Bazıları yeryüzünde her şeyin anlatıldığı söylüyor. Ben onlara inanmıyorum. Aşk, acı, arzu, kırgınlık, öfke milyonlarca kez yazıldı diyorlar. Ben kimsenin benimle aynı şekilde âşık olduğunu, benim yaşadığım acıları aynen hissedebileceğini, birinin benim yaptığıma benzer şekilde birini isteyeceğine inanmıyorum. Benim kırgınlıklarımı kimse olduğu gibi duyamaz. Benim öfkem kimse tarafından aynen yazılamaz. Elbette herkes için böyle bu.
Yeryüzü Blues’i okurken bunları düşündüm. Debelenip durduğumuz aile denen çamurda ve bir türlü geride bırakamadığımız lanetli çocukluklarda hayatın arabesk yönü birbirine öyle benziyor ki. Ben bunu biliyorum geç, diyemiyoruz anlatana. Çünkü bu hikâyede çocuğun saçları İsa’nın saçlarına benziyor. Romandaki gerginlik bir kriz ortamında iflas edip sur içinden, yani gerçek şehirden sürülen aile ile başlıyor. Melodram yeni değil üstelik. Bu koşullarda bir de bütün arabeskliğiyle geçmiş yükleniyor. Şehirden itilme, sur dışına atılma herkesi etkilese de özellikle çocuk açısından büyük travmaya dönüşüyor. Mustafa Cem, onun için bir nevi Golgotha Tepesi haline gelen Gaziosmanpaşa’da anne ve babasının hınçlarını kendinden çıkarmalarına acıyı taşıyarak izin veriyor. Saçları İsa’nın saçlarına benzeyeceği için değil, acılardan örülmüş dikenli teli başının üstünde taşımayı seveceğinden. Ve yaralarını.
Yeryüzü Blues o kadar arabesk ki… Fakat bir an bile rahatsızlık vermiyor. Oradaki bütün arabeskliğin hayatlarımızın içinde fazlasıyla olduğunu bilmemize rağmen hem de. Doktora yapmış ama bir atölyede ellerinden çıkmayan yapışkanla terlik yapıştıran biri günümüz Türkiyesi için bile mümkünken. Romanda kısaca mali anlamda tepetaklak olmuş bir aile, şiddete meyyal ebeveynler, yatalak bir dede ve rutubetli bodrum katta sürekli kokan bok var. Durmadan konuşan hem de boyundan büyük konuşan beş altı yaşındaki bu oğlan çocuğu ne söylüyorsa o kadarını görüyoruz. Kitabın güçlü yönü “yazarın yeni bir dil getirmesi bla bla” değil yazarın kişiliği. Kadir, Kadir gibi bakıyor. Kadir, Kadir olduğu için dikkatini çeken şeyler bir başkasından farklı. Serçelerin Ölümü’nde doğal bir yolla oluşan o kafası karışık, şaşkın ama masum bakışı Yeryüzü Blues’te zaman zaman zorlayıp bazı yerlerde çok fazla tekrara düşerek bozsa da temelde ayırt edici olanın, yazarın hayatı görme ve düşünme biçimi olduğunu düşünüyorum.
Yeryüzünde her şeyin anlatıldığını söyleyenler bu kitabı okuduklarında “Zaten her şey anlatılmadı mı olum? Önemli olan yeni bir dil bulmak. Çocuk onu yapmış demek ki, ne güzel.” diyecekler. Ben “yeni bir dil” söylemine itiraz edip o dili oluşturan şeyin üzerinde, hiçbir tasarrufumuzun bulunmadığı şahsiyetlerimizin olduğunu söylüyorum. Yazar daha afili bir gerekçe bulmuş. Romanı bitirdikten sonra “sevgili kardeşlerim, hiçbir şey dile getirilemez, hiçbir şeyi anlamak yahut anlatmak mümkün değildir, insan varoluşunda her şey dildir ve dil de bozguna uğramıştır ve mülgadır. biz ancak şarkı söyleyebilir, sayıklayabilir, inleyebilir, debelenebilir ve feryat edebiliriz.” deyip işin içinden çıkmış. Şahsen samimi bulmadım bu cümleleri. Üstkurmaca elbisesine bürünmüş bir açıklama olduğu için şık da gelmedi okur karşısında. Son birkaç sayfalık kısım olmasa da olurmuş.
Yeryüzü Blues Elemli bir Yol’un kitabı. Adına hayat denilen bu rutubetli, güneş görmeyen, bok kokulu bodrum katta, biz de Mustafa Cem gibi, bazı şeyleri görmeyi bazı şeylere görmeye tercih edeceğiz. Bizi biz yapan şeyler, bu şekilde bizi biraz daha fazla biz yapacak. Sonra hep beraber acılardan yapılmış tacımızla bir tepeye çıkıp yeryüzünden sürüleceğiz. Bunların hepsinden önce ise, bu kitabı okumaktan keyif aldım.