“Hevesi bir yere ait edeceksek o gök olurdu sanırım.”
Gökhan Yılmaz ile üçüncü öykü kitabı Hevesin Kaçış Yönü odağında yapmış olduğum söyleşi insanın en naif duygusu hevesin, heveslerimizin nasıl oluştuğu, sonra nasıl kaçtığı, kaçarken yönünü nasıl tayin ettiği üzerine gerçekleşti. Gökhan Yılmaz; “Hevesi bir yere ait edeceksek o gök olurdu sanırım.” diyor. Evet, bu kadar uçucu bir anlamı olan “Heves” kelimesi gökyüzüne daha çok yakışıyor elbet. Heveslerimiz kaçınca, ayaklarımızın yere basması ise heves duygusunun diğer duygular yanında ne kadar sağlam bir yerden yol aldığını da gösteriyor bizlere.
Tüm bunlar odağında Gökhan Yılmaz ile Hevesin Kaçış Yönü öykü kitabı ekseninde gerçekleştirdiğim, niteliği kapsamıyla sabit söyleşimiz için buyurun lütfen
Aynur Kulak: MSGÜ Türk Dili ve Edebiyatı mezunusunuz. Yükseköğreniminizi edebiyat üzerine yapmış biri olarak anlıyoruz ki edebiyatla olan bağınız kuvvetli. Zamanda bir yolculuğa çıkın desem edebiyat ile olan ilk temaslarınızı, yakınlaşmaya başladığınız o ilk zamanlarınızı, heveslerinizi nasıl tarif edersiniz?
Üniversite yıllarım, içinde yürüdüğüm o kelimelerle dolu yolu netleştirdi benim için. Ne yaptığımı, ne yapamadığımı, ne yapmam gerektiğini üniversite yıllarımda daha iyi anladım. Okumak hep vardı. Ama onun da niteliği artıyordu git gide. Hocalarım, arkadaşlarım bambaşka kitaplarla geliyordu bana. Deyim yerindeyse ne bulursam okudum. Nerde bulursam okudum. Sonra öykülerin kapısı açıldı. İçimde büyüyen anlatmak derdinin kesin ilacı öykülerdi. Buna şüphe yoktu artık. Yol belirmişti, hatta farkına varmadan bir iki adım da atmıştım. Artık yolu sahiplenmek kalmıştı bana.
Şöyle de bir olay var aslında: Handan İnci’nin verdiği Hikâye Tahlilleri derslerinin ilkinde “Hikâyeyle ilgilenen var mı?” diye sordu hocam. Ben de herhalde herkes buna el kaldırır diye içimden geçirerek el kaldırdım. Edebiyat bölümündeyiz sonuçta. Bir de baktım ki sadece ben parmak kaldırmışım. Sonra Handan Hocam’ın soruları ve ilgisi belirdi. Ona çok şey borçluyum. Belki kaldırdığım o ilk elin hatırına belki bana benden daha çok inandığı için hiç eli boş döndürmedi beni. Benim için yolun başında olan isimlerden biridir o.
Aynur Kulak: Hevesin Kaçış Yönü üçüncü öykü kitabınız. Kitap bizi kitaptaki öykülerin ruhunu yansıtır derecede çok güzel bir kapak resmi ile karşılıyor. Mehmet Yangır’ın tuval üzerine yağlı boya, Cehennetistanbul isimli çalışması. Kitabın ismi ile birleşince kitabın kapağı başlı başına bir öykü gibi karşımıza çıkıyor. Kitabın içinde Hevesin Kaçış Yönü isimli bir öykü yok. Fakat her bir öykünün kendine müsemma, heveslerinin peşinde bir kaçış yönü var. Kitap kapağının ve isminin bu bütünleyici yapısını konuşmak isterim sizinle ilkin.
