Yürümek ne güzel bir eylem. Yol katettikçe o eylem düşünce oluyor, düşüncede eyleyen bir eylem oluyor. O düşünceler duyguya evriliyor sonra, bir duygu sağanağı altında düşüncelerle yoğrulmuş bir eylem oluyor. Yürüme eylemi, yürüme düşüncesi ve yürüme duygusu. Tersinden söyleyince de bambaşka oluyor. Eylemin yürümesi, düşüncelerin yürümesi, duyguların yürümesi.
Düşünüyorum da yürümeyi ömrüme oranlasam en az ömrümün dörtte birini kaplar herhalde. Saatlerce yürüdüğüm çok oldu. Zorunlu yürümekler, keyifli yürümekler, bile isteye yürümekler, aşkla yürümekler, öylesine çıkılmış, anlık kararlarla yol almış yürümekler. Karda, yağmurda, doluda, rüzgarda, kavurucu güneşin altında, asfaltta, toprakta, sahilde ayaklarım kumlara bata çıka ve dalgaların serinliğini hissede hissede, ormanda, dağda, karanlıkta, el yordamıyla yolumu bulduğum yerlerde, akan bir ırmağa karşı… Kahramanı yürümek olan bir öykü yazsam, sonu olur mu? Sanmam.
Benim yazacağım öykü bir başka zamana kalsın şimdi canım ciğerim okur, biz Sevgi Soysal’ın Yürümek romanıyla yola çıkalım. O yolda ne mi var? Özetle Elâ’nın ve Memet’in kendileriyle, aileleriyle, çevresindeki insanlarla ve şeylerle ve toplumla ilişkilerini gösteren bir fotoğraf albümünden alınmış fotoğrafların detaylıca anlatılmasıdır Yürümek. Bireyin sosyolojik, psikolojik ve politik bir olgu olarak ele alınmasıdır belki de. Elâ ve Memet’in albümlerinden fotoğraflara bakıp hikayeler dinliyoruz yazarımızdan sanki. Sevgi Soysal bunu yaparken toplumsal, bireysel arka ve iç planıyla hiçbir ayrıntıyı kaçırmıyor. Sanki bize bir ressamın tablosunun okumasını yapıyor. Tablonun genel görünümünü, sonra her bir ayrıntısını, görünenin aslında göründüğü gibi olmadığını bambaşka bir anlamı olduğunu, karakterlerin jestlerini, mimiklerini, duruşlarını, tablodaki yerlerini, iç dünyalarını ayrıntılı bir şekilde anlatıyor. Çokça vurgulandığı gibi cinsellik mi sadece romanın konusu? Hayır değil. Bireyin, toplumun doğumla birlikte gaspettiği (hem de bir tanrı yasağı/yasası gibi) bedenini, özellikle kadının, vuruşarak geri alma çabasıdır, diyebilirim.
Elâ hemen her kadın gibi çocukluktan itibaren bedeni üzerinde ailenin, toplumun egemenliğinin bütün baskısını yaşar. Oturması kalkması, memelerinin büyüyüp büyümemesi, birini öpmesi, bir şeylerden zevk alması, evlenmesi, çocuk sahibi olması, boşanması, boşandıktan sonraki hayatı, her şey ama her şey belirlenmiştir ve bu Elâ’nın ruhunda çatışmalara sebep olur. Toplumdan aileye, aileden anneye, anneden kız çocuklarına aktarılan kadının üzerindeki tahakküm şu satırlarla yalın bir şekilde dile gelir: “Şükran aralarında en gelişmişleri, serpilmişleri, besbelli bu. Ona değişik giysiler dikiliyor artık; oturması başkalaştı; açıldı mı etekleri, kapatıyor hemen. Ötekiler de etekleri açıldı mı, Şükran’ın sözüyle örtüyorlar artık.”(s.29). Şükran’ın ergenliğe girmiş olması bütün ilgiyi kendinde toplar. O isterse oyun oynanır, o istemezse oynanmaz. Gruptaki her şeye o karar veriyor. Bu yüzden Şükran’dan tiksiniyor Elâ. Annesinin buluşmasını istemediği arkadaşı Şenel’in cinsellik içerikli oyunları Elâ’yı tedirgin eder ama oysa Şenel ve annesi için bu çok sıradan bir şeydir. Umursamazlar. Yatakta bir sevişme oyunu oynarlarken şöyle bir sahne gerçekleşir: “Ansızın açıldı kapı. Elâ korkuyla sıçradı, bir tesbih böceği gibi kıvrıldı yatağın içinde. Bazı bağrışlar, çığlıklar bekledi. Oysa Şenel’in anası, Elâ’ya bakmadı bile, bir küçük kızın yatakta, sevişme öncesi tavırlar taşıması çok gündelik olaymışçasına.”(s.36). Bu durum Elâ’yı sarsar. Şenel’in annesinin tutumuyla kendi annesinin tutumunu kıyaslar. İkisi birbirinden o kadar farklıdır ki. Annesinin her şeye karışmasından da tiksinir. “Niçin bütün anaların yasakları Tanrı’nın yasakları gibi kesin değil? Değişik yasaklar, değişik aile kızları. Anasının “sokak kızı” diye dudak büktüğü kızlar “aile kızları”nı biliyorlar mı, onların yasaklarını, aile yasaklarını? Yoksak onların başka sokak yasakları mı var?” (s.39).
