Kolombiyalı yazar Pılar Quıntana, Köpek romanını çocuğu olmayan bir kadın üzerinden kurar. Olaylar, Damaris’in bir gün anneleri zehirlenen yavru köpeklerden birini alıp evine getirmesiyle başlar. Kocası Rogelio ile bir kulübede yaşayan orta yaşlı Damaris’e çocuk vermeyen seks boşuna bir uğraş olarak gelmeye başlamış, kocasıyla yatakları ayırmış ve bu düzenine çoktan alışmıştır. Yavru köpeğin eve gelmesi ona bir süre; memelerinin arasında yağmurdan koruyacağı, kırılganlığını gözetip kollayacağı, içindeki sevme isteğini aktaracağı canlı bir varlık bağışlamıştır. Damaris’in bu yeni ve ışıklı hali kitap ilerken bir mucize beklentisi de sunar okura. Fakat olaylar umduğumuz gibi gitmez. Artık büyüyen köpek zaman zaman kaybolmakta, Damaris’i bırakıp gitmekte ve hamile kalarak geri dönmektedir. Köpeğin ilk kaçışında Damaris’in hissettikleri neredeyse bir ayrılma bireyleşme süreci kadar sancılı olur. Köpeğin hamile kalışı da ayrı bir derttir. Hem doğurur hem de çocuklarına bakmaz, birini yer, sağ kalanları emzirmekten kaçınır. Damaris bir de yavru köpekleri sağa sola dağıtmakla uğraşır. En sonunda köpeği elden çıkarmak ister fakat köpek her defasında yeni evinden eski evine gelir. Romanın çarpıcı finalinde, bu ağır sorumluluktan usanan Damaris yeni evinden kaçıp geldiği günlerden birinde köpeğin boynuna ipi geçirir ve boğmaya çalışır. Ne yaptığının ayırdında bile olmaz. Hatta henüz köpek ölmemişken ve belki yaşaması için de şans varken gözü köpeğin memelerine takılır. Şişmiş olduklarını görür. Yeniden hamile olduğunu anlar ve buna kızar. Daha istekli, daha hırslı, daha arzulu sıkıştırmaya başlar ipi. Köpeği boğar. Ben burada Damaris’in bir kıskançlıktan ziyade; anne olmak istememe, anneliğe tahammül edememe, yaradılışında anneliğe dair bir alandan yoksun olmak gibi sebeplerle annelik kavramını kendince ortadan kaldırdığını düşünüyorum. Ve buradan hareketle Melisa Kesmez’in üç başarılı öykü kitabından sonra yazdığı novella olan Küçük Yuvarlak Taşlar’a annelik meselesi üstünden giriş yapmak istiyorum.
“O gece günlerdir ilk kez uyuduğumu ve o uykuda Elif’i hiç aramadığımı hatırlıyorum. Sanki hiç doğmamıştı, sanki hiç hamile kalmamıştım. Sabah kalkıp, giyinip işe gidecektim. İnsanların arasına karışacaktım yine. Yine sadece ben olacaktım. Kahve içecektim mesela birileriyle. İş çıkışı birileriyle iki tek atacaktım. Öyle ferah, öyle deliksiz bir uyku. Bir yenidoğan annesi olarak derdimin uykusuzluk veyahut yorgunluk olmadığını, anneliği aslında sevmediğimi, elimde olsa önceki hayatıma geri dönmek istediğimi, birinin annesi olduğum bir yaşamın bana göre bir yaşam olmadığını, beni utandıran pişmanlığımı ilk kez yıllar sonra bir terapide kendi sesimden duyacaktım.”
Böyle bir anne, böyle bir eş elbette herkesin hayatını etkiliyor. Elif’in Hikâyesi bölümünde de annelik gerilimi devam ediyor. Nergis’in yolcuğundan aylar önce oluyor kızının yolculuğu. Birlikte yaşadığı sevgilisinden hamile kalıp Gocayemiş Koyu’na bir karar vermeye gelen Elif’i bu koydaki çocukluk hatıraları, daha eski ilişkileri ve geleceğine dair tasarılarla görüyoruz. Elif, annesi ve babası henüz boşanmamışken yazları geldikleri bu kasabada, babası menemen yaparken, kavunu kesip dolaba koymuşken; duştan yeni çıkmış, havluları asan, sırtı onlara dönük annesini hatırlıyor. Bir türlü resmin içine giremeyişini. Anneliği düşünüyor. Üstelik bekâr bir anne olarak karnının içinde kendine bir dünya açıp gittikçe büyüyen o bebeği bir başına büyütüp büyütemeyeceğini. Deniz, onun çocuğunu da kucaklıyor.
Üçüncü bölümde Mehmet’in hikâyesini okuyoruz. Nergis ve Elif’in yolculuklarından yıllar önce, Nergis’in onu terk edişinden hemen sonra, kızını da kaybettiğini düşünen ve bu fikirle nefes alamayan genç bir baba denizde doğru cevapları buluyor. Onu kaybetmesi için bir sebep yok. Novella boyunca Nergis’in, Elif’in ve Mehmet’in kendilerine bile söyleyemedikleri, birbirlerine gösteremedikleri duygu ve düşünceleri; insanın nasıl kadim bir yalnızlık içinde, ne kadar anlaşılmaya muhtaç ama anlaşılması zor, aşkın ne kadar formüle edilemez bir yapıya sahip, sevginin nasıl da iyileştirici olduğunu bir kez daha hatırlatıyor bize. Çünkü Melisa Kesmez’in hâkim, kuşatıcı ve boşluk bırakmayan üslubu okuru ustalıkla çekiyor içine. Son olarak bu kitabın yazarın öykü kitaplarına göre daha aydınlık olduğunu söylemeliyim. Damaris’in yolculuğu kadar sert değil yaşananlar. Nergis kızına doğru bir yolculuğu seçiyor, Elif affetmeye meyyal, Mehmet her zaman güzel bir insan. Yalnızlığın karşısında seven bir adam var bu sefer, kimsesizliğin karşısında dostlar, savrulmanın karşısında aşk, her şeye rağmen hiç bitmeyen bir iyilik. Melisa Kesmez’in kayalar kadar karanlık öykülerinden sonra bu aydınlık, güneşe dönüş, hayata yeniden inanma belki de o küçük kızı Nil’in ışıltısındandır, kim bilir?