Gökhan Yılmaz: Kapak, kitapla okurun temas kurduğu ilk nokta. Kapağın içime sinmesini çok istedim. Başka seçenekler vardı önce. Olmadı. İçim, hevesim tam not vermedi. Mehmet Yangır, bir meslektaşımın arkadaşı. Onun eserlerini incelerken gördüm kapaktaki resmi. Balat’ta bir evdi o. Benim için ağzında yara bandı olan bir kuş ekler misin oraya, diye sordum. Sevdi bu fikri o da. Ekledi. Üstelik sonradan eklenmiş gibi durmaması da ayrı güzel oldu. Son hâliyle çok sevdim ben de kapağı. Kapakta ev var. İlginç bir ev. Öykülerde de ev var, evler var. Birbirine komşu gibi ama hepsi ayrı mekânlar aslında. Kapaktaki evin de hevesi kaçmış gibi. Çağrışımı bol bir çizim. Öyküler de biraz öyle olsun istedim. Bir yandan kaçmış bir hevesin hüznünü çağırsın, diğer yandan başka bir yere kaçmış bir heves açtırsın okurda. Sanırım öyle de oldu.
Öykülerimin isimlerini kitaplarıma ad olarak vermiyordum. Daha kapsayıcı isimler tercih ediyorum. Bunlar bazen bir öyküde geçen bir ifade oluyor. Hevesin Kaçış Yönü’nde olduğu gibi. Arkadaşının cenazesinin sokaklarına geldiği gören bir çocuğun acısı yanında artık çocuğu öldüğü için onun şifası niyetiyle ikramlar dağıtamayacak bir annenin acısı var kitaba adını veren öyküde. Dahası, o ikramlardan artık pay alamayacağını görür gibi olan ve cenazenin gelişini gören bir karganın kaçmış hevesiyle arkasını dönüp uçup gitmesi var. Böyle iç içe geçmiş duyguları anlatmayı seviyorum. Kapak böyle duyguları da çağrıştırıyor bence. Belki de o yüzden bu kadar içime sindi.
Aynur Kulak: Kitapta on üç öykü var. İletişimin en üst düzeyde yaşandığı çağımızda, böyle bir çağa rağmen, anlatamıyor olmaktan ya da anlatsak bile kimsenin birbirini dinlemiyor oluşundan mütevelli anlatma hevesi, ifade etme dürtüsü çok hâkim tüm öykülerde. Kaçış yönünü susmaktan yana değil de, anlatmaktan, konuşmaktan yana kullanan, içine içine konuşuyor gibi gözükse de, aslında dışarı doğru taşarak konuşan bir yapı var. Yer yer çok acı veren, bu dünyadan basıp gitme, çekip gitme isteğinin de var olduğu bazı öykülere rağmen, böyle bir dünyaya karşı bunu kabul etmeme, etmeyerek, umudunu koruyarak anlatma isteği… Genel olarak kitabın bu anlatım yapısından bahsedecek olursak, siz nasıl yorumlarsınız bu durumu?
Aynur Kulak: Kitapta bazı öykülere odaklanmak istiyorum. Bunların başında kitabın ilk öyküsü Bir Buçuk Dayı Hikayesi var. “On altı buçuk metre oda. Metre dediysem kare. Altı buçuk insan. İki yüz altı buçuk yıl ömür. Standart bir aile içi çatışması yaşanması için gayet uygun.” Aile. Evet, dışarıdan bakıldığında tam gibi görünen, içerden bakıldığında nereden tutmaya çalışsan eline gelen, bir türlü tamamlanamayan buçuklu yapısıyla ömrümüzün törpüsü. Öykü ailenin bu ömür törpüsü olma yapısını ortaya koymasına rağmen uçucu; “Hava nasıl sıcak, piii…” gibi bir anlatımla yazılmış ama, aynı zamanda aile aslında ayakların yere basmadığı da bir yer. Bizi yetiştiren ailelerimiz için, yetişkinliğe adım attığımız, içinde büyüdüğümüz evlerimiz için hevesin kaçış yönünün start aldığı yerler yorumunu yapabilir miyiz, ne dersiniz?
