“Sekoya ağacının kabuğu ateş geçirmezmiş. Sekoya ormanında yangınlar, ağaçların içinde olup bitermiş. Senin de içten içe yandığını anlayamamışım demek ki.”
Bu sözler, genç bir kadının, annesine söyledikleri. Bir anneyi Sekoya ile özdeşleştirmek…
Kendine “kartondan bir baba” yapan, “Babamın resmini bir kartona çizdim, yastığımın altına koydum. Onunla uyudum. O gitmiyor, hep benimle.” diyen terk edilmiş bir çocuk…
Bir havaalanında, bagaj bandında dönüp duran “öksüz” bavul…
Tüm bunlar kafamın içinde dönüp duruyor. Günlerdir elimden düşmeyen Şeyda Apaydın’ın ARTE Yayınları’ndan Çıkan Gece Sütü adlı öykü kitabı düşündürüyor bunları. Kitabın kapağındaki fotoğraf, gecenin karanlığında, yıldızların içinde masummuş gibi duran bir bardak süt, hiç de göründüğü gibi değil. Kitabı bitirince yüreğinize bambaşka bir bardak süt yerleşiveriyor.
Gece Sütü’ndeki on beş öykü, yaşamın farklı evrelerini ince ince ele alırken, belki de psikoloji kitaplarında işlenen karmaşık analizleri, çok sade ve akıcı bir dille sunuyor. Kimi zaman düşle gerçeğin iç içe geçtiği öyküleri okurken durup kendi yaşamınızı sorguluyorsunuz. Size ait olmayan ama her biri “siz” olabileceğiniz öyküler bunlar.
DAMLA SAKIZI
Ankara sokaklarında geçen ilk öykü Damla Sakızı. Bahçeli’den Tunalı’ya, Kuğulu Park’tan Aşti’ye Perihan’la birlikte dolaşırken, hem bir insanın yaşamının son mevsimine hem de Ankara’nın sonbaharına tanık oluyorsunuz. Perihan ve Beyhan’la birlikte bir fincandaki telvelere bakıyorsunuz. Beyhan, Perihan için, “Yıllarca hâkimlik yapan ‘kanıtsız’ hiçbir şeye inanmayan Perihan, telvelerden medet umuyor. Düşlerini ona gelecek olarak sunmamı istiyor. Yeni bir yaşam kurmamı, koskoca hayatı bir fincana sığdırmamı bekliyor.” diyor.
“Kuğulu Park’ın girişinde kestaneci ile göz göze geliyorum. Dumanı tüten tezgâhta kış satıyor adam.” sözleri hoşuma gidiyor. Tunalı’dan Kuğulu’ya yürürken, yaşamın seslerini duyuyorsunuz âdeta. Bir akordeondan gelen Ayla Dikmen’in “Anlamazdın, anlamazdın…” şarkısı dilinize dolanıyor. Ardından “Samanyolu” geliyor. Öteden biri bağırıyor: “Yarın çekiliyoooor…” dönüp bakıyorsunuz, Beyhan piyango bileti satan genç kadının önünde, söyleniyor: “Kendinde olmayan umudu dağıtıyor.” “Kestane kebaaap, yemesi sevaaap” sesi yinelenip duruyor.
Sadece sesleri değil, kokuları da duyuyorsunuz okudukça. AŞTİ’de Beyhan’la birlikte, insan ve ıslak paspas kokusunu soluyorsunuz. Terminal’den trene binerken, yolcuları süzüyorsunuz. Basit betimlemelerle farkında olmadan öykünün içinde buluveriyorsunuz kendinizi:
“… Uzaklardan gelmiş yorgun yolcularla ilerleyip oturuyoruz. Bir yandan valizlerini tutuyor, bir yandan da etrafı inceliyorlar. Yüzlerinde başka şehirlerin izleri, üzerlerinde başka yerlerin kokuları…”
Öykünün sonunda çarpılıveriyorsunuz. Bir sonraki öyküye geçmeden önce biraz durup yüreğinizi dinlendirmeniz gerekiyor.
TAHTEREVALLİ
Kitabın ikinci öyküsü “Tahterevalli”. “Radyonun sesi evi okşuyor. Hep yüreğimde yaşayan şarkılardan biri çalıyor” diye başlayan öykü, yumuşak yumuşak sızıyor benliğinize. Siz, babasının borç listesi önünde duran çocuğa acırken, o da babasına acıyor hep. Aile rollerine tersten bakış koyan yazar, bir babanın değil, bir çocuğun ağlayan babasına duyduğu şefkati anlatırken yüreğinizi ele geçiriyor. Onun masum aşkı, şifreli günlüğü, tebeşirle çantasına kazıdığı isim içinize işliyor.
