Gittikçe yalnızlaşıyorsunuz insan kardeşlerim
Ne bir ortak sevinciniz kaldı sizi çoğaltacak
Ne bir içten dostunuz var acınızı alacak
Unuttunuz nicedir paylaşmanın mutluluğunu;
Toprağı rüzgârı denizi göğü
O her zaman bir insanla anlamlı
Tükenmez bir hazine gibi kendini sunan doğayı
Unuttunuz, gömülüp günlük çıkarların
Ve ucuz korkuların kör kuyularına
Daraldıkça daraldı dünyaya açılan pencereniz.
(Şükrü ERBAŞ)
2019’un çok konuşulan kitaplarından biri Hasan Ali Toptaş’ın Beni Kör Kuyularda1 romanı oldu. Romanın anlattıkları da anlatmayıp zihnimizde canlandırdıkları da öyle derin ve anlamlı ki gördüğü ilginin fazlasını da hak ediyor bence. Görünürde bir ailenin dramı anlatılırken içten içe asıl anlatılanların o dramdan çok daha fazlası olduğu anlaşılır olaylar ilerledikçe. Burada karşımıza çok başarılı bir alegori çıktığını söylemek çok da yanlış olmaz.
Alegorik unsurlara geçmeden önce romanda gelişen olayları anlatmakta fayda var. Bahriye, Muzaffer ve kızları Güldiyar gecekondularında kendi hallerinde yaşayan yoksul insanlardır. Oğulları Hüseyin ise romanın başından itibaren her an gelmesi umut edilen bir kayıptır. Muzaffer, bir gün ayakkabı tamiri yaptığı dükkâna giderken sefer tasını almayı unutur ve onu götürmek Güldiyar’a düşer. “Ak topuklu tazecik bir rüzgâr” (s.7) olan Güldiyar, “hafifleyip birdenbire kelebeğe dönüşür” (s.10) giderken. Ancak “yüzü allak bullak olmuş, bakışları donmuş, evden çıkarken taradığı güzelim saçları da biraz dağılmış”(s.13) bir halde eve döner. Başına ne geldiğini sorup duran annesine cevap vermez. Annesi başını okşayacakken gözlerinden ıslak ıslak taşlar dökülmeye başlar. Üzüntüden ne yapacağını bilemeyen Bahriye, dayanamaz ve bu durumu komşusu Emine’ye anlatır. Emine de kocası Dursun’a… Sonra bütün mahalle olanı duyar ve merak, olmadık işlere yol açar. Mahallelinin ilgi odağı olan Güldiyar’ı görmeye gelenler evi tıka basa doldurur. Aile işin içinden çıkamaz. Yardım etmeye çalışan Dursun, hiç ummadığı bir felakete sebep olur. Birden siyah takım elbiseli adamlar ortaya çıkar ve Güldiyar’ın göz yaş(taş)taşlarını parayla göstermeye başlarlar. Dursun da dövülerek evden uzaklaştırılır, korkudan bir daha eve yaklaşamaz. Bundan sonra yaşananlar acı, hüzün ve dayanılması güç bir gerilimdir. Güldiyar ve Muzaffer, evde hapistir. Takım elbiseli adamlar, dışarıda bekleyen ve merakla göz taşlarını görmek isteyen bencil kalabalığa bu acıyı parayla gösterirler. Güldiyar, romanın ilerleyen bölümlerinde artık gözyaşı dökmeyince bir perde arkasından vurulan bıçak darbeleriyle ağlamaya zorlanır. Bu dayanılmaz zulüm Güldiyar’ın ölümüyle son bulacak zannederiz. Ancak meraklı insanlar, bu sefer de kımıltısız duran Muzaffer’in Güldiyar’ın oturduğu yere baktığını ve Güldiyar’ı hala gördüğünü düşünürler. Bu sefer de Muzaffer’in yalnızlığı ve hüznü parayla seyre çıkarılır.
