Yazmak, bir başkaldırıdır. Hayatın gerçekliğini kurguyla devirmektir, yazmak. Kurgunun kendisi zaten başlı başına bir isyan taşırken Durmuş Saatler Dükkânı kurgunun sıradanlığını yıkarak daha da güçlü bir başkaldırının mimarı oluveriyor. Bir öykü okuduğumuzda zaman, mekân, kişi kadrosu, olay örgüsü gibi unsurları sıralamak ve zihinde bir şema oluşturmak alışkanlığımız var okur olarak. Fakat Gamze Güller, bu ögeler sıralamasına bir darbe vuruyor. Mekânı berrak fakat zamanı muallak öyküleri seriyor önümüze.
Durmuş Saatler Dükkânı, birbirinden bağımsız 14 kısa öyküden oluşuyor. Bağımsız derken kahraman ortaklığının olmamasını kastediyorum. Kahramanların takıntılı, ruhsal açıdan sorunlu olması; geçmişte aldıkları yaralarla yaşamlarını sürdürmeleri/sürdürememeleri gibi özellikler bütün öykülerde ortak özellik olarak karşımıza çıkıyor. Zamanın kronolojik sırası her öyküde bozuluyor. Geriye dönüşler, aynı anda şimdiki zaman ve geçmişin iç içe geçişiyle bütün öykülerde karşılaşıyoruz.
Karakterleri tanımak, zamanın döngüsünün nasıl kırıldığını görmek açısından öyküleri tek tek ele almanın uygun olacağını düşünüyorum.
İÇERİDE KİM VAR: Babası tarafından küçükken terk edilmiş, annesi de ölmüş bir erkek kahraman, hâkim anlatıcının bakış açısıyla anlatılır. Bakkala gidip dönerken adımlarını sayan, marketlerden nefret eden, konserve kutularından korkan takıntılı bir karakter yaratılmış bu öyküde. Bu kahramanın bir başka takıntısı da kendisi evde yokken eve birilerinin girip çıktığını, eşyalarını kullandığını, eşyaların yerini değiştirdiğini düşünmesi. Öykünün başında kahramanla birlikte okur da bu kişilerin peşine düşer. Kahraman evden çıkar gibi yapıp portmanto dolabının içine girer. Beklemeye koyulur. “Saatinin fosforlu kadranı” saatin 10 olduğunu gösterir. Sessizce ve sabırla beklerken birinin daha dolaba girdiğini görür ve sonradan gelenin de kendisi olduğunu fark eder. İkinci kendisinin saatine bakar; kendi saati 10.15’i gösterirken ikinci kendisinin saati 10’u gösterir. Derken bir kendisi daha ve bir daha… “Gitgide çoğalıyorlar dolabın içinde. … Her biri kendinden sonra gelenlere dehşetle bakıyor.” Henüz bu dehşeti atlatmış dolaptan çıkmaya hazırlanırken dış kapı açılır ve içeri giren kahramanın kendisi yine içerdekilerin peşine düşer. “Şimdi göreceksiniz!” Bu öyküde gördüğümüz aslında kahramanın zamanlar arasında geçişler yaşadığı ve ne zaman ne yaptığını bilmemesidir. Bu kahraman kimi zaman da zamanda kaybolmaktadır. Bu zamanların içinde kendisini bulmaya çalışmaktadır. Öykünün başlığındaki “içeri” sözcüğü alegoriktir. Kendi içimize bakmamız, kendimiz miyiz, diye yoklamamız gerektiği hissini yaratıyor.
