Okuması bittikten sonra zihnimde devam eden metinler var: şiir, öykü, roman, deneme, hangi türde olursa olsun. Son dönemde okuduğum Eylem Ata Güleç’in İncirin İnancı öyküsü de böyle bir metin. Öykü, Güleç’in yeni kitabı Uzak Değil’den. Yalnız bu yazı öykünün edebi açıdan incelenmesi üzerine kurulmadı. Bunu baştan söyleyeyim sevgili okur.
Öykü, ben anlatıcısı üzerine kurulu. Anlatıcı karakter, Zübeyde’ye olan aşkını, neden kavuşamadıkların, şimdi neden bir arada olduklarını düşünsel bir yolculukla aktarıyor okura. Zübeyde’nin abisi İbrahim’in 1970’lerde Kürt örgütler arasında çıkan kavgada öldüğünü öğreniyoruz. Bu kavganın bir tarafında İbrahim diğer tarafında Zübeyde’nin aşkı vardır. Abisinin ölümünden dolayı aşkına yüz çevirmiş Zübeyde ve başkasıyla evlenmiş, bir kızı, bir oğlu olmuş. Zübeyde’nin oğlunun adı da İbrahim’dir. İki İbrahim’i kaybetmiş Zübeyde. İkincisini devlet dersinde yitirmiştir. Anlatıcının Zübeyde’ye olan sevdası sönmemiş. Hâlâ umutlu: “Zübeyde’ye ev tutarsam benimle kalıp kalmayacağını sordum. ‘Mezarlığa yakın olursa kalırım’ dedi.”
Eylem Ata Güleç yaşadığı coğrafyanın travmalarını iyi bilen biri. Karakterlerini, mekanlarını ve dilini yaratırken çokça sancı çekmiştir, diye düşünüyorum. O sancı, yaşadığı coğrafyanın bir ferdi olmakla bir yazar olarak o coğrafyayı anlatmak arasında gidip gelirken ortaya çıkan bir sancı. Peki o sancının bir okur olarak sende bıraktığı etki nedir, diye soracak olursanız, hakikat edebiyatla yeni bir hayat bulmuş kendine, derim.
Şu pandemi döneminde çokça yazılıp söylendi “Edebiyat bir sığınaktır” diye. Bence bundan fazlasıdır da: Kazanılmış bir mevzi. Hafızayı nisyan ile malul etmek isteyen egemenlere karşı, zulme uğrayanların bir mevzisi değil de nedir edebiyat, unutturulmaya çalışılan zulümleri, ölümleri, katliamları, kırımları tarihe not düşen anıtlar değil mi? Gülten Akın’ın 42 Günün Şiirleri bir bellek değil midir ya da Ahmed Arif’in Otuz Üç Kurşunu? İncirin İnancı öyküsü de toplumsal belleğe düşülmüş bir not bence.
Öykünün sonundaki incir beni Abbas Kiarostami’nin bir felsefi makale tadındaki filmi Kirazın Tadı’ndaki bir sahneye götürdü. Sabah evden intihar etmek için çıkan ama elinde dutlarla eve dönen Baheri’nin çarpıcı hikayesi şöyle:
Size başımdan geçen bir olayı anlatacağım. Henüz yeni evlenmiştim. Başımızda bir sürü bela vardı. Öylesine bıkkındım ki her şeyi sonlandırmaya karar verdim. Bir sabah şafak sökmeden, yanıma bir ip alıp arabama atladım. Kendimi öldürmeyi kafama koymuştum. Dut ağaçlarıyla dolu bir bahçeye vardım. Orada durdum hava hala karanlıktı. İpi bir ağaca doğru fırlattım ama tutturamadım. Bir kere iki kere denedim ama kar ettiremedim. Ardından ağaca çıktım ve ipi sımsıkı düğümledim. Sonra elimin altında yumuşak bir şeyler hissettim. Dutlar! Lezzetli, tatlı dutlar. Birini yedim taze ve suluydu. Ardından bir ikincisini ve üçüncüsünü… Birdenbire güneşin dağların ardından yükseldiğinin farkına vardım. Ama ne güneş! Ne manzara! Ne bahçeydi ama! Birdenbire okula giden çocukların seslerini duydum. Bana bakmak için durdular. Ağacı sallamamı istediler. Dutlar dallarından yere döküldü. Çocuklar yerken kendimi çok mutlu hissettim. Eve götürmek için biraz dut topladım. Karım hâlâ uyuyordu. Uyandığı zaman o da dutlardan yedi. Çok hoşuma gitti. Kendimi öldürmek için evden ayrılmıştım. Dutlarla geri geldim. Bir dut hayatımı kurtardı. Sadece bir dut, hayatımı kurtardı.
Şimdi yeniden öyküye dönüp bitireyim. Yaşanılan onca acı, zulüm, ölüm elbette karakterlerden çok şey alıp götürüyor. Peki ya yaşama tutunmaları? Onun cevabını da öyküden bir alıntıyla vereyim:
Bengi ancak birkaç yudum su içebildi. Zübeyde bacağını tekrar sardı. Dutları paylaştık. Önüme olgun bir incir tanesi düştü. Başımı kaldırıp baktım. Renk renk kumaş parçaları, aynalar ve incirlerle ışıl ışıldı ağaç. Küçük bir aile düşü kurabileceğime ikna etti beni.