Yaşanmaya ya da yazılmaya değenin ne olduğu sorusu zaman zaman meşgul eder zihnimi. Çok derinlerdeki bir kabuğun içinde ikisinin de cevabı aynıdır benim için: Patolojik olan. Çünkü daha tanıdık ve canlı hissettirir. En başından beri seninledir, doyum verir. Onun karanlığına girmekten daha rahat hissettiren bir şey de onun akışına kapılmaktan daha coşku veren bir şey de bulunmaz. Diplerde saklanan o kabuğun içinde yerinden sarsılması zor kayalar vardır. Gülşen Funda’nın ikinci öykü kitabı Yol Deriz Ona’yı o kayaların tanıdık iniltisi eşliğinde okudum.
Toplam yedi öyküden oluşan kitap Öteki öyküsüyle açılıyor. Bir köyde yaşayan Elif Kadın’ın önce bir başınalığına, sonra öfkesine şahit oluyoruz. Tecavüze uğradığı için suçlu görülen, yüzüne bakılmayan, sesine koşulmayan bir kadın bu. Üstelik tecavüzcüsünden hamile. Köyün ebesi bile onun bebeğini doğurtmamak için başka bir köydeki doğuma gidiyor. Bu sahipsizliğin önce çaresizliğe ardından öfkeye dönüşünü izliyoruz sayfalar boyunca. Gülşen Funda, üslubuyla çok benzersiz bir coğrafya yaratmakta mahir. Derinlerden gelen bir çığlığı rüya gibi sözcüklerle derinlerimize gönderiyor. Elif Kadın en karanlık geceden bile daha karanlık olan bir kimsesizliğin içinde, duvardaki Fadime Ana’nın Eli levhasından inip sırtını sıvazlayan elin yardımıyla yapıyor doğumunu. Aylardır baştan aşağı büründüğü çaresizlikle sütü bile gelmiyor. Bebeği bir yandan ağlıyor kendisi bir yandan. Nefessiz bırakan cümleler ardı ardına birikiyor. Elif Kadın’ın öfkesinin bir ah’a dönüşmesine şahit oluyoruz: “Bu köy böylece yok olup gitsin.” Beddua edip yıkıcı öfkesiyle kendisini yok etmeden önce oğlunu köyün yaşlılarından Ayata’ya götürüyor. Ayata torunu Udar ile beraber büyütüyor Abray’ı. Oğlundan ayırmamasını söylüyor oğluna. Kardeşin kardeşe şifa olacağını düşünüyor. Kardeşi kardeşe bağlayan iyi hikâyeler anlatıyor onlara. Ayata öldüğünde köye kötü hikâyeler de geliyor Yazgan’la. İyi hikâyelerin kötü versiyonlarından haberdar oluyor kardeşler. Başka bir sonun da mümkün olabileceğini biliyorlar artık. Abray doğduğundan beri kendiyle olan o sesi daha sık duyuyor şimdi: “Bu köy böylece yok olup gitsin.” Elif Kadın’ın istediği yangınlar köyü çevrelerken Abray ve Udar da karşı karşıya geliyor.
Sahipsizliğin doğurduğu öfke, öfkelerin en ilkelidir ve insanın kendisine dair büyük bir yıkıcılık arzusu barındırır. Öfkenin bu saf hali kitabın ikinci öyküsü Dua’da da karşımıza çıkıyor. Konstantinopolis’ten dinleri sebebiyle sürülen on iki adam ve bir çocuk Keşiş Dağı’na doğru, Tanrı’nın Kenti’ne, Theopolis’e yürüyorlar. Ekipteki tek çocuk Shenouda, ekibin lideri Theophanes’in oğlu. Babasının ayak izlerine basarak yürüyüp ağzından çıkanları hayranlıkla dinlese de babası tarafından görülmeyen eksik bir oğul o. Babası sadece Tanrı’sını görüyor. Bir çocuğun dayanmasının imkânsız olduğu çok zorlu yollardan geçiyorlar birlikte. Babası bir kez bile takdir etmiyor. Görülmedikçe Shenouda’nın öfkesi kendini yiyip bitiriyor. Babasının Tanrı’sından da nefret eder hale geliyor. Daha zor yollar çıkıyor karşılarına. Babası en önde, bir kez olsun oğluna bakmıyor. Shenouda görülmediği için tükenmeye başlıyor. Keşiş Dağı’na üç gece kala dinlenmek için girdikleri mağarada kendinden geçiyor. Tanrı’nın Kenti’ndeki manastırı görüyor rüyasında. Etrafı ölü oğul mezarlarıyla dolu. Üç gün üç gece sayıklıyor ama babası gelmiyor başına. Shenouda’nın sahipsizlik ve öfkesine en çok yaklaştığımız o anlarda Gülşen Funda dili de bir anafora çeviriyor. Kabukların altındaki ilkel kayalardan çok zor çıkan bir sözcük, başka sözcükleri de çağırıyor yanına. Anafor büyüyor, sözcükler bizi yükseltiyor ve tepelerden görüyoruz çarpacağımız kayayı. Yine nefesimiz kesiliyor.