BELALI GEMİ: Öykünün erkek kahramanı aynı zamanda anlatıcıdır. Kahraman anlatıcının denizci Ali ile hastanede komşu yataklarda yatarken sohbeti, bu sohbet arasında anlatıcının zihninden geçenler öyküyü oluşturur. Anlatıcı ve Ali’nin sohbeti, anlatıcının geriye dönüş tekniğiyle kendi yaşamına ilişkin bazı ayrıntıları vermesi, Ali’nin hastanede bulunma nedenlerini anlamamızı sağlar. Ancak anlatıcının neden hastanede olduğunu net olarak bilemeyiz. Karısını ve iki kızını Ali’ye anlatamadığını, inadına sevdiğini, kızlarını bu dünyaya kurban verdiğini bilinç akışı tekniğiyle kurulan cümlelerle anlarız. “Ben de inadına sevdim Ali. Ben de inadına yaşadım. Bile bile iki kız çocuk kurban verdim bu acımasız dünyaya.” sözleri kahraman anlatıcının zihninden geçenlerdir. Bundan dolayı da Ali’nin belalı gemi demesine karşı “Nereye kaçarsan kaç, ölüm gelip seni buluyor. Belalı olan o gemi değil, bu dünya, diyemedim.” diye iç geçirir.
Denizci Ali’yi hastaneye düşüren, onu ölüme götüren bir denizkızıdır. Halikarnas Balıkçısı’nın Denizkızı Adası öyküsündeki gibi Ali de denizkızını görür, sesini duyar hatta denizkızı Ali’ye bir türkü bile söyler. Ancak Ali, Denizkızı Adası’ındaki denizkızı diye ay ışığına sarılan balıkçı kadar şanslı değildir. Duyduğu ses ılık bir ıslık olur, o sıcaklığa sarılır, denizkızı da ona arkadan sarılır. Oysaki sarılan bir denizkızı değil harıl harıl su kaynatan kompresörün ta kendisidir. Ali’nin elleri ve sırtı yanıklar içinde kalmıştır. “Ölüm geçmiş Ali’ye kızdan. Hem ölüm hem de aşk geçmiş. Sonrası hep acı, hep feryat.”
Öyküde hastanedeki gerçekliğin dünyadan uzaklığı ve özellikle gecenin acılar, inlemeler arasında geçmeyişi öykünün başında verilerek zamana vurgu yapılmış. Öte taraftan her iki kahramanın aşk uğruna yitirdikleri onları birbirine bağlayan ortak özelliktir. Hayal peşinde koşmanın bedelini her iki kahraman ödemişlerdir.
RÜYALARIMIN KADINI: Öykünün erkek kahramanı gerçek hayatta bulamadığını rüyalarda bulur. Rüyasını tekrar görmek için heyecanla uyuma zamanının gelmesini bekler gün boyu. Ancak rüyalarının kadınını rüyasında göremeyince kendine bütün sevdiği özelliklerin bir arada olduğu bir kadınlar kolajı yapar. Dergilerden kestiği göz, dudak, çene, eller, bakışlar… ile kendine bir kadın yaratır ve bu kadına bir yaşam alanı sunmak için yine dergilerden ev eşyaları seçer. Gerçek hayattan ve zamandan kopmuş bir kahramanımız olduğunu öykünün özellikle beklenmedik sonundan anlarız.
Öyküde yazarın rüyalarla ilgili aktardıkları da gerçek-rüya-zaman ilişkisi açısından dikkat çekicidir. “Ne kadar sürüyordu en uzun rüya? Beş saniye mi altı mı? Altı saniyede bu kadar çok şey görmüş, öğrenmiş olabilir miydi onunla ilgili…” sözleriyle kısacık bir zamanın üzerimizde bıraktığı etki de ortaya konur. “Hem değil mi ki, rüyalar da gerçek hayattaki ayrıntılardan oluşur. Nerede ne zaman gördüğümüzü hatırlamadığımız şeyler görünür oluverir düşler âleminde.” ifadesi düşlerin gerçeğe yakınlığının gerekçesi olarak düşünülebilir.
Öykü; gerçekliğe de gerçekliğin sıradanlığına da karşı çıkan kahramanın kendi hayal alemindeki mutluluğunu ortaya koymuştur.