İlk öpüşmelerini yaşadığı Aleko ile konuşmalarında erkekliği, zenginliği, yoksulluğu, kadın erkek ayrımını ve “büyük”lere atfedilen kutsallığı eleştirir Elâ. Aleko ile birlikteyken bedenini ve cinselliğini tanıyamamanın, bilememenin verdiği huzursuzluğu, sıkıntıyı yaşar. Aleko ile öpüşmelerinden gebe kalıp kalmadığı düşüncesi kemirir içini. “Kafasını asıl kurcalayan şey, asıl kafasını kurcalayan şey, şimdi gebe miyim ben? Bunca öpüşmeler sonucu? Nasıl gebe kalınır? Gebe miyim ben şimdi? Olabilir mi? Aya Nikolai’de öpüşmelerimiz sonucu gebe kalmış olabilir miyim?” (s.62) Aleko’dan cevabı alır ama yine de böyle bir şeyi bilip bilmeme konusu, emin olamama sıkıntısı ruhunu sarar.
Bekaret, evlilik, çocuk sahibi olma, aldatma, yeniden bir ilişkiye başlama hepsi ama hepsi bir uyum ve anlayış içinde değil, bir çatışma olarak gerçekleşir. Bu yüzden Elâ’nın iç dünyası hep bir savaş meydanı gibi. Bitmek bilmeyen bir savaş. Topluma, aileye, erkeklere, kendine, kurulu düzenin yazılı ve yazısız bütün yasalarına karşı bir savaş. Bu yüzden bir kadın olarak toplumdaki yerinden dolayı Elâ’nın yürümesi daha sancılı.
Cinselliği ilk kez Hakkı’yla yaşıyor Elâ. Daha önce hep kaçıyor. Aleko veya Bülent ile yaşamak istemiyor. Ama Hakkı’yla otel odasında yalnız değil, hayatına girmiş diğer erkekler de orada. Onlarla yaşa(ya)madığı cinselliği Hakkı ile yaşayacak. Çocukluğu, ergenliği ve şimdi’si cinsellikte birleşiyor. Hep sorgulama halinde. Bu sorgulama şöyle dile geliyor: “Kim zorladı beni? Bir haftadır, aralıksız Hakkı’yla yatmaya kim zorluyor beni? Her şey bilerek ve karşılığını ödeyerek. Nikah-Hilton-yatak. Paralar ödeyerek deniz kıyısına gelenlerin hep denize girmek zorunda olduklarını sanmaları gibi. Bir haftadır, aralıksız.” (s.84)
Cinselliğin, evliliğin, çocuk yapmanın, boşanmanın, yeni bir ilişki kurmanın sancısını yaşıyor hep. Bir bütün olarak yerleşik düzenle, normal kabul edilen her şeyle sorunu var aslında. Aldatma konusunda topluma başkaldırısını şöyle dile getirir Elâ: “Daha önce kolaylıkla verilmiş bir şeyin birdenbire, üstelik Bülent için verilemez bir şey olması gülünç gelmişti Elâ’ya. Sakınacağı, gizleyeceği ne vardı? Niçin aldatmıştı Hakkı’yı? Hakkı’yla niçin yattıysa aynı nedenlerden işte. Kendini aldattığı için, yıllarca sadece kendini. İstemeden, nasıl yaşadıysa Hakkı’yla yıllarca, öyle işte yatmıştı Bülent’le de. İkisi de aynı önemde ya da önemsizlikte. Bunun adı niçin aldatma olsun?” (s.104)
Elâ’nın topluma başkaldırısı şöyle devam eder: “Yasak edilmesi gereken sevişme; içinde birazcık da olsa sahteliği, yalanı, çıkarı, korkaklığı barındıran sevişme yasaklanmalı. Ah hiçbir zaman, hiçbir şeyi yitirmeyeceğini sanarak tüketmek kendini. Tükenişine seyirci kalmak, bu yasaklanmalı.” (s.104)
Şimdi biraz da Memet’e bakalım. Yürümek’te cinselliğin erkeklerin hayatındaki sorgulamasını da Memet üzerinden okuyoruz. Sevgi Soysal, Memet’in cinsellikle düşünsel anlamda ilk temasını genelevler üzerinden yapar. Elbette bu bir tesadüf değildir. Çünkü birçok erkek için (belki de çoğunluk için) cinselliğin ilk kez yaşandığı yerlerdir genelevler. Memet’in genelevle ilgili yalanını, sonra büyüdüğünde gitme çabasını ve son olarak gidip “başarısız” olmasını okuyoruz. Şu cümle tek başına bile Memet’in büyüdüğü aileye ve o ailenin toplumdaki rolüne dair ne kadar çok şey anlatıyor değil mi: “Bir saat sonra, soluk soluğa eve döndü Memet; evde, kapıdan girer girmez, babasından, “geneleve gittim” diye yalan attığı için bir, Nuri’yle oynadığı için iki, tabancasını kaptırdığı için üç tokat yedi.” (s.35).