“… peşinden geliyordum yalınayak ve koşarak, neden öylece bırakıp gittin beni, neden bu çamurun içinde debeleniyorum ben, ve hiç doğmayacak oğlum, ve oğlumun oğlu, ve sen, ve senin baban, ve babanın babası, neden debeleniyoruz bu çamurun içinde, neden, söyle baba diye hıçkırıyordu Shenouda, neden ışığını göremedim senin o parlak Tanrı’nın, neden gözlerini çevirmedi bir kez olsun bana, merhameti tüm insanlar için değil miydi, dağdaki vaazını okumadın mı yüzlerce kez, İsa’nın o kutlu kelimelerini, Göksel babamızın bizimle olduğunu, ve kaygılanmakla ömrümüzü uzatamayacağımızı, kır zambaklarının nasıl büyüdüğüne bakmamız gerektiğini, ne çalıştıklarını, ne iplik eğirdiklerini ama, tüm görkemine rağmen Süleyman’ın bile onlardan biri gibi giyinmiş olmadığını, bugün var olup yarın ocağa atılacak olan kır otunu böyle giydiren Tanrı’nın bizi de giydireceğini, bunları ezberletmedin mi bana; Tanrı’nın, güneşini hem kötülerin hem de iyilerin üzerine doğurduğunu, yağmurunu hem doğruların hem de eğrilerin üzerine yağdırdığını, eğri de değilim doğru da değilim, söyle baba, nerede Tanrım, Tanrın, Tanrımız, nerede baba, o muhteşem Göksel baban neden sonsuz bir boşluk koydu kalbimize…” (s, 41)
Özellikle bu iki öyküde insanoğlunun en temel travmasını işliyor Gülşen Funda: “Görmediğin için yokum.” Bütüncül psikoterapi, ilk tepkilerini verip onaylanma ihtiyacıyla anneye bakan bebeğin bakışları görülüp uygun dönütler gösterilmediğinde bebeklerin bir karanlığa hapsolduklarını söyler. Bu şekilde yaşanan bir deneyimde çocuk annesinden ayrılıp bireyleşemez, gerçek kendilik oluşamaz. Çok acı verici, karanlık ve öfke dolu bir yerdir burası. İnsanın iliklerine işlemiş bir yalnızlık ve çaresizlik vardır. Yüzüne değen yüzler, sesine değen sesler olmamıştır hiç. Dolayısıyla bir kendilik algısı da gelişmemiştir. Boşluk bu sebeptendir. Tüm kötü duygular kabuğun altında birikir. Daha sonra yaşanan her travmayla iyice kötüleşir işler. Elif Kadın’ın ve Shenouda’nın öfkesi; gerçek kendiliğin, var olamadığı için duyduğu öfkedir. Gülşen Funda o öfkeyi almış, işlemiş ve başarıyla resmetmiştir. Tam da bu yüzden karanlığı ve ilkelliği bize çok tanıdık gelir. Yüzleşmesi oldukça zordur aynı zamanda. Rahatsız eder. Bu yüzden iki öyküyü okurken de birkaç kez kapatmak zorunda kaldım kitabı. Soluklandım.