POST MORTEM: Eserin zamanla en büyük sorunu olan öyküsü Post Mortem. Çünkü ölüyü diriltip luna parkta gezdirmek ve sonra yavaş yavaş yeniden öldürmek zorunda kalan bir kahraman var öyküde. Yaşananların sırasının bozulduğu, neyin ne zaman tam olarak yaşanmış olduğu belli değildir.
Vedat ve Sevim, Vedat’ın gitmekten hoşlanmadığı lunaparka gider öykünün başında. Lunaparkta dönmedolap, falcı, fotoğrafçı göze çarpan ögeler bu öyküde. Dönmedolap zamanın dönüp dolaşıp aynı yere gelişini ifade eden önemli bir ögedir. Falcı çadırında şu söz vardır: “Elleriniz ruhunuzun aynasıdır.” Vedat’ın ruhunun sıkıntısını, zamanda geriye dönememesinin çaresizliğini, pişmanlığın ve hayıflanmanın pençesinde çırpınışını da ellerine bakan falcıdan öğreniriz öyküde. En sonunda da ölü fotoğrafçısı çıkar karşımıza. 19. yüzyılda ve yirminci yüzyılın başlarında Amerikan ve Avrupa kültüründe oldukça yaygın olan post mortem fotoğrafçılık öykünün bel kemiğini oluşturur.
CAFER: Alegorinin yoğun olduğu bu öyküde erkek kahraman anlatıcı, bir çocuktur. Aynı mahallede yaşayan Cafer de kahraman anlatıcının annesi tarafından dev olarak tanımlanır. Kahraman anlatıcı ve kardeşi dev’e karşı uyarılır, ona fazla bakmamaları söylenir. Ancak kahraman anlatıcı Caferlerin evine gittiği bir gün Cafer’in hem kalbinin güzelliğine hem de evdeki binlerce kitaba şahit olur. Bunca kitabın olduğu evde televizyon olmaması ve maç izlenmemesi kahraman anlatıcıyı şaşırtır. Devleşmenin sırrı çok kitap okumak ve sevgiyle büyümektir öyküye göre. Anlatıcı da dev denilip uzak durulması öğütlenen Cafer’i örnek alma kararı almıştır öykünün sonunda: “Sözcüklerin büyüsü var. Doğru zamanda doğru şekilde söylediğimde bir şeyler değişiyor. Açıklamak zor ama biliyorum işte. Ona dev dersem dev olur ama arkadaşım dediğimde yalnızca arkadaşım. Hem belki büyüyünce ben de dev olurum.” İnsanların kendine benzemeyeni “öteki”, “tehlikeli” gibi kavramlarla ifade etmesine bir karşı çıkıştır bu sözler ve bu öykü.
HAYATIM ROMAN: Takıntılı, ruhsal olarak ciddi problemli bir kahraman çıkıyor karşımıza. Annesini kaybettiğini ve yalnız yaşadığını anladığımız bu erkek kahraman bir roman yazmış ve bunu yayınevine yollamıştır. Editöre yazdığı mektuplarla onu canından bezdirir. Öte yandan bir gıda firmasının yetkilisine de şikâyet mektupları yazar. En sonunda da bir avukata mektuplar yazmaya başlar. Öykü bitse de etkisi süren bir mektuplar silsilesi aklımızda yer tutar bu öyküde. Zamanı bol, ruhu hasta olan kahraman yazdığı mektuplarla acıma duygularımızı harekete geçirir. Öykü, mizahi yönüyle de gülümsetir.
