“Kalemi elime yeniden alabilecek miyim?
Yazamazsam yok olacağım.
Elimde kalem olmayacağına on beş yıl hapis yatarım daha iyi.”[1]
Dostoyevski
Aylardan temmuz ya da ağustos. Öğle vakti. Saat bir, belki iki ama kesinlikle üç ya da dört değil. Üç ya da dört olamaz çünkü o saatler yemek yiyip hayvanları otlatmaya götürmek için hazırlık yapma vakti. Kapının önündeki divanda oturmuş vakit öldürüyorum. Dedem bastonuna dayanmış çardağın eşiğinde görünüyor. Kalem – kağıt al, gel, diyor. Bir defter ve kurşun kalem alıp gidiyorum peşinden. Odasına giriyoruz. Oturuyorum yanına. Kaleme bakıyor, o silinmez mi, diye soruyor. Hayır silinmez, diyorum. Seksenine merdiven dayamış hafızasının derinliklerinden bir zamanlar üç tellisiyle çalıp söylediği daha önce hiç duymadığım beş altı deyiş dökülüyor. Dedemin Türkçesi yok denecek kadar az. Yazdırdığı deyişlerin hepsi Türkçe. Şaşırıyorum. Bizim dilimizde bildiğin yok mu dede, diye soruyorum. Yok, diyor. Bunların hepsini yıllardır burada saklıyorum, derken titreyen eliyle kafasını tıklatıyor. Çok vardı, hepsi silinip gitti, bir bunlar kaldı, diye ekliyor.
Yirmili yaşlarımın henüz başındayım. Dedemin yazdırdığı deyişler benim için çok fazla şey ifade etmiyor ama onun için o kadar kıymetli ki “Benimle birlikte mezara gitmesin” diyor.
Dedemin deyişlerini bir ajandaya yazmıştım. O ajandayı yirmili yaşlarımın erken döneminde neredeyse doldurmuştum. Neler yazmamıştım ki; şiirler, kısa öyküler, anılar, aforizmatik şeyler… Bir sürü acemice metinler. Elbette o zamanlar benim için acemice değildi. Mavi tükenmez kalemle yazdığım metinleri tekrar tekrar okuyunca benim için olağanüstüydü, neredeyse hepsi. Kendim dışında nadiren okuru olan bu metinlere bakıp “Artık ölsem de benden geriye birkaç satır kalacak işte.” diye düşünüp heyecanlanmıştım. O ajandam artık yok. Ya onlarca ev taşımalarından birinde atılan defter ve kitaplar arasında kaynadı ya da kaybettim bir yerlerde.
Yazma arzusu, içinde okunma arzusunu da barındırır. Ama sadece bu değil. Sanırım insanın mayasında kendinden geriye bir iz bırakma arzusu da var. Bu, entellektüel bir çalışma da olabilir, zanaatsal bir çalışma da. Mağara duvarlarına çizilen resimlere bir de bu gözle bakamaz mıyız? Belki insan(lar) sadece bir iz bırakmak istedi.
Şimdi soru(nu)muza dönelim: Ne kalır bizden geriye? Bir şiir, bir öykü kalır. Belki bir romandan bir satır, bir tablodan bir bakış kalır. Bir filmden bir sahne, bir şarkıdan bir nağme kalır. Bir fotoğraf kalır belki, belki el nakışı bir iş kalır. Ektiğimiz bir tohum nesilden nesile geçer mi, diktiğimiz bir fidan kalır mı? O da kalır. Bir heykel, bir yapı kalır belki. Belki hafızalara kazınmış gülüşümüz kalır, kederli bir duruşumuz, sıkılı yumruğumuz, cıvıltılı sesimiz. Kim bilir daha neler neler kalır. Ama en çok da şairimin dediği kalır:
Ne kalır benden geriye, benden sonrası kalır
Asıl bu kalır.[3]
Not: Bu yazı daha önce Şahsiyet dergisinin 5.sayısında yayımlanmıştır.
[1] Dostoyevski, yirmi yedi yaşındayken Çar rejimi tarafından tehlikeli kabul edilen kitapları toplayan edebiyat grubuna dahil olduğu için tutuklanıp ölüme mahkûm edilir. Önceden planlanmış “infaz” sonrası kardeşi Mikhail’e durumu ve nasıl rahatladığını anlatmak için bir mektup yazar. Alıntı o mektuptan. (Oggito.com, )
[2] Albert Camus, Bilmece, ( )
[3] Edip Cansever, Sonrası Kalır