Okuduğunuz öykü kitabını elinize alır almaz evhama kapıldığınız oldu mu? “Bir şeyleri kaçıracağım, okusam da bir şey eksik kalacak” korkusu taşıdığınız bir yapıt geçti mi elinize? Ben Muhtelif Evhamlar Kitabı’nı1 henüz okumadan bu endişelerin zihnimde oynaşmaya başladığını hissettim. Hele ki kitap bittikten sonra üzerine bir şeyler yazmak istediğimde… Evham var ve bunlar muhtelif… Kesin bazılarını kaçıracağım. Baştan belirteyim.
Ömür İklim Demir’in hayata, insana, eşyalara, yaşlanmaya, varlığımızla var olan bütün dertlere sıra dışı bakış açısını ilk başta Tuhaf2’taki öykülerinde fark etmiştim. Bundandır ki Demir’in öykü kitabını okumakta zorlanacağımı, yüzüme vurulacak gerçeklerden ve bu gerçeklerin hangisinin hayal ürünü hangisinin gerçek olduğunu ayırt edememekten korktuğumu itiraf etmeliyim.
Gelelim Muhtelif Evhamlar Kitabı’na. Kitapta on öykü var. Bunların ilk üçü İçler Dışlar Çarpımı, Vasati 40 Yaş ve Tuz birbiriyle bağlantılı öyküler. Kitabın daha başında bir apartman kapısından girdiğimde müthiş bir merakla öykülere daldım. İçler Dışlar Çarpımı çocukluğumun “Susam Sokağı”na gülümsetiyor; gençliğinin en yoğun demlerini süren ablalarımın, abilerimin “Geceler Kara Tren”ine hüzünlendiriyor; içimi 12 Eylül darbesinin acımasız ve suratsız yüzüne bir yumruk sallama isteğiyle dolduruyor. Üstelik anlatılanlar sadece bu kadarla da sınırlı değil. Öyküdeki evrende elinizi attığınız her kelime sizi başka başka anlamlara sürüklüyor. Öyküde Melda ve İhsan’ın hislerinin kendi ağzından verilmesi yani hem kadın hem de erkek bakış açısının birlikte kullanılması ise müthiş bir okuma zevki veriyor.
“Ne harikayım ne berbat. Kibrit kutularının sırtındaki kelimeyim ben: Vasat”(Sayfa 24) sözleriyle Vasati 40 Yaş öyküsünün karakteri Taner’i tanımaya başlıyoruz. İş yerindeki ilişkileri, kadınların kendisi için ifade ettiği anlamlar, mutsuzluk sebepleri üzerine kafa yoruyoruz. Taner sokakta yürürken bizi de bilinç akışıyla, iç monologlarla zihninin sokaklarında yürütüyor. Edebiyatımızın aydın yüzü Onat Kutlar’ın “Durmadan düşünüyorum, ne çok öldük yaşamak için.” sözünü alıntılayarak başlayan öykü aynı zamanda Kutlar’ın haince aramızdan çekilip alınmasına sebep olan terör saldırısına da atıfta bulunuyor. Öyküdeki olaylara değinmek ve öykünün sürprizini kaçırmak istemiyorum. Tuz öyküsünün de her iki öyküdeki bazı soru işaretlerini kaldırdığını söylemekle yetineyim.
Varoluş kaygısı, sıradanlaşma derdi taşıyan Deniz’in e-posta şeklindeki mektubundan oluştuğunu düşündüren Dün Gece Ansızın öyküsü Led Zeppelin’in Kashmir adlı şarkısından bir alıntıyla başlıyor. Hayatın hengâmesine, işin gücün debdebesine dalmış olduğunu anladığımız öykü kahramanı gençliğini rüyasında görüyor. Bu rüyayı ve rüyanın etkisini eski dosta anlatma ihtiyacı bu öyküyü doğuruyor. “Eskiden diye başlayan cümleler kurmaya başlamamışız. Genciz. Şu dünyayı sevmeyecek kadar genciz.”(Sayfa 46) sözleri kendini çocukluğuyla ve gençliğiyle tanıyan bir insanın oldukça gerçekçi bir tespiti olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Hayatımızın en sevmemiz gereken dönemine karşı hepimiz isyankâr değil miydik?
Kartela öyküsü Didem Madak’ın “Simli ojeler sürdüm yalnızlıktan sıkıldığımdan./ Müsveddesi gibi şimdi tırnaklarım,/Yıldızlı bir gecenin.” alıntısının kadın dertlerini haber veren tınısıyla başlar. Ceren’i ve Jülide’yi üçüncü kişinin anlatımıyla tanıyoruz öyküde. Ceren kendi kendine, Jülide’yle ve telefonda annesiyle konuşurken onun hayatla derdinin ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Eski bir dost gibi karşımıza çıkan Rasim Abi’nin Ceren’de yarattığı evhamları bütün kadınlar olarak hemen her gün yaşamaya mahkûm bırakıldığımızı da üzülerek görüyoruz. Önceki öykü “Dün Gece Ansızın”ın Deniz’i de figüran olarak karşımıza çıkıp yazarın şaşırtıcılığını bir kez daha gözler önüne seriyor.