Editörün yazar/kahramana iki bin sayfalık romanını sadeleştirmesi önerisi üzerine kahraman şu sözleri söyler: “Sormak isterim yaşarken hayatı sadeleştirebiliyor muyuz? Başımıza gelenleri kısaltabiliyor muyuz? Hayır! Günbegün yaşamak ve her anında biz olmak zorundayız. Benim romanım bir göz boyama değil. Gerçek hayatın ta kendisi… Sabahtan akşama kadar ne çok şey geçiyor aklımızdan. Geri sarıp da onları düşünmemişiz gibi yapabilir miyiz?” buna göre hayatın bütün ayrıntıları önemlidir, atlanmamalıdır. Bu sözler ve yalnızlık çeken kahramanın mektuplarla hayata tutunmaya yönelik çabası aklımıza Tutunamayanlar romanını getirir. ‘Tutunamayan’ Turgut Özben’in bilinç akışıyla verilen konuşmaları ve en sonunda hayatın gerçekliğinden tamamen kopup kendine bir Olric edinmesiyle bu mektupların amacından sapması birbirine benzer yönlerdir.
RÜYA TEKERLEĞİ: Eserin sert öykülerinden biri bu öykü. Uykudayken kötü şeyler yaptığına inanan ama bunun gerçekliğinden de şüphe eden bir erkek kahraman var öyküde. Rüyasında hayatını, hayatında rüyasını daha doğrusu kâbusunu yaşar kahramanımız. Rüya ve gerçek arasında ayrım yapamayan kahraman gerçek zamanı da yaşayamaz. “Gözkapaklarının altında başka bir hayat var sanki.” bu kahramanın. Bu yüzden uyumaktan korkar, uyumamak için direnir. Rüya mı gerçek mi? Korktuğu şeyi gerçekte yaşıyor mu yoksa zihninin oyunları mı bunlar? Fantastik diyebileceğimiz unsurlar da öyküyü ilgi çekici kılar. “Mademki birdir ölümle uyku, döner rüya tekerleği ölüme doğru. Morpheus’un kanatları alır gözünü. İkiz tanrılar uyku ve ölüm, düşerler peşine. Sen uyuyunca. Sen uyuyunca…” Yunan mitolojisinde düşlerin tanrısı Morpheus’un kullanılması, kahramanın uyandığında elinde kan lekeleri, sökülmüş organlar görmesi fantastik ögelermiş gibi düşünülebilir. Ancak buradaki metaforik anlatım da göz ardı edilemez. Uyumak, ölmektir bir bakıma. Kahramanın uyandığında elinde gördüğü kan, sökülmüş organlar; toplumun yaralarını, işlenen cinayetleri, yok olan binlerce hayali simgeler. Karşı çıkılmadığında haksızlık alır başını gider. Karşı çıkmanınsa ağır bedelleri vardır.
NEHİR: Hayattan, insanlardan yorulmuşluğun, yaşamın zorluğunun, insanlarla ilişkilerin verdiği zararların ve insanların birbirinden uzaklaşmasının verdiği hüznün derin bir anlatımıdır bu öykü. Kadın kahraman anlatıcı kızı Tuğçe’ye karşılıksız mutluluğun olmayacağını simgeleyen bir masalı anlatırken bir yandan da kendini, içindeki kederlerle dünya arasında sıkışmışlığını bilinç akışıyla verir. Tuğçe masaldaki çocuğun ailesini bulma çabasını dinler. Biz de kahraman anlatıcı olan annenin kendini ve bu dünyanın verdiği acılardan kurtuluş yolunu bulma çabasını okuruz aynı zamanda.
Öykü Vergilius’un ünlü yapma destanı Aeneis’ten bir alıntıyla başlar. Bu alıntıdaki Cocytus, Yunan mitolojisindeki ağlama nehridir ve cehennemin en dibi olarak kabul edilir. Öyküde de nehir metafor olarak farklı şekillerde kullanılıyor. “Nehir değil de ince uzun bir göl sanki. Ne bir kıpırtı ne bir dalga olur yüzeyinde. O da yüzüme insanlar kadar donuk bakar.” ifadesinde nehir insanın insandan uzaklaşmasını, insanların birbirine yabancılaşmasını simgeler. “Bir delik açıp içime bakıyorum ben de. Gürül gürül akan bir nehirle karşılaşıyorum. Oysa dışım buz tutmuş.” sözlerinden de insanın acısını içinde tuttuğu, kendi kederiyle baş başa olduğu çıkarımında bulunabiliriz.