Cinsellik sadece kadınlar için değil erkekler için de büyük bir sorun yaşadığımız toplumda. Bir toplumun cinselliğe bakışı üzerinden bireye verdiği değer kolaylıkla anlaşılabilir kanımca. Toplum sadece kadının cinselliğini değil, erkeğin cinselliğini de kurgular elbette. Erkeklerin ilk cinsel deneyimlerini genelevlerde yaşamaları toplumca onaylanan ve hatta teşvik edilen bir gerçek. Durum böyle olunca erkeklerdeki cinsellik algısı da sorunlu bir hal alır. Ne yazık ki erkekler için cinsellik çoğunlukla aşkla yapılan bir eylem değil. Hedef cinsel doyuma ulaşmak. Böyle olunca erkekler sevmediği bir kimseyle (seks işçisi), bir hayvanla (eşek, kedi, köpek) veyahut başka bir şey ile (kitapta ciğer geçiyor, bir erkek muhabbetinde kavunu duymuştum) ile de cinsel ilişkiye girebileceğini, önemli olanın kendisinin aldığı cinsel haz olduğunu öğrenir, düşünür. Daha korkuncu cinselliği bir saldırı eylemi olarak da kullanabilir, kullanır da. Hemen her kesimden erkeklerin bir kavgada direkt olarak karşı tarafın anasına, bacısına, karısına cinsel içerikli küfürler etmesi cinselliğin toplumdaki algısını ortaya koymuyor mu?
Bir anekdotla devam edecek olursam, lisedeyken bir arkadaşım sevgilisiyle cinsel ilişkiye giremeyeceğini, ona böyle kötü bir şeyi yapamayacağını söylemişti. O sıralar bulduğu kitapları merakla okuyan, ansiklopedileri karıştıran biri olarak bu düşüncesinin yanlış olduğunu söylesem de yine de yıllarımı almıştı cinselliğin aşka dahil olduğunu kabullenmek.
Bütün bunlardan hareketle söyleyebilirim ki, Memet’in yürümesi Elâ’nınki kadar sancılı değil. Bir erkek olarak toplumun kendisine biçtiği rol üzerinden kendisini, toplumu, cinselliği sorguluyor ama cinselliği elde ettiğinde, “zafer” kazandığında, onu kolaylıkla, üzerine düşünmeden geride bırakıp yeni bir “zafer” için yola devam ediyor. Toplumun normali onun normali olmaya çok müsait.
Erkek muhabbetlerinde cinsellik değişmez konulardan biridir belki. Mutlaka biri çıkar ve kaç kadınla yattığını ballandıra ballandıra ve çoğunlukla abartarak anlatır. Arkadaşlarıyla sofra kurup oturan “Memet o gece, Serpil’le arasında geçenleri hiç de gerçeğe uygun olmayan bir biçimde anlattığını hatırladı. Canı sıkıldı.” (s.88). Çünkü cinsellik kendini, erkekliğini ispat etme alanıdır. Kaç kişiyle yattığın, nerede, nasıl yattığın, nasıl zafer kazandığın erkekliğin nişanelerindendir. İktidarsızlık, ilişki esnasında “başarısız” olma erkeklerin korkulu rüyasıdır bu yüzden.