ARTIK
“Artık” öyküsü, kitabın belki en kısa ama en dokunaklı öykülerinden biri. Hepimiz küçük mutluluklar aramıyor muyuz? Bazen bir AVM’ye girip vitrinlere bakmıyor muyuz? Oralarda dolaştıktan sonra tahrik eden yemek kokularına yenik düşüp oturmuyor muyuz bir masaya? Ya sonra? Sonra olanlar? Yazar bu öyküde, hepimizin gözü önünde olan ama çoğumuzun görmediği bir minik detaydan yola çıkarak öyle ağır bir öykü yazmış ki, sindirmek zor. Hepimiz hak etmediğimiz yaşamların öznesi olabiliriz. Asıl mesleği gazetecilik olan yazar, gözlem gücünü etkili bir şekilde hissettirdiği bu öyküyle, hem bir farkındalık yaratmaya çalışıyor hem de insanı, insana sahip çıkmaya çağırıyor.
RÜYA ÇANI
“Rüya Çanı” öyküsü de diğerleri gibi okuru içine çekiyor. “Kendimi özlemişim, kayıp ruhumu arıyorum” diyor Mehmet. “Gece kalbime inen bir yol, ilerledikçe rastlıyorum içimdekilere” sözleriyle, bir roman yazmak istiyor. Ancak Mehmet banyodaki kırık aynanın karşısına geçince, onunla birlikte iç hesaplaşmalar kulvarında buluyoruz kendimizi. Yaşamının farklı evrelerine tanık oluyoruz. Evliliğin sorgulandığı şu cümleler ise çok çarpıcı:
“Ayna çatlak da olsa, arkasına yapıştırılmış kâğıt sayesinde bir şey olmamış gibi duruyordu yıllardır. Evlilikleri o ayna gibiydi. Bir kâğıt parçasıydı parçalanmış hayatlarını bir arada tutan.”
YANIK DEVRE
“Yanık Devre” merak duygusunu alabildiğine körükleyen, gülümseten bir öykü. Merak ettiği kokunun peşine düşen kahraman, sizi de adeta kolunuzdan tutup yanında sürüklüyor. Onunla birlikte kimi zaman bir huni olan, kimi zaman bir diş fırçasına saklanan, kimi zaman da duşta beliren kokuyla saklambaç oynuyorsunuz. Öykünün sonunda, kahramanın eşiyle birlik olup kokuyu sobeliyorsunuz.
Hepimiz bazen sevdiğimiz bir çiçeğin, bizim olmasını ister, onu koparıp, okuduğumuz kitabın sayfaları arasına yerleştirir, unuturuz. Şeyda Apaydın da Gece Sütü kitabının içine okur için bir çiçek koymuş. Lotus çiçeği. Ama lotus ne kurumuş ne de rengini kaybetmiş. Aksine, öyküyü okudukça canlanıyor, dikiliyor karşınıza. Kokusu geliyor burnunuza. Güzelliği büyülüyor.
Yaşamın acımasızlığıyla mücadele için farklı bir çıkış bulan Gamze’nin öyküsü çok dokunaklı. Kirli sularda yetişen Lotus’un dünyanın en temiz çiçeği olduğunu anlatan bir kahraman Gamze’ye, “Yetiştiği kirli ortama rağmen, üzerine konan tek bir toz zerresini bile temizleyebiliyor. Geceleri yapraklarını kapatıp gündüzleri açıyor. Her gün güzelliğini koruyarak yeniden doğuyor. Sevginin, merhametin, şefkatin simgesi olduğu söyleniyor.” diyor.
Basit görünen ama içinde insanın en saf ve masum hâllerini barındıran diyaloglarda, kirli sularda yüzen lotusun güzelliğini görüyorsunuz.
NEYİN PEŞİNDESİN?
Soğuk bir Ankara sabahında bir belediye otobüsünün içinde, sıradan bir günde geçen öykü “Neyin Peşindesin?”. Otobüste kitap okuyamayınca “insanları okumaya” başlayan yazar, sosyal sorunları, yumuşacık bir akışla ortaya koyuyor. Otobüsün taşıdığı hayatlara ayrı ayrı giriveriyorsunuz farkında olmadan. Yolculuk bittiğinde kahraman, bir cümleyle sizi durup düşünmeye zorluyor.
İSTİNAT DUVARI
Her gün rastlayabileceğimiz basit bir istinat duvarı insana ne söyleyebilir? Ne kadar önemli olabilir ki duygu dünyanızda? Ancak Gece Sütü’ndeki istinat duvarı, dokunaklı bir öykünün merkezi olmuş.
Nikos Kazancakis’in Zorba adlı kitabında çok yürek burkan bir sahne vardır. Pansiyon işletmecisi olan yaşlı Madam Ortans ölüm döşeğinde can çekişirken, köylüler bunu haber alır ve o daha ölmeden, gözlerinin önünde tüm eşyalarını talan ederler. Bu sahne, İstinat Duvarı öyküsünde öyle bir yere oturtulmuş ki, okurken etkilenmemek mümkün değil. Yazarın duyduğu ince sızıyı siz de duyacak, ancak yine de umuda açılan kapıyı göreceksiniz.
PİNOKYO’NUN UYARISI
Kitapta hüzünlü öyküler olduğu gibi, gülümseten, merak duygusunu diri tutan ve okuru hiç rahat bırakmayan öyküler de var. Bunlardan biri Pinokyo’nun Uyarısı. Aralara sıkıştırılmış cümlelerle okuru düşündüren yazar, sadece iyi şeylerin değil, “alışılan kötü şeylerin yokluğunun bireyde yol açtığı kaygı”ya dikkat çekiyor.
