Terkilerine düğümlü zarfların içinde küçücük esintiler taşıyan atlılar, Anadolu’nun dört bir yanına bir müjdeyi yetiştirmek için dalgalar halinde yayılıyorlar. Çünkü bahar, taze sevinçleri, yeni umutları yaza devretmek üzeredir. Anadolu kuşuyla, yaprağıyla, ovaları, dağları, ırmakları ile börtü böcek, subaşları, ıssız ormanları ile neşenin, yeşilin ve diğer renklerin onlarca tonu ile bir misafiri uğurlama telaşındalar. Baharın yaza merhaba diyeceği günlerinin birinde, Karabük de beş, altı yaşlarındaki bir çocuk annesine şu soruyu sorar: “Anne biz öldükten sonra ne olacağız?” Anne, hazırlıksız yakalandığı bu soru karşısında hayretini gizlese de yanıtını geciktirmeden ve değerli bir porseleni özenle yerine koyar gibi verir: “Şu karşı bayırda çiçek açan sarıçiğdemler gibi toprakta açacağız yavrum.” Çocuk rahatlar, o günden sonra çiğdem olmayı umar ve acele etmeden beklemeye koyulur.
Alışkın, evcil hüznünü, çaresizliğini, bir başka yüze devretmeden dudağının kıvrılmalarını olması gereken yöne doğru yaydı; şimdi daha çok kendisiydi. Saçları uzundu Hüseyin abinin. “Biliyor musun Gökhan” dedi, “eşim saçlarımı kestirmemi hiç istemez, kucağına yatırır, saçlarımı okşardı benim. Çünkü yedi yaşında ölen kızımızın Neslihan’ın saçları geliyor aklına ve sanki onun saçlarını okşuyormuşçasına yapıyor bunu… Neslihan’ın acısı bize o kadar çekilmez gelmişti ki yeniden çocuk sahibi olmak istemedik.” Gözlerim dolmuş, derinlere dalmıştım. Annesi, küçüklüğünde sarıçiğdemler gibi toprakta yeniden açacaklarını söylenmişti ona. O uzak ülkeye gitti Hüseyin abi, kızının yanına; onu uykusundan uyandıracak, kim bilir ne türlü şakalar yapacak ona. Yeniden bağrına basacak; “bak, baban geldi, artık yalnız değilsin!” diyecek. Şiirler okuyacak, öpücükler verecek, bir demet sarıçiğdem götürecek ona… Yavrusunu sarıp sarmalayacak kuşkusuz yeniden…
Neden saflığı bir acziyet, ya da yükmüş gibi görüyor insanlar, anlamış değilim. Kimi kez her renge bürünmeyi marifet sayıyoruz. Yanılgımız, karakterimiz olup çıkıyor nedense. Arı bir duygunun büründüğü ve çağrıştırdığı her sebep, neden insan ruhunda ortak titreşimlere yol açmıyor da, aksine; ayrı, yalnız ve bedbin kalmanın bahanesi oluyor (?) Bilen varsa söylesin lütfen! Şiiri, inceliği ve estetiği, hayatına katamayanların nobranlığına daha ne kadar maruz kalacağız. Sadeliğin gücü niye hükmünü yitiriyor gün geçtikçe? Sükûnetimizden başka sığınacağımız bir yer kaldı mı ki? Tek pusulamın alfabem olabileceğine inanıyorum artık. Hayat bana durmaksızın bu gerçeği hatırlatıyor… Acı da olsa, hatırlatıyor…
“Yalan söylediğimde onu süslerim” diyordu, Fil Şarkısı filmindeki Michael karakteri. Yaşam da aynını uyguluyor. Münasip gördüğü karakterlerine, acılarını süsleyip öyle veriyor. Hiçbir insanın acısı etrafına saçtığı acılardan büyük olmamalı. Ama bu bilançonun dağıtımı ve tahakkuku her ülkede ve her millette adilce yapılmıyor. Çünkü bu paylaşımın odağında insan iradesinin pek hükmü yok. Sezai Karakoç’un dediği gibi: “Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır… Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır…”
“Ben Dağlarca örneğini aklıma getirip, uzun yıllar peotik metinler kaleme almadım” demişti bir söyleşisinde. Fakat bu sözünü tutamamış, 18 şiir kitabının yanına şiir ve edebiyata ait düşüncelerini ve söyleşilerini eklediği “Lirika’ya Akan Irmak, (2007)” ve “Para Şiiri Pul Edemez, (2011)”; roman türünde “Sol Kapak Takımında Çatlaklar, (2008)”; çocuklar için “Define, (2009) kitaplarını dâhil etmiştir. ‘Arasta’da Son Seda’ adlı belgesel senaryosu ile 1994 Uluslararası Altın Safran Belgesel Film Yarışmasında ikincilik ödülünü ve ‘Albatroslar Yüksekten Uçar’ şiir kitabı ile de 1996 İbrahim Yıldız Şiir ödülünü almış, Kültür Bakanlığı’nın katkıları ile de “Paflogonya’da Eski Bir Güneş Saati” adlı bir belgesel film çekmiştir. Zalifre edebiyat dergisini 2009’un Aralık ayından vefatına kadar yayınlamayı da sürdürmüştür.
