Nilay Erik’in “Çetin Derler Ayrılığın Derdini” adlı öykü kitabı, 2020’nin aralık ayında Zarif Yayınları etiketiyle çıktı. Daha önce dergilerden öykülerini takip ettiğim yazarın bu kitabını da elime geçer geçmez bir çırpıda okudum. Öykülerin dilinin duruluğu, konularının içe işleyen sızılardan oluşması kitabın içine çekti beni bir anda.
Kitabın başında Marcel Proust’tan alınan “İnsan toprağa eğilir, mürekkep damlası gibi kâğıda akar, … sayfanın bir yüzünde yaşar. Arka sayfada gölgesi vardır belki, belki yoktur. Varsın olmasın zaten, ne önemi var.” epigrafının öykülerdeki insanlara uygunluğunu kitap bitince daha iyi anlıyoruz. Anlatılan insandır ve hayat da insanın kendisi de ağrısı sızısı da sevinci de gelip geçicidir. Birinin yerini diğerinin alması an meselesidir.
On dokuz öykünün yer aldığı kitap üç bölümden oluşuyor: Hayat, Memat, Firkat. Okur, her bölümün içinde bölümün başlığına uygun öyküleri buluyor.
HAYAT: Bu bölüm, Dostoyevski’nin “Seni bir kişinin sevmesi ne demektir biliyor musun?” alıntısıyla başlıyor. Bu bölümdeki öyküler kadın erkek ilişkileri, karşılıklı veya karşılıksız hisler, insanın yalnızlığı ve uzaklığı, hayattan beklentileri ve buldukları ya da bulamadıkları üzerine kurulmuş.
Hayat bölümündeki ilk öykü “Senin Hikâyen”, yalnızlığını kendi seçen ve buna bile isteye katlanan Ali’nin yaşamından bir kesiti sunuyor.
“Seni Sevmiyorum” öyküsü sıradanlaşan ve alışkanlıklara dönen bir evliliğin hem kadın hem de erkek açısından yıpratıcılığını gözler önüne seriyor.
“Saçlarında Duyduğum Her Şey” , Baudelaire’in “Paris Sıkıntısı” adlı eserinden bir alıntının hissettirdikleri üzerinde duruyor. Çetin’in Esra’ya hediye ettiği “Ah Bu Rüzgâr” adlı kitaba kahve dökülmesi, Esra’yı uzun zaman öncesine, üniversite yıllarına götürüyor ve geri dönüş tekniğiyle Çetin ve Esra’nın özel arkadaşlığına ve paylaşımlarına şahit oluyoruz. Bir fotoğrafın arkasındaysa Baudelaire’in şu sözleri vardır: “Bırak da uzun uzun içime çekeyim saçlarının kokusunu, bir kaynağın sularına yüzünü daldıran bir adam gibi yüzümü daldırayım içlerine, kokulu bir mendil gibi elimle sallayayım onları, sallayayım da anılar silkelensin havada. Bilebilseydin sende gördüğüm her şeyi! Saçlarında işittiğim her şeyi… Saçlarında duyduğum her şeyi… Bilseydin…” Bu alıntıyla “Ah Bu Rüzgâr” adlı eser eser arasında bir uyum vardır. Bu öykü yaşanan dönemin acı bir olayına da tanıklık ediyor. Bir kadın cinayetine… Bu nedenle hayat anlamına da yorabileceğimiz rüzgâr bu bölümün bana göre en manidar sözü. Hayatla savrulurken yaşadıklarımızdır bu rüzgâr.
“Bir Kalorilik Aşk”, üniversite kafesindeki bir adamın gözlemi üzerine kuruluyor. Aşk kavramının basite indirilişine kahramanla birlikte bakıyoruz.