“Yalnızlıkta da yalnız değiliz” diyen yazar, Adile Naşit’i, Don Kişot’u, Mavi Gözlü Dev’i, Picasso’yu topluyor öykünün bir yerinde. Hatta öykü kahramanı, Freud ile konuşmamak için gözlerini kaçırıyor ondan. Freud ile konuşmuyor ama Pinokyo ile sohbeti çok derinlikli… Pinokyo’ya, “Her insan gibi benim de gerçeğe, acıya, karanlığa dayanabilmek için, yalana, kendimi kandırmaya ihtiyacım var” diyor.
GELİNCİK
“Sekoya ağacının kabuğu ateş geçirmezmiş. Sekoya ormanında yangınlar, ağaçların içinde olup bitermiş. Senin de içten içe yandığını anlayamamışım demek ki. En çok buna üzülüyorum. Keşke içindeki yangını görebilseydim.”
İnsan sevmekten yorulur da sevilmekten yorulur mu?
Bu öykünün kahramanı, “Sevilmekten çok yoruldum. Bazen beni seven herkesten nefret ettiğim bir noktaya geliyorum.” diyor. Sevilmenin sorumluluğunu taşıyamayan öykü kahramanı, yurt olarak benimsediği yerden ayrılmasını isteyen annesine şöyle sesleniyor:
“…biliyor musun, gelincikler sadece sevdikleri topraklarda yaşayabilirler. Onları kopardığın anda solmaya başlarlar.”
ÖKSÜZ BAVUL
Havaalanında olduğunuzu düşünün. Uçaktan inen herkes eşyalarını almak üzere bagaj bandının etrafında duruyor. Bekliyorsunuz. Herkes telaşla eşyalarını alıp dağıldıktan sonra, bagaj bandında tek başına dönüp duran bir bavul kalıyor. Ne düşünürsünüz? Ya da düşünür müsünüz onunla ilgili bir şey? Yazarın bu öyküdeki kurgusu diğer öykülerden farklı. Kurgu farklı olsa incelikli bir aşk öyküsü bu. İlla ki yüreğinizde bir iz bırakıyor.
BASTON
Hepimizin yaşamında var olabilecek, sıradan bir olaylar zinciri Baston öyküsü. Yaşamın inişleri çıkışları çok tanıdık. Aile içindeki yüksek gerilimin sebebi olan sır, sürpriz yapmayı seven yazarın kullandığı son cümleyle ortaya çıkıyor. İnsanın vicdanı bu cümleyle ayağa kalkıyor.
GECE SÜTÜ
Kitaba adını veren Gece Sütü öyküsü diğerlerinden farklı bir teknikle okura sunulmuş. Küçücük bir çocuğun kaleminden dökülen, basit cümlelerle aktarılan duygular, çok büyük bir sosyal yaraya dikkat çekiyor. Çocuğun yazdıkları öylesine dokunaklı ki… Sadece bir örnek vermek yeterli:
“Babamın resmini bir kartona çizdim, yastığımın altına koydum. Onunla uyudum. O gitmiyor, hep benimle.”
Çocuğun Zuzu’ya sorduğu sorular, kalbinize bıçak saplıyor âdeta. Onun masumiyetini, umutlarını, beklentilerini, düş kırıklıklarını yaşıyorsunuz âdeta. Bu öykü, herkesin doluştuğu bir trenin imdat frenini çekiyor sanki. Gece Sütü öyküsü bu yanıyla kitabın kapağı olmayı hak ediyor.
KATALOG
Bir kuaförün önünüze koyduğu renk kataloğu ne ifade eder? Saçınızı boyatacaksanız, bu oradan bir renk seçmeniz için verilmiştir değil mi? Oysa yazar bu öyküde renk seçtirmiyor kahramanına. Onun yaşamına açılan bir pencere olarak kullanıyor kataloğu. Bundan böyle kuaföre gittiğinizde, kataloğa farklı bakacaksınız. Belki de kahramanın yerine koyacaksınız kendinizi.
ALÇI
Alçı, kitabın en eğlenceli öyküsü. Yazar, dokunaklı öykülerden kalan acı tadı, bu öyküsüyle gidermek istemiş sanki. Çoğu yerinde gülümseyeceğiniz Alçı, yaşlı bir kadının sakin yaşamını delip geçen ve artık gerçekliği olan fantastik öğelerle dokunmuş. Okuru merakta bırakan ve sonuna kadar da gerçeği okura vermeyen yazar, son cümlede kahkaha atmanıza neden oluyor.
Rahatlıkla okuyabileceğiniz kadar yalın bir dille yazılmış olan Gece Sütü, yazarın iyi bir dil işçisi olduğunu ortaya koyuyor. İlk kitap olmasına karşın, okurda hiç de böyle bir duygu uyandırmıyor. Yazarın hem psikolojiyle yakından ilgilendiği hem de iyi bir okur olduğu öykülerde kendini belli ediyor.