Mihail Bahtin’in Dostoyevski romanı için kavramsallaştırdığı polifonik roman, kahramanları söyleşimsel/ diyolojik bir ilişkiye sokarak bilinçlerin orijinal çok sesliliğini sağlar. Yazarın nesnel ve hükmedici bir şekilde, kahramana boşluk bırakmayıp onun adına konuştuğu anlatılardan sonra Dostoyevski’nin çok sesli romanı bir zenginlik ve imkân olarak daha ilk anlardan itibaren dikkat çekmiştir. Bu idrak ve buluşuyla çağının çok ötelerini etkilemeye devam eden Dostoyevski’nin izlerini zaman zaman karşımıza çıkan çeşitli metinlerde sürmek mümkündür. Emin Gürdamur’un 2023 yılında Ketebe Yayıncılık’tan çıkan Önce Biraz Ağladılar adlı öykü kitabı ismindeki Suç ve Ceza göndermesi ile dikkat çeker.
Kitabın ilk öyküsü Nihat’ın Münacatı ise bizi Dostoyevski kişilerinin sarsıcı kriz anlarına, hezeyanlarına, bilinçlerine ve seslerine aşina olduğumuz bir yapıya götürür. Kahramanın, yazarın ve Dostoyevski’nin katmanları ayrı ayrı açılır önümüzde. Ben bu yazımda Bahtin’in Dostoyevski Poetikasının Sorunları adlı kitabında esaslı bir şekilde ortaya koyduğu kahraman şeması üzerinden, özellikle de Dostoyevski’deki özbilinç, tamamlanmamışlık ve ses bağlamında, Emin Gürdamur’un Nihat’ın Münacatı öyküsünü inceleyeceğim.
Bahtin’e göre kahraman Dostoyevski’yi dünyanın ve çevresinin gerçekliğine karşı aldığı konum olarak ilgilendirir. Dostoyevski’nin kişilerinin dünyada var olması değil onlar için bir dünya olup olmaması önemlidir. Bu dünyanın nasıllığı kahramanın bilincinde yer bulur ve metin özbilincin dominantlığında oluşturulur. Yaratılan dünya hiçbir şekilde sabit ya da nesnel değildir. Kahramandaki algısı bunların önündedir. Metni oluşturan bütün gerçeklik kahramanın özbilincine hizmet ederek okura sunulur. Dış dünyanın malzemeleri zihinde eritilir ve başka anlamlar kazanabilir. Bu sayede kahramanın kim olduğu değil kendisini nasıl algıladığı önem kazanır. Bu dominant özbilincin karşısına da ancak başka bilinçler çıkabilir. Metindeki çatışma, bilinç ve nesne arasında değil bilinç ve başka bilinç arasındadır. Fakat başka bilinçlerin de kahramanın bilincinde eriyerek ortaya çıkmaktan başka bir seçeneği yoktur. Bu diyolojik ilişki metinde monodiyolog halinde var olur. Nihat’ın monodiyoloğu sorularla başlar.
“Bu ben miyim Tanrı’m? Bu ses gerçekten bana mı ait? Yoksa yol boyu gözüme ilişen, kalbime ilişen, aklıma ilişen her sesi topladım da şimdi bana ait olmayan, saçma sapan bir uğultunun içine mi düştüm? Ses diye bir mağaranın, ses diye bir lağımın, ses diye bir boşluğun içine mi?” (s, 7)
Daha ilk cümlelerde Nihat’ın bütün gerçekliğinin özbilincinin dominantlığından beslenen bir algıdan geçerek okura ulaştığını görürüz. Yazar kahramanı adına konuşmaz çünkü özbilinç yazar için bir hoparlör değildir. Nihat Değirmen’in kendisi söyler bize korkak, pişman, dağılmış, kafası karışık, baş ağrıları çeken, uykusunda üst kattaki ihtiyarın çığlıklarını duyan, gözünü açınca onlardan kurtulan, zaman zaman kim olduğunu unutan, üzgün, kaçan, sığınan biri olduğunu. Hepsini tek tek toplarız Tanrı’yla konuşmasından. Çünkü bilinçten süzülüp gelen algı sabit ya da nesnel değildir. Düzenli ve sıralı olması da beklenemez. Metin boyunca Tanrı’ya sesleniş tutarsızdır. Bazen soru sorar, bazen özür diler, bazen geri çekilir. Yanı sıra onu merak eder, ondan şüphe duyar, onu küçümser. Kimi zaman hayrandır ona, kimi zaman cüretle saldırır. Empati de duyar, korkuyla itham da eder. Önce yok sayar, sonra hâşâ der. Bilincine göre şekillenir Tanrı’sı. Bütün bu hezeyanın temelini oluşturan travmayı yine kahramanın özbilincinden çıktığı şekliyle anlamaya çalışırız. Bilinç burada zorlanır. Dört yaşındaki kızı Nil’in ölümünü kolay kolay ortaya çıkaramaz. İmgesel, metaforik, karartılmış bir yerden çıkıp gelir sözcükler.