Sonraki dört öykü; Ses, Ava, Eşik ve Kovuk’ta bu karanlığın çok yavaş ve acılı bir biçimde aralanmaya başladığını görürüz. Ses’te Yenisey yakınlarındaki Sengel yurdunda yaşayan Karasaç Ana’nın çağrısını St. Petersburg’da duyar Matthias. Karasaç Ana da büyük bir sahipsizliğin içindedir. Masalları, şarkıları, duaları, sözcükleri, dili yok olmak üzeredir. Onları yok olmaktan kurtarması için Matthias’a seslenir. Dileği öyle içtendir ki Matthias bulunduğu yeri terk eder ve duyduğuna emin olduğu o sesi aramaya çıkar. Yıllarca Ural’ı, Sibirya’yı, Tataristan’ı, Kazan’ı, Sakha’yı, Tümen ve Toblosk’u, Yenisey’i, Buryatları, Baykal Gölü’nü dolaşır. Ölmek üzere olan bir dilde bulduklarını yazar, hayatta tutar. Yürüyüş zor, bekleyiş ondan zor olsa da bulacaktır Karasaç Ana’yı Matthias. Kendini arayan özne artık farkındadır ve ayaklanmıştır. Elif Kadın sesinin olmadığını düşünecek kadar derin bir karanlığın içindeyken, Karasaç Ana sesinin duyulacağını bilerek çağırır. Ava da aynı şekilde sancılı bir yürüyüşün hikâyesidir. Sınırları sularla çizilmiş Mava Adası’nda yaşayan halk için sınırlara karşı çıkmak lanetlenme ve sürülme sebebidir. Paspara kuşları, Mazaya ağaçları, Harava Irmağı, Kuda Ormanı, katu dikenleri ile özel bir coğrafyadır burası. Bir gün bir kadın vurur karaya. Tecavüze uğramıştır, işkence görmüştür, ölmek üzeredir. Adadaki bazı kadınlar onu kurtarır, iyileştirir ve ona sahip çıkar. Bir çember şeklinde, sonsuz bir döngüyle final yapan bu öyküde yine kendiliğe doğru bir yolculuğun işaretlerini görürüz. Bu yolculuk öyle zordur ki her zaman katu dikenleri batar hareket edenin ayağına. Yine de direniş gösterilir ve yürümekten vazgeçilmez. Gerçek kendiliği aramak zorlu bir süreçtir çünkü. Gülşen Funda bu öykülerde o yola şahit tutar bizi. Ava’nın tecavüze uğrayışı, gerçek kendiliği işgal eden annedir. Bütüncül psikoterapiye göre bebeğin ilk tepkilerine annenin sağlıklı yanıt verememesindeki nedenlerden biri de bebeğin bireyleşmesinden duyduğu korkudur. Çünkü kendisi de terk depresyonunun içindedir ve bebeğin ondan ayrılarak onu terk edeceğini düşünür. Kaygıları o kadar şiddetli boyuttadır ki bu yüzden kendini kapatır, bebeği görmez. Görülmeyen bebek bir karanlıkta mühürlü kalır. Annenin kendisine yapışmasını bir işgal olarak yorumlar ve yutulma korkusu yaşar. Ava yutulma korkusuna rağmen kendini toparlamış ve sınırları suyla çizilip dışarı çıkmanın sürülmeye sebep olduğu bu anneden, yani adadan kaçmaya çalışmıştır.
“Elinde yuvarlak, büyük bir ayna; karşında başka bir kadın. Kendini aynada her göremediğinde hem korkuyor hem de öfkeleniyordun.” (s, 66)
Yine bir doğum hikâyesidir bu. Sular, içinde bulunduğu korunaklı keseyi temsil eder. Kıyıya yeniden vurduğunda başka biri ama gerçek kendisidir artık. Hâlâ çok yeni ve çok zayıftır. Gülşen Funda’nın tüm öykülerinde kahramanlar çok zorlu yolları yürürler ama öyküler bir bütün olarak da yürür. Mücadele, arayış, direnme bitmez. Netameli topraklarda gezinir dururlar. Öyküler ilerledikçe inanç da büyür içlerinde. Eşik’te yurdundan sürülen bir halk vardır. Dilleri ve dinleri yasaklanmıştır. Gülşen Funda’nın öykülerinde dilin yasaklandığı, sustuğu, yok olduğuna dair kaygıları çokça görürüz. Dil onun için yurt demektir ve dil konuşulamaz olduğunda orası yurt da değildir. Sürgün sırasında kadınlarla erkekler ayrılmış, Kaşgar geride kalmış, kadın geldikleri şehirde terzilik yapmaya başlamıştır.