Bu öyküde dikkat çekici bir diğer husus da Post Mortem öyküsünde de geçen lunaparktaki dönmedolap. Hem öyküdeki masalda hem de anlatıcının zihinsel yolculuğunda yerini bulan dönmedolap anlatıcının pek de sevmediği bir nesne. Dönmedolapta en yükseğe çıkıldığında bütün şehri görmek mümkündür. Fakat anlatıcı şehrin dümdüz görünümlü gerçekliği yerine kendi renkli dünyasının yansıması olan şehri görmeyi tercih ediyor. Aynı şekilde yazarın Beşinci Köşe eserindeki Bal Kemiği öyküsünde de kadın karakter “Lunaparklardan nefret ederim.” diyor. Yazar da buradaki anlatıcı gibi lunaparkları sevmediğini bir söyleşisinde dile getirmişti. (Ali Bektaş ile Edebiyat Sohbetleri, İnstagram)
Öykü şimdiki zamanda kızına masal anlatan bir anneyi, bilinç akışı ve iç monologlarla da annenin geçmişte yaşadıklarını ve gelecekte yapmak istedikleriyle ilgili kararsızlıkları ortaya koyar. Kendini bulma ve karmaşadan kurtulma isteği öykünün temelini oluşturur.
SONSUZ AŞK: Dede Korkut Hikayeleri’ndeki Tepegöz’ü andıran, çirkin; köylülerin kendisinden kaçtığı bir yaratık olarak tarif edilen bir erkek kahraman var öyküde. Dağda tek başına yaşayan ve yiyeceklerini kuşun getirdiği bu yaratık köye indiği bir gün köylülerce taşlanır. Ancak taşlamalar arasında güzel bir genç kız fark eder. Bu kızın “kokusu bahar olmuş”tur. Kahramanımız da Patrik Süskind’in Koku romanındaki Jean-Baptiste Grenouille gibi bu kokunun peşine düşüp kızı masum uykusunda bulur ve yanına alır. Fantastik ögelerin, masalsı anlatımın ağır bastığı bu öykü tuhaf ve karanlık bir sonla biter.
Öykünün sonu alegoriktir ve öykünün geneline yayılan havadan da anlatılanın ardında başka bir gerçeklik olduğunu sezeriz. Erkek egemenliği, erkeklerin aşırı sahiplenme duyguları ve kadın cinayetlerine gönderme var bence bu öyküde.
SÖZCÜKLERİN TORTUSU: Yaşlı bir kadın anıları arasında dolanıp duruyor bu öyküde. Özellikle çocukluğundan kalan sızılı görüntüler belirip duruyor. Babasının çatık kaşları, annesinin asık yüzlü bakışları altında ezilmiş bir çocukluktan başka hatırası kalmamış bu kadın kahraman, Alzheimer olmuş bir hastayı anımsatır. Hatırladıkları sadece çocukluğa aittir. Şimdiye veya yakın zamana ait belirsizlikler arasında debelenir. Çocukluğunda arkadaşlarının gıptayla baktığı, çeşit çeşit oyuncakları hatırlar. Kendisinde nesnelere sahip olma lüksü vardır. Buna karşılık kendisinin sahip olmadığı “babaya sarılma” lüksü de oyuncaksız arkadaşlarındadır. Bu yüzden oyuncaklarından da arkadaşlarının akşam babalarına sarılacak olmalarından da nefret eder. Elinde sadece sözcüklerin tortusu kalan bu kadın duyguları bulmaya, anıları birleştirmeye çalışıyor ama tam tanıdık bir şey bulacakken yeniden unutuyor.
