
Âşık olduğu nişanlı kız da bu sevgiye kayıtsız kalmaz. Lakin ortada bir değil iki sorun vardır. İlk sorun Melike’nin bir öğretmen ile nişanlı olması diğeri ise Selim Saraç’ın askerlik sonrası bir işe girememesi ve biraz da boheme yakın yaşantısı. Saraç, dönemim toplumsal kurallarına pek itibar etmez, tutucu değil modern bir tavır içindedir. Saçlarını uzatır, bu türden moda çoğu erkek de bile yoktur o günlerde. Toplumsal hayatın şekillenmesinde bazı kelimelere önemli görevler düşer. Bu can kurtarıcı kelimelerin başında “asri” kelimesi gelir. Matbuat, tiyatro, sinema, konser ve o kalemden faaliyetler modernleşmenin, batı kültürüne hayranlığın tüm birikimini “cumhuriyetin kazanımları” başlığıyla topluma sunar ve kabul görür. Eski ile yeni alışkanlık modelleri yan yana, iç içe çok da kavgasız gürültüsüz uyum sağlamaya çalışırlar. Sosyal yaşantımızın dokuları buna yer yer müsaade eder. İtirazların çoğu zaman içinde yumuşar, diğer toplumlarda uzun geçmişi olan sanat duyarlılığının izleri yaşayışlarımıza kolayca sızar, kendi evindeymişçesine de rahat eder.
İlk sorun yani Melike’nin başka biri ile -görevde olan bir öğretmen ile nişanlılığı- aileyi zor durumda bırakır. Âşıkların beyanı ve ısrarı kız tarafını yumuşatır, ailenin büyüklerinden biri Melike’ye nişan yüzüğünü çıkarıp sahibine geri göndermesini söyler. Bu karar ailenin ortak kararıdır ve kararın gereği uygulanır. Görünürde her şey yolunda gibidir. Melike ve Selim 1928 doğumlu ve halen 20’li yaşların başındadırlar. Evlenmek için sıra Selim’im bir işe girmesine gelmiştir. Fakat o yılların Türkiye’sinde ev geçindirecek bir iş sahibi olmak öyle kolay değildir. II. Dünya Savaşı’nın etkileri sürmektedir. Şimdi sıkıntılar ile uğraşan bir toplumun derlenip toparlanma vaktidir, aşk biraz daha bekleyebilir. Bu bekleyiş neredeyse sekiz yıla yaklaşır. Gençler bir türlü evlenemez. Çünkü Saraç’ın hala bir işi yoktur.
1950’li yıllara gelindiğinde Türkiye çok partili sisteme geçmiş, seçimler yapılmış ve Menderes liderliğindeki Demokrat Parti iktidara gelmiştir. Yeni bir heyecan dalgası içindedir ülke. Seçimleri kazanan Demokrat Parti taraftarlarında sevinç ve iyimserlik hâkim iken, Cumhuriyet Halk Partisi taraftarları üzgün ve şaşkındır. Çünkü 27 yıl süren tek parti dönemi sona ermiş, Türkiye batı standartlarında bir demokrasiye geçmenin ilk adımlarını, yürümeyi yeni öğrenmiş bir çocuk gibi titreyerek, sendeleyerek atıyordur. Bu günlerden bakıldığında hem Demokrat Parti’nin hem de CHP’sinin yer yer sakil durumları, karşılıklı saygı ve kabul konusunda gerilimlere yol açan acemi tutumlarını görüyoruz.
Yıl 1952 olduğunda çok önemli bir gelişmenin eli kulağındadır artık. Âşıklar arasında kesilen söz ve nişandan bu yana altı yıl bitmiş; sevgililerin yaşı 24’e dayanmıştır. O yıllara göre hayli uzun bir nişanlılık döneminden sonra iki ailenin de onayı ile Melike ve Selim 17.04.1952 tarihinde Akçaabat’a evlenirler. Sıkıntılar biraz azalsa bile tam olarak sona ermemiştir. Çünkü Selim Saraç’ın hala bir işi yoktur. Aynı yılın mayıs ayı ortalarında CHP lideri İsmet İnönü’nün Trabzon seyahati gündeme gelir. Ortam çok gergindir. DP ile CHP arasındaki karşılıklı atışmaların dozu hayli artmış, sağduyuyu iki taraf da gözden kaçırmaya başlamışlardır. Bu hengâmede 17 Mayıs 1952’de İnönü, Trabzon’u ziyaret etmek üzere Akçaabat’a varır. Yolu CHP’lilerce kesilir. İnönü biraz mola verip kendisine gösterilen teveccühe karşılık vermek ister. Gerisini isterseniz Saraç’ın tek çocuğu 01.12.1955 doğumlu Mirgün’e bırakalım.