“Yerinde olsam balıkları teker teker öldürürdüm. Sana zorba demelerinden mi korkuyorsun? Korkma. Seni zorbalıkla itham edecek son balığı da öldürdüğünde bütün baş ağrıların sona erer. Nil’i bir uçtan bir uca merhametsizce dolaşıp küçük bir kıyamet koparman yeter. Balıkların acısını umursuyor musun? Umursuyorsun değil mi? Onları önemsiyorsun. Ben de zaman zaman bazı balıkları umursarım. Mızrağımı onların göğsünden geri çekerken gözlerinin büyüdüğünü görürüm. O an biraz pişmanlık duyarım. Sonra geçer. Hiçbir pişmanlık sonsuza kadar sürmez. Güneş batar, gözler kapanır. Sahi, pişman mısın Tanrı’m?” (s, 10)
Nil’in ölümünden sonra dağılan aileyi, Nihat’ın karısı Aslı’nın acıyla baş edemeyerek gidişini, ki bu terk ediş olabileceği gibi ölüm de olabilir, yine özbilinç süzgecinden geçtiği haliyle okuruz. Kahramanın dünya algısının yazar tarafından müdahale edilmiş bir kesinliğinin olmaması, öykü kişisinin dünyayı nasıl algıladığını kendi bilinci aracılığıyla okura sunması burada da söz edilmesi gereken bir bakış oluşturur. Metne giren bir başkası ise yine sabit bir varlık olarak değil bilinciyle girer. Onun bilincini kahramanın özbilincinden geçtiği haliyle kabul etmek zorundayızdır.
“ Ah güzel Tanrı’m. Nil’in kıyısında sana benim gibi tutkuyla tapan kim kaldı? Aslı ikide bir sözümü keserdi. Nil’in kıyısında değil, pazar yerinin karşısındayız, diye çığlık atardı. Aslı gittiği halde sözümü kesmeye devam ediyor. Nil kuruduğunda eve mukabeleye gelen kadınlar, senin yarattığın âlemi küserek terk ettiğini, geriye buyruk olarak sadece ölümü bıraktığını söylediler. Tam olarak böyle demediler ama Aslı’nın anlattıklarından bunu anladım. Aslı o kadınlara inandı. Öyle ki geceleri sana değil de ölüme sığınıp uyumayı alışkanlık haline getirdi. Onun haline güldüm. Uyumadan hemen önce başını kaldırıp, ben gülünç bir şey göremiyorum, dedi. Uyumasını bekledim. O uyuduktan sonra gülmeyi kesip ağlamaya başladım.” (s, 12)
“Çöldekiler senin güneş olduğuna inanıyor Tanrı’m. Onlara kırılma lütfen. Bizler çektiğimiz acıların önünde diz çökeriz. Asırlardır böyle yaparız. Bunun seni inkâr etmekle ilgisi yok yani. Güneş canlarını yakmış olmalı çöldekilerin. Hatta aralarından çıkan zorbalar da onlara acı çektirmiş olmalı ki bir gün içlerinden biri ayağa kalkıp insanın güneşten sıçrayan bir kıvılcım olduğunu haykırmış. Üst kattaki ihtiyar dengesiz bir kıvılcım bence. Onu buraya kim fırlattı bilmiyorum. Sepeti ne zaman sarkıtacağı belli olmuyor. Bazen onu beklerken acıkıyorum. Yine de ihtiyara minnettarım.” (s, 14)
Dostoyevski’nin olan biten her şeyi özbilincinden damıtarak ve tamamlanmamışlık üzerine kuran kahramanı serapa bir sesten ibarettir. Bahtin, özbilincin yazar için bir hoparlör olmadığını sık sık tekrarlar. Metinde kahramanın bilemeyeceği hiçbir şeyle karşılaşmayız. Olup biten her şeyi onun sesinden öğreniriz. Kahraman eksiksiz bir söz, temiz bir sestir. Kurulan bütün dünya onun tarafından yutularak bize gelir. Dostoyevski’nin kahraman hakkındaki tasarımı söz hakkındaki tasarımıdır. Emin Gürdamur da bunun altından başarıyla kalkar. Nihat’ın sesi bütün kurmacayı taşır metin boyunca.
“O kadar uzun sustun ki gazabını da cömertliğini de unuttular. Dağları yeniden dizsen, göğü yeniden kursan; üzümleri, incirleri, zeytinleri yeniden yeşertsen de bir daha onları asla doyuramayacaksın. Nil’in kırbacıyla bahçelerini tarumar etsen, işret meclislerini yerin dibine geçirsen de işe yaramayacak. Yerin dibinden seni inkâr etmeye devam edecekler. O kadar uzun sustun ki yalnız seni değil, senden önceki tanrılarını, senden sonraki tanrılarını, seyyahların getirdiği günübirlik tanrıları, evlerin kapılarını süsleyen tanrıları, kayıp çocukların tanrılarını unuttular.” (s, 12)
Nihat’ın Münacatı’nın özbilinç, tamamlanmamışlık ve ses bağlamında Dostoyevski kahramanlarıyla bilinçli olarak kurduğu bu bağ parçalı zihni, sınırların esnekliğini, algılamanın öznelliğini göstermesi bakımından ayrıca değerlidir. Çağdaş sanatın parçalı zihnin etrafında harcaması gereken daha çok zaman vardır.
Kaynakça
Mihail Bahtin, Dostoyevski Poetikasının Sorunları, Alfa Kitap, 2020.
Emin Gürdamur, Önce Biraz Ağladılar, Ketebe Kitap ve Dergi Yayıncılığı AŞ, 2023.