Romanın başlarında yazar Muzaffer’e “Malum, bir menfaati yoksa bu devirde kimse yere düşeni bile kolundan tutup kaldırmıyor.”(Beni Kör Kuyularda s.77)cümlesini söyleterek zamane insanlarının bencilliği, acımasızlığı, kendi başına gelenler dışındaki bütün acılara karşı duyarsızlığını aklımıza getirir. Çok geçmeden de romanın kötü karakterlerinden biri Nedim, “…Vakit kaybetmenin lüzumu yok, tamam mı, söyleyin, bundan böyle herkes içeri ayakkabısıyla girsin.” (s.106) sözüyle de hiçbir nezaket gereği duymadan başka insanların yaşamına müdahale edenlere dikkat çekecektir.
Beni Kör Kuyularda romanının daha başında karşımıza çıkan imgesel anlatım, yazarın “Ben Bir Gürgen Dalıyım” adlı kitabını hatırlattı bana. “Hasan Ali Toptaş’ın çocuklar için yazdığı ilk ve tek çocuk romanı”3 olan bu eserde, “Ege topraklarındaki Beşparmak Dağları’nın ardında küçük bir düzlükte yaşayan ağaçların ve yeşerip olgunlaşan bir gürgenin hikâyesi anlatılmaktadır.”4 Gürgenin arkadaşı köknar, aksakallı yaşlı meşe, ağaçları kesmek için gelen insanlar bu romanın diğer kahramanlarıdır. “Ege toprağında gencecik bir gürgendim ben.” (Ben Bir Gürgen Dalıyım, s. 7)diye başlayan eser fabllar gibi bizi okuduklarımızın dışında bir şeyler düşünmeye sevk eder. Hemen sonra da gürgen ağacı, dallarına konan kuşların şarkısına eşlik eder ve her şey “kendi sesi”, “kendi rengi”, “kendi kokusu” ve “kendi duruşuyla” bu şarkıya katılır. Böylece “…yürekleri genişleten kocaman bir şarkı” oluverir dünya. (Ben Bir Gürgen Dalıyım, s.8)Anlaşılan dini, dili, ırkı veya siyasi düşüncesi ne olursa olsun bütün insanların bir arada mutluluk ve neşe içinde yaşaması ortak bir şarkıya bağlıdır. Barış içinde yaşamak insanların kendilerine özgü ve değiştiremeyecekleri özelliklerini koşulsuz kabul etmekle mümkündür. Şarkı söylemek zararlı değil aksine mutluluk verici bir eylemdir. Yani birbirimize zarar vermediğimiz sürece neşe içinde yaşar gideriz. Her iki eserde alegorik unsurların kullanılması ortak bir yön olarak karşımıza çıkar. İki eserde de her şeyin insanoğluna bağlı olduğu, her şeyin insanla başlayıp insanla bittiği gerçeği gözler önüne serilir. Günahı ve sevabıyla, iyiliği ve kötülüğüyle, gücü ve zayıflığıyla kısacası tüm yönleriyle esas anlatılan insandır.
