Ey penceresi dışarıya açık, içeriye kapalı olan evler.
Şükrü Erbaş
“Evden kurtulmanın tek yolu evlenmek midir?”
Psikiyatrist Doktor Levent Sütçigil Şiddetin Gölgesinde adlı ilk romanında bu sorunun cevabını okura, İrem ve Koray’ın yaşadıkları üzerinden vermeye çalışmaktadır.
Ataerkil bir ailede büyüyen İrem, aile içi şiddet ve psikolojik baskıya maruz kalır. Annesinin oyuncağı olarak görülen ve okumasına dahi izin verilmeyen bir çocuktur. Yaşadığı sorunlardan kurtulma isteğiyle Koray’la evlenme kararı alır. Ailesinin buna da karşı çıkması üzerine kaçar, gizlice küçük yaşta evlenir. “Annelerinin kaderi kızlarına mirastır.” Aslında burada kader değil öğrendikleri mirastır demek gerekiyor. Kızlar evlerinde gördüklerini, yaşadıklarını yeni kurdukları yuvada da yaşatır farkında olmadan. Evlenmek için seçtikleri erkekler babalarına benzer. Çünkü başka bir davranış görmemişlerdir. İrem de babasının kopyası birini bulur. Yaşadıklarının normal olduğunu düşünerek hayatını devam ettirir. Ta ki Doktor Hakan Bey’le tanışana kadar.
Pierre Loti’ye geçmişiyle yüzleşmek ve düğümleri çözmek için giden İrem saatlerce orada oturup arınmaya çalışır: “Sağ taraftaki mezarlığı görmezdi gözüm. Sırtımı döner seyre dalardım.” (s. 11) Başka bir sayfada günümüze döner: “Sandalyemi manzarayı tam açıyla görebileceğim şekilde düzelttim.”(s.13) Burada mezarlık metafor olarak karşımıza çıkmaktadır. Kötü olanı görmezden gelme diyebiliriz. İrem Koray’ın içinde gizlediği kötülüğü görmek istemez ve mezarlığa arkasını döner. Gerçekleri görüp ayrıldığında ise hayatındaki tüm kötü’yü kafasından çıkarmış ve her şeyi tüm çıplaklığıyla görmeye başlamıştır. İrem’in adı bile yalancı bir mutluluktur aslında. Sahte cennet.
Eğitim şiddeti engellemez. İnsanların ilkel benliklerinde var olan şiddet olgusu ister eğitimli olsun ister cahil illaki bir yerlerde kendini gösterir. Bunun fiziksel olması şart değildir. Sözlü olarak da karşımıza çıkar. İrem’in babası hâkimdir ve annesine sürekli şiddet uygular. Ona göre şiddet sadece fiziksel olarak gerçekleşir. Koray’ın eski nişanlısının ondan ayrılma sebebini bile sahiplenme olarak görmesi bunun en önemli delilidir. Hatta İrem, “Koray’ın anlattığı şeyleri olduğu gibi kabullenmiş, hemcinsimi suçlamıştım.” (s. 13) diyerek “kadın kadının kurdudur” sözünü bir kez daha doğrulamıştır.
Anne yaşadıklarını aile içinde en yakın gördüğü kızıyla paylaşır ancak kızı bunları kaldırabilecek yaşta değildir. Hatalar zincirinin en başında yaşanan olaylardan sadece bir tanesidir bu. Böylece sırdaş olduğu annesinin tüm yükünü kızı yaşamaya başlar. “Annem kendi mutsuzluğuna bizi ortak etmemiş aynı zamanda mahkûm da etmişti.”(s. 17) Anne, keyfi kaçmasın düşüncesiyle tüm olumsuzlukların üzerini kapatır. Çünkü o da ailesinden görmüştür ve öğrendiklerini de kendi ailesi içinde yaşatır. İrem bu davranışın yanlış olduğunu ancak yaşı ilerledikten sonra farkına varır. Etrafındaki kadınların hemen hepsinin bu yanlış davranışı sergilediklerini gözlemler.