“O tarihte ben henüz doğmamıştım. Babaannem Helime Hanım’dan dinledim. Kabataş Lisesi mezunu ve Yedek Süvari Subayı olarak askerliğini bitiren ve henüz bir aylık evli olan babamın işsiz oluşu aileyi çok üzüyormuş, Kayınvalidem Helime Hanım, İnönü’ye babam ile ilgili bir talepte bulunması için bir ayağına kadar gelen bu fırsatı değerlendirmek istiyor. Babam Selim de boş durmamış İnönü için yazdığı iki satırlık şiirini büyük bir kartona yapıştırmış, çiçeklerle süsleyip konvoyun göreceği bir yere iliştirmiş: “Sen Onun devamısın/Sana bühtan edenler utansın.” dizelerini okuyan İnönü, o coşkuyla, ‘bu satırları kim yazdı, tanışmak’ isterim, demiş. CHP ilçe ve il yetkilileri Selim’i gururla göstermişler ve İnönü ile tanıştırmışlar. Bu arada anne Helime Hanım’da boş durmamış oğlunun yedek suvari subayken giydiği bir çift yıpranmış postalı İnönü’nün önüne bırakarak, ‘paşam, oğlum yedek subay olarak görev yaptı, yeni evli ve ona hala bir iş vermediler’ demiş. İnönü bu tablo karşısında, yanındaki özel kalem yetkilisine Selim’in adresini aldırmış ve beş on gün sonra Ankara’ya yanına gelmesini tembihlemiş. Babam bu olayın peşinden denilen vakitte İnönü’yü ziyaret için Ankara’ya gitmiş. Babamı önce İnönü ile görüştürmek istememişler, babam direnmiş görüşmeden buradan ayrılmam, beni İsmet Paşa davet etti diyerek ısrarını sürdürmüş. Nihayet görüşme gerçekleşmiş. Babam, İnönü ile görüşmesinden bir ay sonra Ordu Perşembe ilçesi Ziraat Bankası’na memur olarak atanmış.”
Gözlerimde Kimsenin Görmediği Rüyalar
Plağın öbür yüzü bazen ilk yüzü kadar coşturamıyor insanı. Aynadaki başkasıdır der, Jorge Luis Borges. Öyledir ya da değildir bilemiyorum. Saraç çifti Akçaabat’tan Ordu’nun Perşembe ilçesine taşınırlar. Ailenin artık geçinebilecek bir işi vardır. Ordu’ya döndüklerinde Selim Saraç disiplinle işine sarılır. Orduda çıkan dergi ve gazetelerde şiirler, yazılar yayınlamaya başlar. Burada da kendine hatırı sayılır bir yer edinir. Zaten daha önceden -babasının görevi nedeniyle- tanıdığı ve uzun yıllar yaşadığı bir şehirdir Ordu.
Sevdiği kadın ve annesi de yanındadır. İlk şiiri “Çocuğa Şiir” başlığı ile Varlık Dergisi’nin 1949 Ağustos ayında yer alır. Eşinin adını “Melikem” hitabı ile şiirlere dâhil eder. Mesut, bacası sevgiyle tüten bir haneleri, şükür duaları ile donatılmış sofraları vardır. Çok geçmeden saadet ikliminin çiçeğe dahası meyveye duran dalları onların bahçesine de konuk olur. 01.12.1955 tarihinde ilk ve tek çocuğu Mirgün doğar. Zaten kızı doğmadan önce 1953’ün Mart ayında Mirgün başlıklı uzun bir şiirini Türk Dili Dergisi’nin 18. sayısında yayınlamıştı Saraç. Evlenmesini o zamanın şartlarına göre zorlayıp adeta geciktiren serazat tutumundan vazgeçer. Sosyal etkinliklerin içindedir. Ulusal ve yerel birçok dergide şiirleriyle bir iki gözükmeye başlar.