Beni Kör Kuyularda romanının hâkim anlatıcısı “O böyle evin içinde bağıra çağıra korku rüzgârları estirirken, bir an için sesleri duyan avludaki vicdan sahibi insanların artık daha fazla dayanamayıp hep birlikte vaziyete el koyacaklarını düşündü Muzaffer. Bunu düşününce umutlandı haliyle, hem de öyle çok umutlandı ve aklından geçen şeyin olacağına öyle yürekten, öyle yürekten inandı ki birden gözlerini kapıya çevirip içeri girecek olan o vicdan sahibi insanları beklemeye başladı(…)Bir yandan da içinden tespih çekercesine hadi gelsinler artık Allah’ım, hadi gelsinler artık, hadi gelsinler diye sürekli dua ediyordu. Gelgelelim, ettiği onca duaya rağmen kapıyı açıp içeri giren olmadı.”(s.113)diyerek işlenen binlerce insanlık suçuna şahit olup hiçbir şey yapmayan insanları, haksızlığın karşısında duygusuz duranları hatırlatır. Aynı şekilde Ben Bir Gürgen Dalıyım’da gürgen ağacı odun olup yakılmamak için direnir, direndikçe dikleştiğini ve güzelleştiğini görür. Böylece odun olup yakılmayacağını; bir masa, bir pencere, bir kapı ya da en azından sandalye ayağı olup hayata devam edeceğini düşünür. Ancak yaşlı ve bilge meşe onu insanlar hakkında uyarır:
“Yalnızca düzlüğün sonunda yaşayan aksakallı meşe konuşuyordu benimle… Ona kalırsa benim yaptığım iş oldukça anlamsızdı… Boş yere hayallere kapılıp şu insan denen yaratığa bel bağlamamalıydım. Çünkü yüzyıllardır çözülemeyen acayip bir bilmeceydi insan. Derinlerden daha derin bir sırdı ya da ucu bucağı olmayan, içi pisliklerle, içi eşsiz güzelliklerle dolu, alabildiğine karanlık ve karmakarışık bir evrendi.” (Ben Bir Gürgen Dalıyım s.28-29) Nitekim çok geçmeden genç ve tecrübesiz gürgen “hiçbir şey hayal edildiği kadar güzel olamıyormuş.” (Ben Bir Gürgen Dalıyım s.48) cümlesini doğrulayacak gerçeklerle karşılaşacaktı. Tıpkı Beni Kör Kuyular’daki Muzaffer’in dualarının yerini bulamaması gibi gürgen de güzel hayallerinin gerçek olamayacağını görecekti. Gençlikte kapıldığımız hayallerin gerçek dünyaya uymadığı; iyimserliğin, bu kötü dünyada mutsuzluğa sebep olacağı gerçeği yüzümüze bir tokat gibi iner.
Beni Kör Kuyularda’nın ilginç karakteri Halil, “Ben kötülük edenle kötülüğe maruz kalana aynı yüz ifadesiyle bakamam, her ikisine de gülümseyemem diyorum size. Bunu yaparsam o zaman da kendi yüzüme bakamam diyorum… Sizin mideniz kaldırıyorsa, kötülük edene de kötülüğe maruz kalana da aynı şekilde gülümsemeye devam edebilirsiniz…”(s.156) diyerek haksızlığa karşı çıkan, kötülerin yüzüne gülmeyi reddeden vicdanımızı temsil eder. Romanın sonunda Muzaffer’in acısını iştahla seyretmeye gelen “kalabalığın gürültüsü” Halil’in dolayısıyla vicdanlarımızın “sesini örter.”(s.238)
Bir başka alegori örneği de gürgenin iyi insanların yüreğindeki dilekleri temsil eden şu sözleridir: “Peki, bir barış bahçesi olamaz mıydı insan? Şöyle güllerin kuş cıvıltılarına, kuş cıvıltılarının güllere karıştığı, mutlu yüzlerle dolu rengârenk bir barış bahçesi?” (s.98)
Beni Kör Kuyularda romanında yazar, insanın içine düştüğü ve içindeki derin kuyuları gözler önüne serdiğine göre insanoğlunun kötülüğünden sakınmamızı salık verir. Romanın başından sonuna kadar keşke Bahriye, Güldiyar’ın sırrını Emine’ye açmasaydı dedirten olaylar okuruz. Demek gözümüzden akan yaş değil taş bile olsa ne yazık ki bunu insanlardan gizlemeliyiz. Bu da kapılarımıza vurduğumuz kilitleri dilimize de vurmamız gerektiği anlamına gelir. Oysaki Ben Bir Gürgen Dalıyım romanında anlatıcı kapılara vurulan kilitlerin bile büyük bir utanç olduğunu şu sözlerle ifade eder: “…kilit, insanın utancı demektir her şeyden önce… İnsanoğlunun nereye ulaştığının göstergesi demektir. İnsanların birbirine duyduğu güvensizliğin elle tutulur halidir kilit. Birbirlerine duydukları saygının derecesidir.”