“Zorbalar”, bir tiyatro sahnesi üzerine kurulmuş bir öykü. Tiyatrodaki bir sahnenin üstüne düşünmeye başlayan ve “Huzursuz bir hisle anlamaya çalışıyorum karanlığımızı.”(s.56) diyen bir kadının iç sesini dinliyoruz öykü boyunca. “Bilgisayar oyunlarındaki canavarlar gibiyiz. Öldükçe çoğalıyoruz. Kanıyoruz. Kanatıyoruz birbirimizi. En çok da aşkta… Zorbalık bu. Düpedüz zorbalık. Farkında mısın, en çok da bizim gibi aşkı tüketenler zorbalaşıyor. Üstelik hayat kaç defa kınamışken, pişman etmişken bizi; aynı hamlık ve sabırsızlıkla, dörtnala zorbalaşmaya devam ediyoruz. Duramıyoruz. Kalplerimizdeki o siyah noktadan vuruyoruz birbirimizi. Artık yaşamaz bu aşk. Ne olur, birimiz onu öldürsün!” sözleri öykünün çarpıcı iç monologlarından biri.
Hayat bölümünün son öyküsü olan “Kırkikindiler de Gelmez”, bir iç döküş öyküsü. Yağmur dökülürken içini döken bir kadının öyküsü. Her gün yapılan aynılıkların ve kendini değersiz hissettiren yaşantıların yorgunu bir kadın kırkikindi yağmurlarını özlüyor öyküde. Çünkü kırkikindilere yakalanan insanlar “Hiç umulmadık bir anda aşka yakalanmışlar gibi…”dir. Yaşadığı şehirde kırkikindi yağmayan kadın, zamanda geri dönüşlerle kırkikindili sevinçlerini özleyişini anlatıyor.
MEMAT: Adının anlamının da çağrıştırdığı üzere bu bölümdeki öyküler ölüm üzerine kurulu. Luis Borges’in “İnsan dışındaki bütün yaratıklar ölümsüzdürler; çünkü ölümden habersizdirler.” sözleriyle başlayan bu bölüm ölenlerin, ölümü bekleyenlerin, ölümü bekleyenlere hüzünle tanıklık edenlerin öykülerini aktarıyor bize. Ölüm bu öykülerde sadece bedensel bir ölümle de sınırlı kalmıyor; umutların, sevinçlerin yok oluşu, hafızanın zihni terk edişi de bir tür ölüm olarak karşımıza çıkıyor.
“Oyun Bozan”daki kahraman anlatıcı bir kız çocuğu. Çocuk gözünden mahalle, oyunlar ve ölüm anlatılıyor. Eski mahalle oyunlarını ve 90’lı yılların çocukluğunu da hatırlatıyor öykü.
“Kara Baht”, yaşam kadar ölümün de başlı başına bir dert olduğu bir sokakta geçiyor. Bu sokaktaki yaşamın ölümden ağır olduğunu okurken içimize yerleşen sızının bu sokakların gerçekliğinden ve kahramanların ete kemiğe bürünmüşlüğünden kaynaklandığını kederle ayrımsıyoruz.
“Unutuş” öyküsünün kahraman anlatıcısı alzaymıra yakalanan babasını ve bu durum karşısındaki çaresizliği, üzüntüyü somut bir nesneyi ortaya koyar gibi anlatıyor. Beyin hücrelerinin ölümü anlamına gelen alzaymır da Memat bölümünde yerini alıyor. “Zamanın içinde kaybolmuştuk.”(s.59)cümlesi öyküyü en çok yansıtan çarpıcı bir cümle.
“Boş San/dık”, yaşarken sözü az olan dedenin ebedi suskunluğu yani ölümü üzerine kurulan bir öykü. Dededen kalan bir sandık ve bu sandık için sanılanlar öykünün genel hatlarını oluşturuyor.
Kemal Özer’in aynı isimli şiirine atıfta bulunan “Ağıt” öyküsünün kahramanı; çok sevdiği kocasını, henüz ikisi de çok genç iken kaybetmiş bir kadın. Bu ölüm onu bebeğini unutacak kadar mezarlığa bağlamış. Geri dönüşlerle bu bilgileri öğrendiğimiz kadın kahraman anlatıcının teyzesidir. Öyküdeki şimdiki zamanda ise kanser olmuş ölümü beklemektedir.
“İçimden”, öyküsü ölümcül hastalığa yakalanan bir kadını anlatıyor. Hastalığını öğrenen genç kadın ölümü beklemek zorunda olduğunu hissederek, bu hissin verdiği kederi ve isyanı sezdirerek ve bazen de bir küçük umuda sığınmaya çalışarak bizi içinin sızlayan mekânlarında gezintiye çıkarıyor.