Gökhan Yılmaz: “Ev”in sadece “ev” olmasıyla getirdiği birçok karmaşık duygu var. Ev, bizim en sahici olduğumuz yerdir. Evden daha iyi bir ayna olamaz herhalde insan için. Kimse olmasa bile kendini görürsün oradan. O kadar gerçektir. Belki de bu yüzden kaçmak ister insan ondan. Kendini atası gelir mesela dışarı. Ama yine de dönüp dolaşıp gelinen yerdir orası. Evsiz olmak korkmak demektir. Aidiyet yaralanır çünkü. Ayakları yere basmalıdır insanın. O yerin adı da illa ki evdir. Özellikle modern insan için bu böyledir. Deprem olduğunda mesela korkumuzu, trajedimizi bu kadar büyük yapan şey aslında evimizin yaralanmasıdır. Bizi, her an sarsılabileceği ihtimali ile içine kabul etmeyen ev kadar ne korkutur ki hakikatte? Dün uğurladığımız günümüz, evin duvarları arasında gitmiştir çoğu kez. Hayatın tüm koşturmacası eve dönebilmek içindir. Adresimiz, kargomuz, misafirliğimiz, beklentimiz, yatırımımız, eşimiz, çocuklarımız hep evle ilgilidir. Evlenmek, yeni doğan çocuğumuzu hastaneden eve getirmek, evcilleşmek… Bunu daha da uzatmak mümkün. Bu açıdan ev, malzemesi bol bir zemin.
Hevesle alakasına gelince… Kendimizi bildiğimiz ilk yerler evler olduğu için kırılan ilk heveslerimiz de evdedir çoğu kez. İçimizde bir kırıklık, buçukluk olarak yaşar dururuz işte. “Bir Buçuk Dayı Hikâyesi” kitabın en beğenilen metinlerinden biri oldu. İnsanlar sahici buldular sanırım o buçuklu olma durumunu. Onun da eve dair kırgınlıkları vardı ve aslında başka bir ev kurmak için yanıp tutuşuyordu. Biri var biri yok iki ev arasında sıkışmış olması onu “buçuk bir dayı” yapmıştı zaten. Onu herkese benzetebiliriz galiba, hevesi kırılmış herkese, tüm buçuklulara…
Aynur Kulak: “Günler geçtikçe başka ayrıntıları hatırladık.” Tüm öykülerde baskın olan anlatma isteğinin geride kalan günlerin bir daha gelmeyecek, yaşanmayacak olmasına bir taşma, bir ağıt gibi yükselmesi duygusu da çok hâkim. Özellikle geçmeyecek bir acı anlatılıyorsa. Alıntı yaptığım cümle Baktım Göğe Bakar Gibi Toprağa öyküsünde geçiyor ama İNSANLAR İkiye… öyküsünü konuşmak isterim. Evlat acısı nasıl anlatılır? Anlatılmaz. Ve bu anlatamama durumu o kadar güzel anlatılmış ki; yaşanan acıya yaklaştığınızı hissediyorsunuz. Ya da acı değil de uzun süredir içinde kaybolduğunuz bir hastalıktan mustarip olma hali olsun. Mesela; İpe Sapa Gelmez öyküsü. Anlatılmaz olanı anlatmak dinleyen veya o öyküyü okuyan kişiyi duruma yaklaştırması açısından önemini konuşmak isterim sizinle, edebiyatın doğru anlatım yapıldığında nasıl da kuvvetli bir şeye dönüştüğünü.