İşine yetişme telaşında olan bir anne ve babanın sevgisiz büyüyen çocuğudur bu yaşlı kadın aslında. Cafer öyküsündeki gibi sevgiye, sevmeye ve sevilmeye zaman ayırmanın vurgusu yapılmış.
AKŞAMLARI IŞIĞI YANAN EVLER: Öykünün kadın kahramanı aynı zamanda anlatıcı sevgilisiyle bir konuşma yapar ve sevgilisinin akşamları çeşitli evlere girdiğini öğrenir. Ancak bu bir hırsızlık veya cinayet amaçlı bir giriş değildir. Faruk, ışığı yanan ve perdesi kapanmayan evlerde çocukluğunun güven ve huzurunu arar. Çocukluk özlemi ve çocukluğun verdiği huzur yazarın En Çok Onu Sevdim novellasındaki Asuman’da da vardır. Asuman’ın arkadaşlarının ve sevgilisinin beğenmediği evde kalma ısrarı yine çocukluğa duyulan özlemdir. “İlk defa bu evde, yeniden çocukluğuna dönmüştü, ışığı bir kez daha görmüş kadar mutluydu.” sözlerinden anlarız bu durumu da.
Faruk, nerede olursa olsun hep başka bir yere ait olduğunu hisseder. Bulunduğu yeri hep yabancı görür ve farklı seçimler gözünü kamaştırır. Öykünün bütününe yayılan, çocukluğumuzun güvenli ve huzurlu atmosferine dönemeyecek olma huzursuzluğu ve seçemediklerimize ulaşma isteğidir. Öykü bana Erol Günaydın’ın O kadın filmindeki repliği hatırlattı: “Her neyi seçersen seç, seçemediğin hep üzüntü kaynağın olacaktır. Aklın hep o seçemediğinde kalacaktır.”
HER ŞEY NASIL BAŞLADI MERAL: Sen anlatıcının bakış açısıyla yazılan bu öyküde kendimizi hayatın hengâmesine kaptırıp gitmişken başkalarına bakmaya ne kadar zaman ayırdığımız sorgulanır. Öyküdeki Meral bir doktordur. Hastaları onun için bir sayıdır. Oysaki hastaların gözüne bakması, ona yönelen umutlu bekleyişi görmesi beklenir.
Yaşanan bunca acıyı, sızıyı görmeden hayatımızı sıradan bir şekilde sürdürmenin eleştirisi vardır bu öyküde. Yazar, “Meral’e söylüyorum okurum sen anla!” der gibidir. “Yıllar mı hızlandı yoksa sen mi? Pazartesinin arkasına cumayı eklemişler.” sözleriyle akan zamanın içinde birkaç farklı hayatı hızlıca yaşadığımız ifade edilir. Oysaki bir durup soluklanmak herkesin ruhuna iyi gelecektir.
BASİT BİR ÖĞLE YEMEĞİ: Öyküde, geçmişin kıskacından kaçmaya çalışan üç arkadaş bir öğle yemeğinde buluşur ve geçmişlerindeki bir olayla yüzleşmeye çalışırlar. Sevda, Semih ve aynı zamanda anlatıcı olan kadın kahraman altı yıl önceki bir pikniğin ayrıntılarını hatırlamaya ve o günkü hatalarıyla yüzleşmeye çalışırlar. Bir arkadaşları, Figen, ölmüştür. Bundan dolayı duyulan suçluluk duygusu geniş arkadaş grubunu birbirinden ayırmış, herkes bir yere savrulmuştur. O piknik bir tür tabuya dönüşmüş, konuşulmamıştır yıllarca. “Konuşmayarak dayanmıştık kendimize de birbirimize de.” ifadesi gizli bir anlaşmanın varlığını gösterir. Ancak öğle yemeğinde buluşan üç kişi, sıradan bir buluşmanın geçmişe yönelik bir hesaplaşmaya dönüşmesini engelleyemez. Hayatın kendisi de böyledir. Zihnimizin derinine ittiğimiz suçluluk duyguları, pişmanlıklar basit bir olayda birden zihnimizin en yüzeyine çıkabilir. “kalbimiz dönüp duran bir topaç gibi/aynı acılar ortasında sızıyla”(Serkan Türk, Uzun Ruhlu Bir Cüce,Yitik Ülke Yayınları, ,2016, sayfa 28) dizeleri bu öykünün kahramanlarını anlatıyor sanki. Bu öykü, aynı acıda dönüp durmaya mahkûm karakterlerin öyküsüdür.