Selim Saraç, devlet memuru olduğu için şiirlerinde ve yazılarında “Siret Saba” mahlasını da kullanır. Suvari Yedek Subayı olarak yaptığı askerlik görevinde kendine tahsis edilen atının adı Yağmur’dur. Şiirlerinde döneminin üç önemli şairinin etkisi belirgindir: Necip Fazıl’ı, Cahit Sıtkı’yı ve özellikle Ziya Osman Saba’yı, şiirlerinin havasında kendilerine kolayca yer bulan şairler olarak anabiliriz. Şaraç’ın özellikle Ziya Osman’a olan hayranlığını onun soyadını, mahlasına eklemesine kadar götürür. A.Hamdi Tanpınar’a, Orhan Veli’ye, Ziya Osman Saba’ya ve 1950’de Trabzon Asliye Ceza Hâkimliği’ne atanan ve Trabzon’da 27 yıl hâkimlik mesleğini icra eden, sanat aşığı Ahmet Selim Teymur’a şiirler ithaf eder.
Payım Vardı Alamadan Uyudum
12 Şubat Pazar günü sabah saatlerinde henüz iki aylık kızına rahatsızlığı bulaşmasın diye hükümet tabibine penisilin iğnesi yaptıran o şair ruhlu adam, öğleden sonra olmasına rağmen yatağından uyanıp ev halkının yanına dönmemiştir. Evde bulunan annesi ve eşi başlarda dinleniyor diye merak etmedikleri hane reisini öğle yemeğine çağırmak için odasına girerler.
Bozkırın karla kaplı upuzun ovasında, sisler içinde, yeleleri kar tanecikleriyle salkım salkım olan alnı akıtmalı o boz at, burnundan çıkardığı buğuyu gökyüzüne ince bir tül gibi yaymaktadır. Bozkırda da vakit ikindiye yaklaşmakta, gri duman ağaçların çıplak dallarında biriken bir iki santimlik kar kümeciklerinin içinden bir gölge gibi geçmekte, solgun bir ışığı o yorgun atın bakışlarından emanet alan rüzgâr ise, ufuk çizgisini gözden kaybolmadan yakalamak telaşındadır.
Adı Yağmur olan o boz at, önce eğersiz sırtının iri kemiği boyunca iz yaparak ilerleyen kar taneciklerini sakinleştirir. Bakışlarını yere, yerde seyrettiği bir hayalin resmine çevirir. Bir süre susar, bekler, sabahtan beri yelesine tutunmak için direnen kar kristallerini yerdeki o resmin üzerine toz şekeri misali serpiştirir. Bozkır, orman, derin vadiler kapanan bir yaranın tende kalan gölgesini usulca bir kuşun gagasına sürerler.
Geride gözlü yaşlı bir eş ve anne. Babasının kokusunu hatırlamayacağı iki aylık bir kız çocuğu. Altısı yayınlanmış (biri Varlık, biri Kaynak, dördü Türk Dili Dergisi’nde), hiç yayınlanmamış 33 şiir; onlarca mektup, birkaç siyah/beyaz fotoğraf bırakan Selim Saraç, 28 yaşında penisilin iğnesinin yol açtığı anafilâksi nedeniyle sevdiklerine, şiire ve yarım kalan aşkına veda ederek bu dünyadan göçüverir…
“Helal etmem hakkımı hiç kimseye
Havada bir nefes, suda bir yudum
Payım vardı, alamadan uyudum.” (S.S)
Not: Merhum şairin mezarı Akçaabat Mersin Köyü Şehit Engin Saraç İlkokulu’nun hemen yanındaki caminin mezarlığındadır (Türkiye’de denize en yakın cami diye anılır). Yayınlanmış altı şiiri ve hiç yayınlanmamış 33 şiirinin yer aldığı şiir dosyasının fotokopisi, diğer evrakları ve siyah/beyaz fotoğrafları, halen hayatta olan emekli öğretmen kızı Mirgün Seba Saraç (d.1955) tarafından, merhumun hakkında kitap oluşturulmak üzere bana teslim edilmiştir. (G.A)