Aynur Kulak: “İçimde bir heves aradım.” İpe Sapa Gelmez öyküsüne ayrıca değinmek istiyorum. İnsanın ruh halinin eve nasıl yansıdığını, yaşadığımız evlerimizin bizi nasıl ruh hallerine soktuğunu, insanın mustarip olduğu konuların insan ömrünü ne hale getirdiği bu öyküde kompakt ve konsantre halde karşımıza çıkıyor. Bazen (Hatta çoğu zaman) insan öyle bir hale geliyor ki; içinde heves arar hale geliyor hakikaten. “Cevizi cevizle insanı insanla kırarlar. Cevizi cevizle kırdıkları gibi insanı insanla kırarlar.” Ceviz metaforu; insanın heveslerinden bir cevizin kabuğundan ayrılması gibi ayrılması, kopması olarak karşımıza çıkıyor. Hevesimiz kaçıyor, hevesimiz kırılıyor, insanın hayal kırıklıkları sonsuz bir düzlemde kırıla kırıla ilerliyor; ne dersiniz?
Gökhan Yılmaz: Elbette öyle. Öyküdeki temel mesele bu zaten. Metni inşa ederken evde kalıp kendiyle ve boşluğuyla yüzleşen kişinin eline ceviz ve soda tutuşturmuş olmamın sebebi de bu. Yazdığımız metnin ilk okuru olacağımız için onda estetik bir güzellik olsun isteriz. Yazarken, okurun o cevizin sadece bir ceviz olmadığını fark etmesini dileriz. Çünkü biz metni oluştururken onu görmüş ve okurun oraya bakmasını beklemişizdir.
İnsanların ortak özelliklerin biri heveslerinin kaçması. Bir kader aslında bu. Açılmış bir sodanın başına gelecek olanla aynı. Sönmüş, kaçmış bir ruh. Çoğumuz böyleyiz galiba. Bahsettiğiniz sonsuz düzlemde kırılan heveslerimize bir yara bandı arayıp duruyoruz. Kaçtıkça da kırılıyor hevesimiz. Mutlak mutluluğun olmadığı bir sonsuz düzlemde hevesleriyle oyalanıp duruyor işte insan. Sonra da oyuncak gibi kırdığı heveslerle dönüp evine, odasına sızlanıp duruyor. Bütün bu manzara da işlenmeye çok müsait bir malzeme sunuyor bana. Bunu anlatmanın hevesi kırılmasın istiyorum.
Aynur Kulak: Baktım Göğe Bakar Gibi Toprağa. Bu öyküyü konuşmadan geçmek istemiyorum. “Hevesin kaçış yönü.” cümlesi bu öyküde karşımıza çıkıyor çünkü. Ölüm anlatılıyor. Ölüm konuşuluyor. Ölüm, -kesinlikle gerçekleşecek olan- heves gibi naif bir kelime ile, hissiyatla nasıl bağdaştırılır? Soruyu buraya bırakıyorum ve izninizle öykünün sonundaki şu nefis şiiri alıntılamak istiyorum sonra:
“Kapattım gözlerimi. Yoksa aşağı düşecek.
Hayata gözlerini yumunca gömdüğün kara.
Baktım göğe bakar gibi toprağa. Tutamadım, düştü.
Kollarım iki yana düşüp durmakla meşgul.
Tükürsem gölgeme, hemen şuraya.
Burnumda uç vermiş bir acı kolonya.
Tabutun içi hafif aydınlık, kara”
Heveslerimiz göğe bakar gibi toprağa bakarken kaçıyor, öyle değil mi?
Gökhan Yılmaz: Hevesi bir yere ait edeceksek o gök olurdu sanırım. Ölümü bir yere gömeceksek o da toprak oluyor şüphesiz. Hevesler peşinde koşup göğü delerken bakışlarımız ayağımız hep yerde aslında. Coşkun duyguları o yüzden “ayakları yerden kesilmek” deyimiyle anlatıyoruz zaten. Ölümü bile unutuyor insan öyle olunca. Ama dediğiniz gibi mutlak bir son olarak görürsek ölümü heveslerin kaçmaktan ve kırılmaktan başka çaresi yok. İnsanın büyük trajedisi bu aslında. Bitmeyen, tükenmeyecek olan bir sarmal. Zamanın ve mekânın insanı kuşattığı her durumda insan sızlanmaya mecburdur. Sanatçılar bunun farkında olup buna estetik hâle dönüştüren kişiler. Kendi çaresizliğini başkalarında da görmek heyecanlandırıyor belki de insanı. Düştüğü kuyuda yalnız olmadığını görmek. Sürekli kitap alan bir edebiyat tutkununu düşünelim. Daha okumadan seviyor kitabı, sırf kitap olduğu için. Çünkü bir kitap bir umut daha demek. Kuyusuna çakacağı yeni bir kibrit demek.