“Alt kat komşumuz Bilge Teyze olmasa ben bütün annelerin böyle asık yüzlü olması gerektiğini düşünürdüm. Bizim evin aksine onların evinden hiç gürültü gelmezdi.”(s.19) İrem’in özenerek baktığı Bilge Hanımların evi, gördüğü tek mutlu evdir. Bilge teyze güçlü kadını temsil eder. Onun kocasından ayrılarak ataerkil ekolü yıkması ilginç bir kişilik olarak görülür. Bu tuhaftır çünkü boşanma korkunç bir sözcüktür ve İrem’in annesi bu yüzden Bilge Hanım’la ilişkisini sürdürmez. Boşanmanın cesur insanlara ait olduğu düşünülen bir düzen vardır toplumda. Cesaret edilmeden boşanma olmaz ve boşanan kadınlara da toplumda iyi gözle bakılmaz. Sanki cüzzamlıymış gibi onlardan uzaklaşır insanlar. Suna’nın evindeki huzur evdeki her eşyaya sinmiştir. İkram edilen elma kokusuna, ipte asılmış çamaşırların düzenine kadar. Elma kokusu ve limonlu kek kokusu ikisi de huzurun ve mutluğun kokusudur.
Proust etkisi olarak bilinen koku hafızası, insanları zaman yolculuğuna çıkarır. İnsan beyni kokuları zihninde hapsederek bir hafıza oluşturur. Koku hissini alan kişiler o zamana geri döner. İrem’de de elma ve limonlu kek kokusu onu geçmişe götürür.
Yazar, toplumsal bir sorun olan, erkek çocuklarının üstün görülmesini de eserde karşımıza çıkarır. Aile içinde çocuklar arasında ayrım yapılması, babanın ve kardeşin her zaman üstün görülmesi bunun göstergesidir. Kadınlar silik, erkekler güçlü. Gerçek sevgi hayatlarında ender zamanlarda karşılarına çıkar. Çoğunlukla yalnız, dikkat çekmeyen pısırık bir yaşam tarzı, hayatın merkezine oturur.
“İrem Hanım, şiddet bir anda ortaya çıkmaz. Şiddet gösteren kişi önce şakalarıyla şiddete meyilli olduğunu belli eder.” (s.36) Yazarın mesaj verme kaygısı vardır. Bu yüzden sık sık tekrara düşmüştür. Bunu belirli aralıklarla romanın içine yaymıştır. İnsanlar gerçeklere kayıtsızdırlar hatta kördürler. Sadece görmek istediklerini görürler. Zihinleri tutsaktır. Duygusal boşlukta olan insanlar hata yapma riskine sahip olurlar. İrem, boşanma aşamasında karşısına çıkan Cem’le bir yakınlaşma yaşar. Babasından ve kocası Koray’dan başka bir erkek tanımadığı için yine onlar gibi birine yakınlaşır. Yapması gereken tek şey bakış açısını değiştirerek bakmaktır. O zaman her şeyi doğru bir biçimde görür.
“Ben size ağabey diyorum ve siz bunu hiç yadırgamıyorsunuz.” (s.46) Kadının toplumda kendini güvende hissetmesi ve güvene almasının göstergesidir erkeklere “ağabey” demeleri.
Levent Sütçigil Doktor Hakan’ın aracılığı ile okura sık sık bilgi de verir. “Depresyon, şeker hastalığı gibi, tansiyon gibi tıbbi bir hastalıktır. Belki bir dişin çürümesi daha iyi anlatabilir konuyu. Diş iltihap kaptığında ağrır. Depresyon bir beyin hastalığıdır.” (s.49) Depresyonun fiziksel hastalıklarla aynı görülmesi ve tedavi edilmesinin gerekliliğini belirtir. Tedavi görmeyen beyin enerjisiz kalır ve olumsuz düşünceler sürekli tekrar eder. Böylece insan duygularını kontrol edemez hale gelir. Düşüncelerimizi kontrol edebilmek için yazmak gerekir. Kendine dürüst olduğun zaman her şeye ve herkese dürüst olur insan. Psikolojik destek de gerçeği daha iyi görmeyi sağlar. İrem, Cem’in karısına olan davranışlarında kocası Koray’ı görür. Psikolojik desteğin başarılı olduğu gerçeği burada karşımıza çıkar. Çünkü daha önce Koray’ın nişanlısına olan tavırlarını İrem görmezden gelmiştir.
Sütçigil, çocuklukta yaşanan olumsuzlukların ileriki yaşlarda kişilerin hayatında ciddi sorunlara yol açtığını ve bununla başa çıkabilmek için o zamana tekrar dönüp yüzleşmek gerektiğini belirtir.
Pierre Loti’de limonlu kek kokusunu içine çeken İrem’in şiddetin gölgesinden kurtulup yeniden doğuşunu görürüz.
Roman on üç bölümden oluşur. Akıcı ve anlaşılır bir anlatımı vardır. Levent Sütçigil’in kalemi bazı bölümlerde tekrara düşse de okuru sıkmadan güzel bir yolculuğa çıkarır.