Bir hastabakıcı özel olarak ilgilendiği hastasının bir sözünü kendine evham ediniyor Saraylı’nın Üç Ölümü adlı öyküde. Saraylı ismini taktıkları hastanın kimliği, nereden geldiği belli değil. Bir tek laf çıkıyor ağzından: “Aman ha! Peri var lan!”. Ama bu laf da gerçekten böyle mi başka bir şey mi söylüyor? Bu adam ya da varlık kimdir, kimin nesidir? Anlatıcıyla beraber biz de bu soruların peşine düşüp soluksuz okuyoruz öyküyü.
İki Oda, Bir Salon, Yarım Hayat’ta bir çocuğun tam olan hayatının yarısını nasıl kaybettiği anlatılıyor. Geri dönüşlerin, iç monolog ve bilinç akışının yoğun şekilde verildiği öyküde sessiz ve yarım kalmışlık içimizi sızlata sızlata veriliyor. Kısacık bir an ve bir tercih insanın bütün yaşamına mal olabiliyor. Başımıza her an bir iş gelebilir evhamına kapılmamak elde değil.
Uzun Uzun Çalan Ziller ve Bir Mutfak Kapısı Hakkında öyküsü bir köpeğin; Didem ve Okan’ın; Rahmi ve Fatma’nın yaşamlarından, yoksa ölümlerinden mi demeliyim, geçişini anlatıyor. Rahmi’nin iç burkan öyküsü ve karısı Fatma’nın baharat takımını alırken çocuksu sevinci… Bir köpeğin gözünden insanlar… Öykü çok katmanlı. Farklı zamanlara ait birbirine bağlı öyküler. Beş dakika öncesi ile sonrası arasındaki geri döndürülemeyen olaylar ve durumlar… Kısacık bir zamanın nelere gebe olabileceğini düşünmeden edemiyoruz öykünün sonunda.
Son öykü Sessizliği Öldüren Tuzluk Edip Cansever’in “Biliyorsun, bizim her türlü yalnızlığımız/Yeni bir dil olacak yarın.” Dizeleriyle başlıyor. Hayatın içinde kaybolan kahramanların en yalnız ve en kayıp olanı bu öyküdeki Selim bana göre. Tutunamayanlar’daki Selim’le de öyle çok benzer yanları var ki bir an okuyucu Turgut’u da görmeyi bekliyor neredeyse. Metinlerarasılık tekniğinin kullanıldığını düşündürtüyor bu durum. Babalık görmediği babasından çok farklı olmadığının/olamayacağının evhamına kapılan Selim’in yaşamına natüralist bir pencereden bakmamızı sağlıyor yazar. Bir insanın doğduğu ev, bu evde gördüğü ilişkiler kendi evindeki ilişkilerin de belirleyicisi olur. Bu öyküde de Selim’in babası, Selim’in “kötü baba”lığına zemin hazırlıyor bir bakıma. Büyükbabanın intiharı da soya çekim unsuru olarak yer alıyor öyküde. Öykünün unutmak, geçmişin acılarını ve olaylarını değiştirmek üzerine de çok sözü var.
Muhtelif Evhamlar Kitabı; kurgusuyla, içe işleyen dertleriyle, yalnız ve hayatın azarını işitmiş gerçekçi kahramanlarıyla, yer yer hayal ve gerçek arasında gezdiren anlatımıyla oldukça renkli bir öykü kitabı. Renk deyince akla eğlenceli olduğu gelmemeli tabii. Aksine, yaşamla kavgalı, kalabalıkla uzlaşamayan, hayatın sillesini yemiş kahramanlarıyla biraz gri-kara bir renk sunuyor öyküler.
Ömür İklim Demir’in, gözüme çarpan ve buluşlarına hayran bırakan betimlemelerini söylemeden bitirmek istemiyorum. Söz gelimi bir sesleniş üzerine şu cümleleri kurmak oldukça iyi bir gözlem ve dile hâkimiyet gerektirir diye düşünüyorum: “İhsan, dedi. Kahvaltıyı hazırladıktan sonra okula gitmesi için çocuğunu uyandıran bir anne gibiydi sesi. Uyandırmaya kıyamam ile çocuğum okusun, büyük adam olsun arası, kırılgan.” Dilden söz açılmışken argo ve sokak dilinin de öykülerde çok yer bulduğunu söylemeliyim. Kahramanları yaşadıkları yerin ağzıyla, yaşamlarının sertliğinin verdiği hınçla konuşturduğunu düşündüğümden çok da gözüme batmadı bu sokak ağzı.
Öykü kitabını değerlendirmek zordur. Muhtelif Evhamlar Kitabı’nı değerlendirmekse imkânsız. Şu an öyle bir evhama kapıldım. İyisi mi merak eden okusun ve herkes kendine bir evham edinsin. Evhamlı evhamlı gezinin harflerin ve sözlerin arasında. İçiniz sızlasa da hayatın ta kendisini görün, derim.
1-Muhtelif Evhamlar Kitabı, Ömür İklim Demir, YKY, İstanbul, 2019.
2-Tuhaf dergisi; Sayı:1, Nisan 2017; Sayı:13, Nisan 2018