Annem Gittiğinden Beri Çiçek Ekmiyoruz Bahçeye
Per Petterson’un Ardından adlı romanının başlarında, Kuzey Irak’tan Norveç’e iltica eden bir mülteci gece yarısı ailesiyle birlikte dışarıda kalınca, dış kapının anahtarı olmadığı için Arvid’in ziline basar. Adam onu rahatsız etmesinden dolayı ertesi gün teşekkür mahiyetinde bir kâse getirmiştir. Per Petterson “Ayın öylesine yakın göründüğü yüksek dağlardan, ince çakıllı virajlı yolların geçtiği derin vadilerden ve kapılarında kilit olmayan beyaz badanalı evlerdeki iyi komşularından o kadar uzakta.” diyerek aktarır mülteci ile kurduğu empatiyi. Arvid önce dolapta bulduğu buruşmuş elmaları koyar içine, ardından kül tablası olarak kullanır ama en son ne yapacağını bulur. “Kâseyi mutfak masasının ortasına koyuyorum. Tepedeki lambanın ışığı altında parlasın.”
Memleketinde olmanın, ait olduğu yerde kendi kimliğiyle kalabilmenin kişiden topluma, toplumdan kişiye yansıyan doğal bir ışıltısı olduğunu düşünüyorum. Aksi durumda ise içeride ve dışarıda uçsuz bir karanlığın büyüyüp vicdanı susturması kaçınılmaz. Mustafa Orman ilk romanı Annem Gittiğinden Beri Çiçek Ekmiyoruz Bahçeye’de işte bu karanlığı işliyor. Ülkelerin ve insanların vicdanlarının yine ülkelere ve insanlara neler yaptığının çarpıcı bir resmi, dokunaklı bir ağıdı, içli bir stranı dile geliyor satırlarında.
Roman, 2009 sonbaharında Afganistan’dan İran’a oradan da Türkiye’ye gelip Kars’ın Digor ilçesinde tutunmaya çalışan Hanip ile bir partinin il başkanı Asaf’ın gözünden ayrı ayrı akıyor. Hanip’in bölümlerinde 2.tekil anlatıcı kullanılırken Asaf’ın bölümlerinde 3.tekil anlatıcının kullanılması metne girilmesini özellikle kolaylaştırmış. Hanip şehre geldiği ilk günlerde Asaf’ın sayesinde fırıncıda bir iş bulsa da metnin merkezini oluşturan ortak bir birliktelikleri yok. İkisi de kendi hikâyeleri ile ayrı ayrı büyütüyor romanı. Ama metnin sonunda kimsenin hikâyesinin kimseden ayrılamayacağını acımasız ama şık bir şekilde hatırlatıyor yazar.
“Düşünsene, aynı yolları sen de tek başına geçmiş, ne zorluklarla baş etmiştin. Yaver giden şansın bugünlere getirmişti seni; kurtlarca parçalanmaman, sınır boyunca askerlerin ateş açmaması, uçurumdan yuvarlanmaman, soğuktan donmaman… Birkaç yıl önce sen de aynı yollardan geçmiş, günlerce sınır boyunca yürümüş, parçalanmış ayakkabılarınla Doğubeyazıt’taki otogara gelmiştin. Aynada yüzünü bile seçemeyecek kadar kire bulanmıştın.”(sayfa 44)
Hanip o sınırı başarıyla geçmiştir ama vicdan sınırlarının da ötesinde dolaşır. Bir gün oğlunun cesedini bulmak için Çaldıran’a gelip kendisini arayan yaşlı adamın yanındaki genç kadına âşık olur. Genç kadın cesedi aranan delikanlının nişanlısıdır. Hanip’in kalbine ateş düşmüştür. Sınırın her iki tarafına da haberler salar, delikanlıyı arar fakat bir türlü bulamaz. Bir yandan da kadını aklından çıkaramıyordur. Daha önce de yaptığı gibi bir başkasının cesedini verir aileye. Donmuş ya da parçalanmış cesetlerin tanınacak bir yanı kalmıyordur zaten bir süre sonra. Birkaç ay bekledikten sonra kadını arar. Kadın ilk başta hayır dese de zamanla yumuşar ve Hanip’in karısı olur. Tam o sıralarda cesetlerden birinde yarım kalmış bir günlük bulur Hanip. Sürekli cebinde taşıyıp sıkıldıkça elinde evirip çevirdiği meşe palamutlarının yanında bir boş zaman meşgalesi daha olmuştur şimdi. Zaman zaman o defteri okur ve okudukça derinlerdeki bir şeyler çözülmeye başlar. 1994 doğumlu Baxtiyar Şarox’un Kirmanşah’ta tutmaya başladığı defterle beraber zulmü, ölümü, isyanı, vazgeçişi, umudu yeniden hatırlarken vicdanını ele geçiren karanlığın diplerindeki bir şeyleri hatırlar. Yine o günlerde, sevdiklerine cesedini verdiği adamın çıkıp gelmesiyle bir yalan üstüne inşa ettiği aşkından da olacaktır. Zaman zaman altında oturup düşüncelere daldığı Çıldır Gölünün kenarındaki o meşe ağacının altında, sürekli cebinde taşıdığı onun meşe palamutlarıyla ölmeye yatarken hikâyesi Asaf’ın hikâyesine yeniden karışacaktır. Dünya sandığımızdan daha küçük, sınırlar sandığımızdan daha karmaşıktır.