Şiirinin serencamı içinde “Safranbolu’da Tek Deniz Feneri (1991)”, “İstanbul’da Son Sedefkâr (1994)” ve “İstanbul Unutkan Yosma (1994)” kitaplarının ayrı bir yeri olduğunun bilinmesini ister. İstanbul’u izlek edinen şiirleri için Tunçer Uçaroğlu “İstanbul şiirleri çok güzel Cinozoğlu’nun. İstanbul’un kendinden bile güzel.” der. Belki abartma içeren bir saptama ama şiire verilen değer açısından önemli. Anılan kitapların, psikolojik-patolojik yansımaların şairin içsel yaşamı ve düşünsel alanları ile iç içe geçmiş bir yetkinlik kazandığından bahsedebiliriz. O şiirlerin yayınlandığı yıllarda ve halen hakkıyla değerlendirilmediklerini, paylarına düşen övgüyü alamadıklarını düşünüyorum. Gözden kaçmanın yanında bilinçli bir suskunluğun inadı söz konusu…
Sahipsiz Şadırvanın Özgür Güvercini
Dostlarının “Sahipsiz Şadırvanın Özgür Güvercini” diye adlandırdığı Cinozoğlu, kızı Neslihan’ın vefatından sonra saçlarını bir daha kestirmez. Onu uzun saçlarını ile Safranbolu sokaklarında gören çocuklar da şair olmak ister. Şairliğin şiirle değil de, uzun saçla ilgisi olduğuna inanmıştır çoğu çocuk. Bunu bilmek Cinozoğlu’nu mutlu etmiştir daima. Sohbetlerimizin birinde bir mutluluğunu daha anlatmıştı bana. 1980’de askerlik görevini Yedek Subay olarak Afyon’da tamamlar. İzin günleri Safranbolu’ya geldiğinde subay üniforması ile dolaşır. Uzun boylu, sarışın, mavi gözlü bu genci gören çoğu ilgiyle bakar arkasından. “Âşık olduğum ve bana yüz vermeyen zengin bir kız ve başka sevgili adayları, beni subay üniforması içinde görünce hayran hayran baktılar bana. O halimle çok etkilemiştim onları, benden arkadaşlık teklifleri beklediler ama ben hiç oralı olmadım.”
Cinozoğlu’nun şahsi öyküsünün içinde gerçeğe kavuşturulması gereken birkaç ayrıntı söz konusu. Birincisi Ersan Erçelik ile yaptığı mülakatta ifade ettiği şu sözü: “Yaşadığım çok büyük, olumsuz, şanssız bir olay, hayatta kalma şansını verdi. Galiba ben de bu şansı iyi kullandım.” Gençlik döneminin politik ortamında geçtiğini tahmin ettiğim gizemli bu konunun Cinozoğlu’nu hayli etki altına aldığını düşünüyorum. İkincisi ise yine aynı söyleşinin bir yerinde sarf ettiği sözlerdir: “Belki de bireysel patolojim nedeniyle gerçeklerle arama ördüğüm bir duvar var. Hayatta olağanüstü kaygılarım oldu, olağanüstü beklentilerim. Kaygılarım ve beklentilerim gerçekleşmedi. Çünkü gerçeklerden kaçıyordum. Sartre, “insan gerçeklerden kaçarken yazarlığa, keşişliğe, deliliğe, ölüme sığınabilir” diyordu. Cinozoğlu’nun burada ruh haliyle ilgili ima ettiği ya da doğrudan söylediği bir saptama dahası tanı akla gelebiliyor: Şizofreni… Çünkü Cinozoğlu’nun bilindiği üzere “şizofreniye benzeyen ama şizofreni olmadığı bilinen” bir hastalıkla uzun yıllar mücadele ettiğidir. Hastalığa ait tanıyı hiçbir kaynaktan öğrenemedim. Kendisinin de bu konuda net bir açıklaması yok. Ama kızı Neslihan’ın (d.1981-ö.1983) iki yaşındayken ölümü hem şairi hem de şairin eşi Emine Hanım’ı hayli sarsmış ve bir daha düzelememelerine yol açmıştır. Bilmediğimiz başka nedenler de bu tabloya eklendiyse zaten kırılgan bünyeleri için bir çıkış yolu da gözükmüyor. Şunu da belirtmekte yarar görüyorum. Cinozoğlu’nun kendi ifadesi ile “Nobel’im” dediği, Şizofren Dernekleri Federasyonu ve Bilim İlaç’ın işbirliği ile 2008’de düzenlenen öykü yarışmasında “Anton Usta” adlı öyküsü ile birincilik ödülü bulunuyor.
