Öykü nedir? Buna çok farklı yanıtlar verilebilir. Benim için öykü, az kelime ile bir dünya yaratabilme ve okuru bu dünyaya hapsetme becerisidir. Yazım şekli ne olursa olsun, bunu başarabilen bir yazar başarılıdır.
Samanta Schweblin’in ‘Ağızdaki Kuşlar’ isimli kitabı, bu konuda ne kadar başarılı sayılır? Birlikte irdeleyelim.
Kitabın kapağını açıp ilk öyküye başladığınız anda karanlık ve puslu bir dünyaya giriş yaptığınızın farkına varıyorsunuz. Afallıyor, daha önce okuduğunuz öykülerden farklı bir muhteviyata sahip kitaba alışma evresine giriyorsunuz. İnsanları ve çevreyi seçebilmekte güçlük yaşıyorsunuz. Gizemli bir dünyada el yordamıyla geziniyorsunuz. Peki yazar bunu nasıl sağlamış? Cevap: Sembollerle (simge).
Yazar hakkında araştırma yaptığınız zaman, çoğu otoritenin, yazar ile Kafka arasında bir bağ kurduğunu göreceksiniz. Ben iki üç öyküsünden sonra bu bağı nasıl kurduklarını anlayamamıştım. Ta ki ‘Mesut Medeniyete Doğru’ öyküsünü okuyana dek.
Öykü bu şekilde başlıyor. Yazar, okurun zihnine kuşku tohumu ekiyor en baştan. Korkunç bir şeyler olacağını söyleyerek okuru öyküye hazırlıyor. Ve bozuk parası olmadığı için bilet alamayan bir adamı işaret ederek, öyküde tuhaflık hissi oluşturuyor. Enfes bir giriş değil mi?
Kahramanımız Gruner, başkalarıyla tanışıyor ve ertesi gün gardan ayrılacağı inancıyla, o geceyi garda geçiriyor. Ertesi gün bilet alabilmek için parasını bozdurmak istiyor ama bunu başaramıyor. Kimse parasını bozmuyor. Gidecek kimse olmayınca da, tren garda durmuyor. Grumer çaresiz, beklemeye başlıyor. Öyküyü özet geçmek değil amacım. Şuna işaret etmek istiyorum: Okur olarak, bir öyküde mantık aramak yaptığımız en büyük uğraşlardan biri. Grumer’in durumunu okurken, bu mantığı devreden çıkarmanız gerekiyor. Zira yazarımız, öyküyü mantık çerçevesinde işlememiş. Öyle olsaydı eğer, Grumer bir şekilde treni durdururdu ya da bozuk parası olmadığı için trene nasıl binemeyeceğini söyler ve kavga çıkarırdı. Ama ortada bir gariplik var. Grumer hiçbir şekilde normal insanlar gibi davranmıyor. Neden?
Bu soruya cevap vermeden önce bir başka öyküye değinmek istiyorum: ‘Devrim Rüyası’
Bir grup arkadaş, barda son içkilerini almak için ayaklanırlar ama barmen onlara içki vermez. Çünkü bar kapanmak üzeredir. Müşteriler içkilerini almakta kararlıdırlar. Bu sebepten ötürü mekanı boşaltmazlar. Bunun üzerine barmen türlü hilelere başvurur. Normal şartlarda, barın ışıklarının kapanması ve müşterilerin de söylenerek – en fazla tartışma çıkararak- bardan ayrılması gerekir değil mi? Peki neden insan davranışları bu öykülerde olması gerektiği gibi işlemiyor?
Schweblin, insan davranışlarını yeniden şekillendiriyor ve ortaya hazmedilmesi zor bir kara mizah çıkarıyor.
‘Mesut Medeniyete Doğru’ ve ‘Devrim Rüyası’ öykülerinde yazarımız yeni bir davranış biçimi yaratıyor ve her bir davranışa bir anlam yüklüyor. Yani eylemi sembolleştiriyor. Ve öyküsünü bu semboller üzerine inşaa ediyor. Barmen, patronun ya da kapitalist sistemin sembolü oluyor; alınamayan bilet, hayatımızda yapamadığımız köklü değişiklikleri ifade ediyor. Alt metin okumasını şart koşan öyküler, okura görmesi gerekeni anında göstermiyor. Bu sembolleri anlamak biraz da okurun tecrübesine ve algısına bağlı. Yazar, üst tarafta okuru farklı bir durumun içinde boğuştururken, alt tarafta farklı bir amaç güdüyor. Zaten kendisi de bu durumu Flannery O’Connor’ın şu sözleriyle ifade ediyor: “Okur size bakarken onu kıyasıya dövemezsiniz. Dikkatini başka yöne çeker, sonra onu kıyasıya döversiniz ve kendisini neyin çarptığını asla anlamaz”
Sembolik hava, öykülere gizemli bir hava katmış. Bu da okurun diri kalmasını sağlıyor. Oldukça zekice bir yöntem. Peki her öykünün sonunda okur bulanık ve gizemli dünyadan sıyrılıp gerçekliğin berraklığına ulaşıyor mu? Hayır. Bazı sembolleri anlamak çok güç. Hatta imkansız. Yazar, okuru fazla düşünmüyor. Ortaya attığı her sembolü açıklama gereği duymuyor. ‘Kazıcı’ öyküsündeki çukurun neyi simgelediğini bir türlü anlayamadım. Belki kitabı okuyan başka okurlar, bu eksikliği giderirler. Her ne kadar bazı sembolleri anlayamamış olsam da öykülerde garip bir çekicilik vardı benim için. Yazarın yarattığı dünyada var olmak mutlu etti beni.