Boşanma sonrası evresinde Elâ ile Memet bir postanede tanışırlar. Elâ boşandıktan sonra geride bıraktığı hayata dair şöyle düşünür: “Kaynanaların öpülen elleri, kabul günleri, uysal gelin bakışları, gülücükler, titiz bir ev kadını görünme çabaları, yuvayı yapan dişi kuştur numaraları, ovulan lavabolar, tencere karaları, bir hamamböceği gibi kolayca ezilebilir mi?” (s.105). Boşanmış, çocuklu bir kadın olarak (Bunu özellikle yazıyorum çünkü Elâ için bir kadın olarak bu da savaşta yeni bir cephenin açılmasıdır.) Memet ile ilişkileri başlar. Memet bu ilişkide cinsellik anlamında bir doyuma ulaşır ve daha çok Elâ’nın iç dünyasını okuruz bu birliktelikte. Memet durmuştur artık sanki. Yürüyüşü devam etmemektedir. Toplumla en büyük sorunu olan cinsellik bir bakıma çözüme kavuşmuştur. Elâ ile birlikteliği dışında pek de bir şeyi umursamaz. Ama Elâ’nın yürüyüşü devam etmektedir. Boşanmış ve çocuklu bir kadın olarak toplumdaki yeri, arkadaş çevresinin ona bakış açısı, Memet’in hayatındaki yeri, bir barış ortamının aniden savaşa ve nefrete dönmesi gibi birçok şeyi sorgulamayı sürdürür Elâ. İlişkilerinde yaşayacakları sorunların nüveleri atılmıştır çoktan. “Bir şey, belli edilmemeye çalışılan bir şey varsa, başlar kaçamaklar, herkes kendi sığınağını yapar, kendi altınlarını gizlice gömer toprağa, çizilir sınırlar, karşılaşmamak için yan sokaklara sapılır, arka sokaklara; bakışlar kaçırılır, sırt sırta dönülmeden uyunmaz olunur.” (s.124-125).
Bunca şey yazdıktan yeniden sorayım: Yürümek‘te neler var? Roman sadece Elâ’nın ve Memet’in yürümekleri üzerine kurulu değil elbette. Tıpkı insan gibi doğanın bir parçası olan başka varlıkların da yürüyüşünü anlatır bize Sevgi Soysal. O yürümekler de lirik bir şiir tadında okunuyor. Toprak, karıncalar, tavşanlar, kirpi, asma, fareler, sincaplar, porsuk, kurtlar, yarasalar, karabatak, badem ağaçları, haşhaş, hamamböcekleri, ayrık otları, yılanlar, kaplumbağalar, ahtapot, akbaba, örümcek, eşek, yaprak ve som balığı. (Bu bölümlerin romandaki yeri, bağlantıları ve karakterlerle bağları üzerine bir inceleme yazısı mı yazmalı?)
Yürümek bana kalırsa bir varoluş romanı. Bireyin ( veya tikel varlığın mı desem? ) varolma mücadelesinde katettiği yolun bazı duraklarında neler yaşadığını anlatıyor. Yürümek, karakterler açısından bakıldığında bitmiş değildir. Elâ’nın yolculuğu kitap bittikten sonra da devam edecektir. (Burada Memet’in yürümesinin nereye varacağını kestirmek mümkün belki.) Bunu bir okur olarak biliyorum. İşte tam da bu yüzden bence Yürümek, Memet’ten çok Elâ’nın yürüyüşünü anlatıyor. Memet’in yerleşik düzenle sorunu bir yere kadar, ama Elâ’nınkinin sınırı yok gibi. Onun toplumun bütün değer yargılarıyla, kendi ruhunun derinlerine işlemiş hegemonya ile savaşı sürecektir. Kendisiyle olan savaşı sürecektir, çocuğunu büyütürken bu savaş devam edecektir. Hayatı son bulduğunda yürümek de son bulacaktır. Yürüyüşü boyunca karşısına dikilen toplumun bütün gardiyanlarına belki de şöyle haykıracaktır: “Yağma yok beyim, yanlışımı kendim seçerim ben. Yanlış da yapsam, kendim, bile bile, ama kendim yaparım. Senin zorlamanla yapılacak yanlış, komik bir kandırılıştan başka ne? Sadece sana bir şeyler verebilecek bir aldanma. Aldanmaktan korktuğumu sanma. Senden korkmuyorum.” (s.75).
Sevgi Soysal, Yürümek, İletişim Yayınları, 16.Baskı 2020, İstanbul