Henüz altı yaşındaydı ilk yevmiyesini aldığında. Pazarda su satmıştı babasının yanında. Önce eğlenceli gelmiş sonra sıkılmıştı ama pazar toplanana kadar eve dönememişti. Eve dönerken fırına uğramış, ekmek almışlardı. Babası, “Hadi oğlum, bugün ekmekler senden,” demiş, o da gururla cebinden çıkardığı parayı fırıncıya uzatmıştı. İşte böyle başlamıştı o ekmek parası hikâyesi.
Dünya değişti, zaman bir filozofun dediği gibi iki kez aynı nehirde yıkanamayacak bir hızla akıp gitti. Savaşlar başlayıp bitti, sınırlar değişti, yeni savaşlar çıktı, bir mermi bir ekmekten daha kıymetli oldu ama iki şey değişmedi; birincisi, zenginler daha zengin, yoksullar daha yoksul oldu; ikincisi, babasından miras kalan mesleği.
Askere gitti, evlendi, çocukları, torunları oldu. Kendine ait bir evi olmasını çok istedi, şöyle bir de ayağını yerden kesecek bir arabası. Altmışına geldiğinde bir sahil kasabasında bahçeli bir evde sakin bir hayat yaşayıp yüzünde huzurlu bir ifade ile uykusunda ölebilirdi belki.
Bir gün pazardan eve dönerken kalabalığın ortasına dalan bir otomobilin çarpması sonucu öldüğünde, altmış yaşındaydı. Elindeki poşette pazardan aldığı köy ekmeği ve torunları için birkaç oyuncak vardı. Son nefesini vermeden önce, “Terazin bozuk senin,” diye serzenişte bulunduğunu kimse duymadı. Cenazesine katılanların hemen hepsinin ağzında aynı cümle vardı:
“İyi bir adamdı, iyi bir hayat yaşadı.”