DURMUŞ SAATLER DÜKKÂNI: Görünürde öykünün anlattığı bir genç muhabir ve kaybolan mesleklerden birini yapan yaşlı kadındır. Esas verilen ise gençlik ve yaşlılığın bir dükkânda buluşması, yaşlı bir kadının gençlik haline öğütler vermesidir. Durmuş Saatler Dükkânı birbirine çok uzak bu iki zamanı aynı anın içinde dondurur. Yaşlılık gençliğe zamanın yakalanamayacağını bu yüzden de peşinden koşmanın anlamsızlığını öğütler. Öyküde zamanın ışık hızındaki akışı, acımasızlığı ve geriye dönmenin imkânsızlığı vurgulanır. Saat olmayan bu dükkânda kocaman tik taklar duyulur, olmayan saatin ritmi içsel bir hesaplaşmayla birlikte duyulur.
Gamze Güller’in Beşinci Köşe’deki Gerçek Hayattan Fotoğraflar adlı öyküsünde de yetenekli bir fotoğrafçı olan Sinan’ın bir barda karşılaştığı sınıf arkadaşının aslında kendi gençliği olduğunu anlarız. Durmuş Saatler Dükkânı’ndaki hikâyeye benzer şekilde iki adamın farklı zamanlardaki halleri ve hayalleri ortaya konur. Bu açıdan yazarın zamanın hızlı akışını sıkça vurguladığını belirtelim.
Öykü bana Şükrü Erbaş’ın Değişmeyen adlı şiirini de hatırlattı. Şiir şöyle biter:
“Bakıyor yan yana aynı yalın istekle
Işıklı vitrinlere ömrümüzün iki yüzü
Birinin katettiği yolların başında öbürü”( Bütün Şiirleri 1, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2012, Sayfa 154)
Necip Tosun, Edebiyat Atlası adlı eserinde şunları ifade eder: “Aslında hayat ancak kaybetmişlerin, yenilmişlerin diliyle tanımlanabilir. Çünkü en iyi, mağluplar hayatı kavrayabilir. Anlam her yenilgide zerre zerre vücuda yayılır, mağlup ona dokununca mana ışıldar, dile gelir. Ama bu dil, mağluptan başka kimsenin anlayamayacağı bir dildir. Sanatçı bu dili yeniden hayatın diline tercüme eden kişidir.” (Necip Tosun, Edebiyat Atlası, Dedalus Yayınları, 2020, sayfa 234) Gamze Güller de gerek ele aldığım Durmuş Saatler Dükkânı gerekse diğer eserlerinde aslında mağlup insanları dilimize çevirebilmiş bir sanatçıdır. Ruhu çalkantılı, yalnız, huzursuz, acılı, yaslı insanların çığlığını yarattığı karakterlerle bize duyurabilmiştir. Hızla akan zaman ve modern çağ beraberinde insanın mekanikleşmesini, kendine ve çevresine yabancılaşmasını, giderek yalnızlaşıp yalnızlaştırmasını getirmiştir. İncinmenin de incitmenin de müsebbibi zamandır, gelinen çağdır. Yazar bu eserinde zamanı durdurmanın, geriye döndürmenin ve böylece insanı iyileştirmenin yollarını aratacaktır okura. Bu öyküler modern zamanın incitici hızına bir başkaldırıdır.