Açıklığa kavuşturulamayan ve kayıtlarda karşımıza çıkan diğer bir husus ise, Cinozoğlu’nun İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra aynı fakültede bir süreliğine doktora, İktisat Fakültesi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Enstitüsü’nde ise master programlarına “devam ettiği”, bazı kaynaklara göre ise de bu programları bitirdiği bilgisidir. Master yapmadan önce nasıl doktora programına devam edilir çelişkisi ortada dururken, Cinozoğlu’nun vefatından bir yıl önce yayınlanan şiir kitabındaki “Safranbolu’da Bir Deniz Feneri (2014)” nin biyografi sayfasında her iki programı da bitiremediği sadece bir süreliğine “devam ettiği” yazılıdır.
“Daha çok acı verir kanattaki yaradan / kanat kırılmadan önce uçulan günler”
Şiir ve diğer sanat ürünleri yaşamın yetersizliği karşısında insana sığınacakları yeni ve benzersiz alanlar açıyor. Kesinlikle korunaklı ve arınık bir düzlem sanılmamalı bu duyarlılıklar. İsteyerek ve ısrarla seçilmiş tercihler olarak nefesimizi tazeleme, yaşama katılma cesaretimizi canlı tutmanın gerekçeleri saymalıyız. Hep aynı kadını başka yüzlerde mi seviyoruz acaba? Cinozoğlu aşka kavuşma anında ondan uzaklaşmayı seçiyor nedense. Aşkın büyüsünün yiteceğinden korkuyor hep. Bu nedenle aşk izlekli şiirlerinde kavuşulmuş, vuslata erinmiş bir aşktan da söz edemiyoruz. Her şeyi yarım bırakmak, “yarım bırakılmışların” bir tercihi olabilir mi dersiniz? Doktorayı, aşkı, babalığı…
Kucağına verilen her bebeğe “Beşiktaş” dedirtmeye çalışan bir şairi hatırlamak Galatasaraylı biri olarak bana da güzel gözüyor hep… Sabaha kadar çalışma odasının ışığı yanan; çocuklara orta dünya atlası, pul biriktirdiğini öğrendiği komşu gencine -pul koleksiyonundan vazgeçtiği halde- yıllarca kendine gelen mektuplarında kopardığı posta pullarını, komşularına ise kitaplarını imzalayıp hediye etmesi de…
Tedavi gördüğü Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesinde 4 Eylül 2015 tarihinde vefat eden Hüseyin Avni Cinozoğlu, vefatından önce hakkında yapılan belgeselde şunları söylemişti: “İnsanın ilk krizi, ilk kıyameti öleceğini anladığında kopar. Çocukken anneme sorduğum o soru da benim kıyametimdi. Bizim gibi şairler, yazarlar ölümünden sonra doğarlar. Şairler için asıl doğum ölümünden sonra gerçekleşir… Tabi iyi olarak anılmak isterim. Yani bizi utandıracak kötü bir şey de yapmadım.”
Irmağı süsleyen nilüferlerin hüznü ile çay içen bir şairdi o. Sesinin yumuşaklığını çocukları artık hayatta olmayan babalardan sonsuza değin emanet alan bir şair!…