Bir partinin il müdürü olan Asaf ise karısı tarafından terk edilmiş yalnız bir adamdır. Hanip’in dolaştığı sınırlarda, eşelediği karlarda, kollarından bileziklerini söktüğü ciğeri donmuş kadınlarda hissettiğimiz o soğuk Asaf’ın sobalı evinde, karısının nefesiyle ısınmayan odalarında, hep yalnız ve tatsız dolaştığı sarı ışıklı buz gibi şehirde de hissedilir. Roman boyunca bile isteye üşütür bizi yazar. Bu anlamda da çok başarılı bir atmosfer kurmuştur. Asaf il başkanıdır ama kendisini başkanlığa getiren olay aslında yıllar önce babası ve abisinin kaybolması ve henüz cesetlerinin bile bulunamamasıdır. Her şeyde politik bir yan vardır. Alzheimer olan annesi her şeyi unutarak iyi yapsa da bu durum Asaf’a çok acı verir.
Sınırın diğer tarafının hikâyeleri can acıtarak akarken sınırın bu yanında da durum farksız değildir aslında. Alzheimer kelimesi bir kez bile kullanılmaz çünkü yazar yine çarpıcı ve özgün bir isimlendirme yapmıştır buna. Unutma hastalığı. Bunun için mantıklı sebepleri de vardır. Marc Ague’nin öne sürdüğü “Bana unuttuğun şeyi söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” formülünü burada da rahatlıkla kullanabiliriz. Roman boyunca geçmişten beri devam eden zulme ve karşısındaki isyana dair hikâyeler de akar. Yani sınırın bu tarafı da oldukça karışıktır. Asaf bu unutma hastalığının peşindedir. Yaşlılarla görüşür, delilerle konuşur, ses kayıtları alır. Yalnız ve soğuk evinde o ses kayıtlarını yazıya dökerken daha büyük bir yalnızlığın ve daha derin bir üşümenin içine çekilir. Unutma hastalığının müsebbibi korku ve unutuş yayan Koca Karı’dır aslında. Ama onu görüp duyanlar aynı zamanda onu unutanlar olduğu için roman boyunca bir gölgeyi kovalar. Metaforik olarak önemli bir yer tutan Koca Karı ve onun yaydığı unutma hastalığı ise yine yazarın şık bir hamlesi olarak öne çıkar. Unutan ve unutmayan herkes içten içe onun kim veya kimler olduğunu çok iyi bilir. Halasının evinden çıktığı akşam babasıyla beraber kaçırılıp öldürülen abisi o gece ceplerinde taşıdığı meşe palamuduyla Çıldır Gölünün kenarında hayata başka bir boyutta tutunacak, Hanip’in elinde evirip çevirdiği palamutların abisinden de izler taşıdığını asla bilmeyecektir Asaf.
Anlatılan senin de hikâyendi. Bu dünyada var olan ne varsa, her şey herkesin hikâyesiydi. Herkes birbirinin hikâyesiydi. Yaz sıcağında dağların arasında, derin geçitlerde ve vadilerde parçalanan bir bedenin acısıyla sınırları ya geçiyordun ya da başka sınırlara koşuyordun… Hepimizin dünyası orada başlayıp orada bitiyordu.” (sayfa 111)
Mustafa Orman Julio Cortazar’ın Sessiz Yolcu’suna, Teodoros Angelopoulos’un sınırlara dair o muhteşem sahnelerine, Ciwan Haco’ya, Erivan Radyosu’na, Reşoye Silo’ya, Kabil’deki kitapçı dükkânına yolladığı selamlarla zenginleşip kendini büyüten bu romanıyla bir kalbimiz olduğunu hatırlatıp onu diri tutmayı başarıyor. Annem Gittiğinden Beri Çiçek Ekmiyoruz Bahçeye tam da bu satırlarda ifadesini bulduğu gibi sınırların da insanların da ötesinde bir metin olmuş. Zulüm olduğu sürece direniş ve umut, acı olduğu sürece aşk, ölüm olduğu sürece yaşam da devam edecek. Faili meçhul bir çocuğun ceplerindeki meşe palamudu bir yerlerde gözlerini yeniden göğe dikecek.
Kaynakça
Marc Auge, Unutma Biçimleri, Çeviren: Mehmet Sert, Yapı Kredi Yayınları, 2020
Per Petterson, Ardından, Metis Yayınları, 2022.
Mustafa Orman, Annem Gittiğinden Beri Çiçek Ekmiyoruz Bahçeye, Everest Yayınları, 2022.