Schweblin okuru elinde tutmayı çok iyi başarıyor. Gerilimli ve merak uyandırıcı öyküler yaratmış. Kelimeleri süslemeden vermiş okura. Betimleme yok denecek kadar azdı. Sade ve anlaşılır bir dil ile işlemiş öykülerini. Bu demek değildir ki, öyküler basit bir dille yazılmış. Aksine her bir cümle, yazarın okura attığı pençelerden biri. Öykü ilerledikçe üstünüzdeki pençeler de artıyor ve finalde (birkaç öyküsü hariç) son darbeyi yiyorsunuz.
Öykülerdeki karanlık atmosfer zaman zaman çok sertleşiyor. Bir köpeğin ölümüne şahit olduğunuzda afallıyorsunuz. Zihninizde canlanan sahne sizi fazlasıyla rahatsız ediyor ama yazar bu konuyu öylesine ustaca işliyor ki yazara kızamıyorsunuz. Aksine vahşet üstünden yaptığı eleştiri karşısında yazara şapka çıkarıyorsunuz. Kitaba adını veren ‘Ağızdaki Kuşlar’ öyküsünde canlı canlı kuş yiyen bir kız çocuğu ile karşılaşıyorsunuz. O satırları okurken bile mideniz bulanıyor. Fakat derine indiğiniz zaman kuşun aile içi iletişimsizliğin bir sembolü olduğunu fark ediyorsunuz. Yazar, konuyu bu şekilde işleyerek okurda iğrenme duygusu oluşturuyor. Bile isteye hem de. Aile içi iletişimsizlik, birey-çocuk arasındaki çatışma ancak bu denli çarpıcı işlenebilirdi.
Bazı yerlerde kitap hakkında büyülü gerçekçi dendiğini gördüm. Hatta yabancı sitelerde, kitap açıklamasında ‘magical realism’ (büyülü gerçekçilik) yazıyor. Peki bu öyküler büyülü gerçekçi mi? Elbette hayır. Büyülü gerçekçilikte yaratılan dünya nesnel dünyadan farksızdır. Aradaki fark, nesnel dünyaya başka bir dünyadan karakter ya da olay sokmaktır. Örneğin bir hayaletle kahvaltı yaparsınız ya da buzdan bir adam sevgiliniz oluverir. Bu durumda nesnel dünyanın kuralları işler öyküde. Bir tek, farklı dünyadan gelen nesne kendi dünyasının özelliklerini barındırır. Yani buzdan adam sıcağa gittiğinde erir ya da hayalete hiçbir şey işlemez. Schweblin’in öykülerinde böyle bir durum söz konusu değil. Schweblin öykülerini, dış dünyadan izole edilmiş, yeni bir dünyada inşaa ediyor. Aslında bu dünya nesnel dünyadan çok da farklı değil. Sadece, nesnel dünyaya semboller eklenmiş. Kuş, çukur, köpek gibi… Kafka’nın dünyasına çok benzeyen bir dünya olsa da işlenme şekli düşünüldüğünde özgün bir dünya yaratmış yazar.
Peki her öyküsünde sembol kullanmış mı? Hayır. Yazar, farklılıkları da denemiş. Örneğin, ‘Muhafaza Edilenler’ öyküsünde bilim kurguya yaklaşmış; ‘Noel Baba Evimizde Kalıyor’ öyküsünde klasik bir yazım tercih etmiş; ‘Benavides’in Ağız Valizi’ öyküsünde kara mizahın dibine vurmuş. Bu da yazarın deneysel bir kaleme sahip olduğunu gösteriyor. Bu yüzden de yazarın yazma şekli konusunda net bir şey söyleyemiyoruz. Genel kanım, sembolik yazdığı yönünde. Yaptığı farklılıklar da kitaba ayrı bir renk kazandırmış.
Schweblin’in yarattığı karakterlerin iki özelliği var: Endişeli ve korku içinde. Köpeği öldürmek zorunda kalan bir karakterin ya da karısını öldürüp bavula tıkıştıran bir karakterin endişesini duyumsuyoruz. Karakterlerin korkma sebebi ise karşı taraftakilerin tepkileri. Karısının ölüsü karşısında hayranlık duyan insanlar, kuş yiyen kızın babasına karşı son derece saygılı ve olağan davranıyor oluşu karakterleri afallatıyor. Sembollerle, içinde bulunduğumuz yaşamın ne kadar çürümüş olduğunu göstermiş yazar.
Kitabın İngilizce basımında 20 öykü yer alıyor. Türkçe çeviride 18 öykü var. ‘Butterflies’ isimli öyküsü Türkçe’ye çevrilmemiş. Bu durumu çevirmene sorduğumda, kendisine 18 öykü halinde geldiğini belirtti. Çeviri konusunda bir aksilik görmedim. Başarılıydı. ‘Butterflies’ öyküsünü de Türkçe’ye çevirdik. Okumak isteyen olursa iletebilirim.
2017’de Uluslararası Man Booker Ödülü’ne aday gösterilen Samanta Schweblin, yarattığı dünyanın farklılığı, kullandığı sembollerin derinliği ile oldukça başarılı bir iş çıkarmış. Ağızdaki Kuşlar kitabı, öykü severlerin sürekli yanında bulundurmak isteyeceği bir kitap.
“Burada mı yaşıyorsunuz?”
“Çalışıyorum,” dedi, “daha ileride,” diyerek kırların içlerini işaret etti.
“Ne iş yapıyorsunuz?”
Birkaç saniye tereddüt etti, kırlara baktı, sonra şöyle dedi:
“Bizler madenciyiz.”
“Grimm kardeşler ve Franz Kafka, Samanta Schweblin’in kara mizah öykülerinde inşa ettiği alternatif gerçekliğin çatlaklarından kayan, deliklerden aşağı düşen insanlarının Arjantin’ini ziyaret ediyor.” JM Coetzee