Beni Kör Kuyularda romanı insanın düştüğü kör kuyuları anlatır esasen. Kör kuyu; cehaletin, mutsuzluğun, haksızlığın, yoksulluğun karşısındaki çaresizliğimizdir. Bunca acının karşısında susmak zorunda oluşumuzun utancıdır. Buna karşılık “Aksakallı meşenin dediği gibi, insanın zalimliğine ağaçlarla kuşla, böceklerle otlar, hayvanlarla taşlar değil, ancak insan karşı koyabilirdi. Dönüp dolaşıp insanda başlıyordu her şey, dönüp dolaşıp insanda bitiyordu.”(Ben Bir Gürgen Dalıyım, s.65)
GÜLŞEN GÜZEY
[1] Beni Kör Kuyularda, Hasan Ali Toptaş, Everest Yayınları, 2019.
2 Eleştiri Terimleri Sözlüğü, Ömer Faruk Huyugüzel, Dergâh Yayınları, s. 26-27
3 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/595947, Özlem Akbulut, Makale, Cilt:1, Sayı:1, 2018, s.66
4 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/595947, Özlem Akbulut, Makale, Cilt:1, Sayı:1, 2018, s.66
Gulşen hocam ellerinize sağlık. Ben bu kitabı okumamıştım, ama sayenizde okumuş gibi oldum. Aslında hepimizin günlük hayatta bir nebze allegory yaptığımız doğrudur. Günümüz hastalığını özetlemesi bakımından güzel bir kitap olsa gerek. Şimdiden kitabı merak ettim.
“Kapılara vurdugunuz kilitleri, dillerimizede vurmaliyiz ” offf ki offf, ne güzel anlatmissin bugün ki ilişkileri 🙁 su gibi akıcı bir yazı olmuş ve iki kitabı da okumadığım halde okumuş gibi oldum ve okuma kararı aldım, teşekkür ederim, iyi ki seni tanıyorum gurur duydum kardeşim .
Kitap, yazarın Uykuların Doğusu romanında kısa bir bölüm olarak yer alıyor aslında dikkatli okur fark edecektir.
Ben romanı Hasan Ali Toptaş ın bütün romanlarını okumuş biri olarak, beğenmedim. Diğerlerinden aldığım edebi hazzı alamadım. Ne yazdığından çok nasıl yazdığı önemli olan bir yazar HasanAli Toptaş. Ama sondan ikinci ve üçüncü romanları Heba ve Kuşlar Yasına Gider de ne yazdığınında önemli olduğu bir HasanAli Toptaş vardı.
Bu roman da havada kalan o kadar şey var ki. Güldiyar a ne oldu, Hüseyin neden yitik, Muzaffer ile Dursun un dargınlığının nedeni vs hiç anlaşılmıyor. Dağın başı değil şehrin bir mahallesinde göz göre göre neredeyse işkenceyle cinayet işleniyor da kimse müdahil olamıyor.
Güldiyar ın gözünden dökülen taşlar seyir konusu oluyor tamam da, Muzaffer in sonunda gözlerini bir noktaya dikişi neden insanların parayla izleyeceği seyirlik bir hal olsun ki?
Konu bildik tanıdık bir konu. Kötülük, duyarsızlık, bir tür kör olma hali, kötülüğe ortak olma, duyarsızlık, her şeyin paraya çevrilmesi vs.
Eleştirmen değilim Hasan Ali Toptaş ı takip eden bir okurum sadece. Haddime değil tabiki ama
yazar her sene bir kitap çıkarmaya başladı. Bu kaliteyi biraz düşürdü mü acaba diye düşünmüyor da değil insan.
Ama herkese Heba yı şiddetle tavsiye ederim. Edebiyatımızda hak ettiği yeri bir gün alacaktır bence..
Ne iyi tanimlama ve anlatim olmus. Ben de okumadim bu kitaplari ve bu yakin zaman okumam da pek kolay görunmuyor, ama o diyarlara geldigim de mutlaka bulup okuyacagim. Cok tesekkurler bizleri aydinlattiginiz icin…