Aynur Kulak: Öykülerdeki karakterler. Anlatıcılar. Anlatanlar. Ve çocuklar. Aslında nerdeyse her öyküde karşımıza çıkıyorlar. Ve neredeyse, anlatılan her bir öykünün boyutunu bambaşka hale getiriyorlar. Çocukları konuşmak istiyorum. Çünkü “heves” kelimesi çocukları, çocukluğu niteleyen bir kelime en çok ve büyüdükçe, hevesimiz kaçtıkça çocukluğumuzdan uzaklaşıyoruz, kopuyoruz hızla. Yaşam, ölüm, aile, birey sarkacında gidip gelen öykülerdeki çocuk varlığı hevesin kaçış yönünü göstermesi açısından çok önemli bir noktada duruyor, ne dersiniz?
Gökhan Yılmaz: Çocukluk hiçbir yere gitmeyendir. Kılık değiştirir, suratı asılır, sesi kalınlaşır, elbisesi büyür çocukluğun ama hiçbir yere gitmez. Çocukluk bir biriktirme çağıdır. Bana çok tuhaf gelen bir şey var: Çocukluğum, benim hatırladığım ve yakınlarımın anlattıkları ortada olmasına rağmen sanki her gün yeniden yaşanıyormuş gibi hikâyeler gönderip duruyor bana. İnsan yüz yılda yaşasa çocukken yaşadıklarından fazlasını yaşayamaz gibi hissediyorum. Elde edilemeyenin elde olandan parıltılı görünmesiyle alakalı belki de bu.
Çocuğu her duygunun odağına yerleştirebilirsiniz. Hevesi de öyle. İkisi bu açıdan benzer belki de. Hiçbir yere gitmeyen çocukluk gibi hevesler de gitmiyor hiçbir yere. Hayattan muradını fazlasıyla almış sandığınız insanlar, hatta sorsan ölümü bekliyor olanlar herkesten çok heves saklarlar belki de içlerinde. Bir çocuğun hevesiyle yarışacak kadar çok heves bulursunuz onların içinde. Açık açık dile getirmeye çekinirler belki, o ayrı. Çocuklar hevesle doğrudan yüzleşirler. Belki de bu yüzden çatışırlar büyükleriyle. Büyüklerin içinde hiçbir yere gitmeyen ama hevesini de açıkça dile getiremeyen çocuklukla çatışırlar belki de en çok. Çocuklarla ilgili duygular bütün bunlardan dolayı daha göz önündedir, daha önemlidir. Ben de öykülerimde çocukları, çocukluğu çağırıyorum yer yer. Ya da onlar zaten hiçbir yere gitmiyorlar, gidemiyorlar.
Aynur Kulak: Pandemi döneminin içinden geçiyoruz hala ama insan adına bazı küçük detaylar, bazı naif kelimelerin nitelediği önemli değerler değişmeyecek sanki, ne yaşarsak yaşayalım. Buna rağmen bundan sonrası için nasıl dönemler bekliyor bizleri? Evet değişiyor artık ve çoktan değişti aslında çoğu şey fakat edebiyat bundan nasıl etkilenecek sizce? Nasıl hikâyeler okumaya başlayacağız?
Edebiyatta mühim olan insanı elden kaçırmamaktır. Çağ değişir, huy değişir, araçlar değişir ama neticede insan gerçeği değişmez. Büyük yazarlar o gerçeğe çok yaklaştıkları için büyük olmuşlardır. Derdimiz insanla baş başa kalmak, onun acısının dibinde sabahlamak olmalıdır.