“İki oğul. Birine sesim dedim, Avaz’ım. Diğerine erkinliğim dedim, Azad’ım.” (s, 73)
Oğullarını geride bırakmak zorunda kalmış olsa da onları beklerken derin bir kuyunun içinde değildir. Kimsesizliğin, sahipsizliğin çemberi yırtılmaya başlamıştır. Oğullar yürüyüşlerine devam ederken sesi duyulanın, yüzü görülenin, ardından yol gidilenin aydınlığı okuru da sarar. Kovuk öyküsü de bu aydınlığa doğru bir yürüyüşün zamanlar ve mekânlar ötesi kavuşumuna şahitlik eder. Sümbül Efendi Mahallesi’nin zamanıyla Katerina Hatun’un zamanı bir kovukta eşitlenir. Kendilik arayışına karşılık veren sesler her öyküyle daha da kuvvetlenmektedir. Gülşen Funda önce kendiliğin olmadığı acı, yalnızlık, çaresizlik dolu kabuğun içini bize göstermiş, ardından kabuğu temizleyip seslerin oraya ulaşmasına izin vermiş, daha sonra gerçek kendiliğin elinden tutarak ateşler üstünde bir yürüyüşe çıkarmıştır. Büyük bir bilinç ve farkındalık ile işler o yolu.
Kitabın son öyküsü Mühür ise sancılı yürüyüş sonunda varılan gerçek kendiliğin boy vermeye başladığı yerdir. Talay ile Han babası arasında Soğd Eli’ne akın düzenlemek konusunda bir anlaşmazlık yaşanmaktadır. Han savaştan yana değildir çünkü artık insanlar rahat etsin istemektedir. Talay da Han’ın etrafındakilerin rehavete kapıldığını, bencilce davrandığını, rahatlıklarının yurtlarının başına bela olacağını söylemektedir. Divan toplanır ve Talay’a sürgün kararı verilir. Talay sahipsizdir, öfkelidir, sevgisine karşılık alamadığını ve değerinin bilinmediğini düşünür ama bunu kabullenmez. Zor da olsa çadıra yeniden girip babasıyla yüzleşir. Ormanı bitirip ak çadıra varmak kolay değildir ama derin bir çaresizlik yoktur artık. “Görmediğin için yokum.” mantığıyla mücade edilir. Tam bu nokta kendiliğin olgunlaşmaya başladığı yerdir. Diyalogları filiz veren bir tohuma bakar gibi okuruz. Sevgiyle, minnetle. Talay atını babasının yanında Soğd Eli’ne sürürken artık görülmüş, dolayısıyla var olmuş ve büyüyen bir kendilik vardır karşımızda. Shenouda’nın kimsesiz yürüyüşünden farklıdır bu. Kitap da yürümüş ve ayağına katu dikenleri batıp dursa da bulmuştur aradığı şeyi. Bu anlamda oldukça devingen bir metindir Yol Deriz Ona. Yalnızca kelimeler, cümleler, insanlar, şehirler değil öyküler de yürür birbiri ardına. Varmak istediği yeri de neyi anlattığını da çok iyi bilir Gülşen Funda. Yok olmuş ya da hiç olmamış kentlerle hali hazırda mevcut olan mahalle veya köyler onun inşa ettiği dil sayesinde bambaşka boyutlar alıp çoğalır. Hem çok tanıdık hem de uzak bir yerden seslenir bize. Bu özgün coğrafyayı bilinçli olarak yaratmıştır. İlkel bir yerdir burası. Kimselerin kolay kolay girmediği, giremeyeceği yerler. O yüzden bir yerden bir yere giderken ormanları geçer kahramanlar. Ayaklarına dikenler batar. Ürperti veren bahçeler vardır. Aşılması zor tepeler. Bunların hepsi özel bir üslupla inşa edilir. Dil kıvrak, ustalıklı ve cesurdur. Üstelik çok fazla sözcük vardır aşılması gereken. Ve aynı zamanda ses. Sesini kaybetmek, sesini aramak, bir sesin peşine düşüp ona inanmak. Gülşen Funda tüm öykülerini sadece bir ses üzerine inşa eder. Çok derin bir yerden acılar içinde çıksa da direnişi ve mücadelesi sayesinde kafasını uzatmıştır ve boşluktan varlığa kadar bize söyleyecek çok şeyi vardır o sesin.
Gerçek kendilik arayışına dair çok güçlü öyküler, nefis metafor ve imgelerle dolu bu kitap yetenekli ve çalışkan bir kalem olan Gülşen Funda’nın emeğine ve birikimine de şahit tutar bizleri.
Sesin dünyayı dolaşsın kardeşim.
Çok güzel herşey okadar güzel anlatılmış mi okurken insan kendisini o hikayenin içerisinde buluyor ve Elif oluyor…