“Soğuk Kanıyor Ellerinde”, bölümün son öyküsü. Sevdiği adamı kaybeden bir kadının hüzünlü iç monologlarına dayanan öykü insana yaşamı da sorgulatıyor. “Demek böyleymiş, doğarken kırmızı, ölürken beyaz…”(s.111) sözleri yaşam ve ölüm arasında bir tek renk farkı vardır, düşüncesini ortaya koyuyor. Ölümün elde kanayan soğuk olması damarlarımızdaki kanın sıcaklığına da tezat oluşturuyor.
FİRKAT: Kitabın son bölümü başlığından da belli olduğu üzere ayrılıkların öykülerini barındırıyor. Yaşar Kemal’in “Bir insanı yurdundan koparmak, o insanın yüreğini koparmaktan daha acı veriyor.” cümlesinin başa alındığı bu bölüm yurdunu terk etmek zorunda kalanların öykülerini topluyor. Tuna Nehri üzerine kurulan barajın suları altında kalacak olan Adakale ve burada doğup büyümüş insanların bütün geçmişlerini bırakıp gitmek zorunda kalmaları öykülerin temel çıkış noktasıdır. Buradaki herkes: anne ve babalar, evlatlar, dostluklarını ve sevdalarını burada inşa edenler; buradaki her şeyi: doğup büyüdükleri evleri, çocukluklarını, sevdalarını, dostluklarını, kayısı kokularını, reçel kavanozlarını, yavrusu sular altında kalan kuşların çığlıklarını bırakıp gitmek zorundadırlar. Hayat memat bir yana, yurdunu ve geçmişini bırakıp gitmek, ayrılık çok fena, dedirtiyor her öykü bize. Firkat bölümündeki öykülerde yer bulan Tuna türkülerinden alıntılar da öykülere ayrı bir anlam katıyor, hüzünlere eşlik ediyor.
“Veda”, buradaki öykülere giriş mahiyetinde bir üst kurmaca olarak bu bölümün başında bulunuyor. Adalıların, Ada’da bir gün fazla yaşayabilmek için sonuna kadar direndiğini haber veren, gerçekliği hissettiren bir üst kurmaca…
“Ramiz’in Öyküsü”, yaşlı bir adamın memleketinden kederli ayrılığını anlatıyor. Karısının mezarını Ada’da bırakmış, hatırasını ve kulağında çınlayan sesini yaşatmak derdini edinmiş bir adam Ramiz. Öykü onu İstanbul’a getiren vapurda ve Ramiz’in çalkalanıp duran zihninde geçer.
“Mehmet’in Öyküsü”, karısının ölümü üzerine düşüncelere dalan bir adamın öyküsü. Gençliğinde başkasına sevdalı olan Mehmet; Ada’yı, Ada’da yapılan değişiklikleri düşünür. Karısı Ayşe’nin mektubunu okur. Biz de ada halkının sadeliğini, hüznünü okuruz bu öyküyle.
“Annemin Öyküsü”; birlikte doğup büyüdüğü, okula gittiği, omuz omuza verdiği dostlarına veda etmenin sızısını derinden hisseden bir kadını ele alıyor. “Ada suların altında ılık, tatlı bir uykuya dalacak. Kimseye haber vermeden değil, ağlaya ağlaya gidecek. … En güzel masallarını yanında götürerek, sitemle…”(s.131)sözleri bu ayrılığın yarattığı duyguların özeti gibidir.
Kitabın bütününe baktığımızda, “Çetin derler ayrılığın derdini” dizesi kitaba adını veren öyküye başlık olmak dışında kitabın esas derdinin de mesajıdır. Hayattayken sevdiğinden ayrılmak, hatıralardan ayrılmak, umutlardan ayrılmak… Hayattan ayrılmak zorunda kalmak… En nihayetinde de yerinden yurdundan ayrılmak…
Yazarın ilk kitabı olan “Çetin Derler Ayrılığın Derdini”, hayatı, ölümü ve ayrılığı; duru bir dil, etkili bir üslup ve içe işleyen öykülerle okura tatlı bir selam veriyor. Bu selama karşılık vermek beni çok güzel bir okumanın yolculuğuna çıkardı. Bu yolculuğu yazımı okuyanlara da öneriyorum.