Arzu Uçar’dan okuduğum ilk öyküler. “Dış Kapının Mandalı” ile 2015 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nü almış bir yazar halbuki. Bir yazarı ele almadan önce bütün eserlerinin okunması taraftarı olsam da bu defa buna uymayarak, “Bir Küçük Delilik” hakkında bir şeyler yazmak istedim.
Kitap on bir öyküden oluşuyor ve her öyküde gündelik yaşamın, ilişkilerin, toplum normlarının bireyde yarattığı tahribatın sonucunu görüyoruz. Bazen evliliğin, bazen arkadaşının yaptığı eylemin bazen de doğmamış çocuğun ortaya çıkardığı huzursuzlukla karşılaşıyoruz.
Kitaba ismini veren öykü, “Bir Küçük Delilik”. Sürekli ellerini yıkayan, temizlik hastası bir kadının öyküsü. Takıntılı ve beklentilerinin altında ezilmiş, yıpranmış. Öyküde, gelmesi beklenen bir kişi var ve yazar bunu leitmotif olarak kullanmış. Okurun zihninde, “Kim gelecek?” sorusu dönüp duruyor. Bu da okuru öyküye bağlıyor. Öykü ilerledikçe bazı sorulara yanıt bulamıyorsunuz. Mutlaka bir şeyler eksik derken kitabın son öyküsünü okuyunca her şey yerine oturuyor. Birbirine sımsıkı bağlı iki öykü yazmış Uçar. İlkinde bıraktığı soru işaretlerini diğerinde cevaplamış. Bu iki öyküyü son kısımda daha net açıklayabiliriz.
“Korku” taşrada öğretmenlik yapan bir karakterin öyküsü. Öykü, korku duygusu etrafında şekilleniyor. Karakterin neyden ve neden korktuğunu anlayamıyorsunuz başta. Zihnimde, biçimsiz, karanlık canlılar canlandı. Okurun zihnini devreye sokan yazarları seviyorum. Her şeyi vermek yerine, ortaya ufak bir boşluk bırakıp okurdan bu boşluğu doldurmasını isteyen yazarları. Öykünün devamında korkuya mahal veren şeyin köpekler olduğunu öğreniyorsunuz. Yahu insan bir köpekten korkar mı? Yazar isterse, bir karakter sinekten bile ölesiye korkar. Yeter ki bu duyguyu verebilsin. Uçar, karakterin köpeklere karşı korkusunu ustaca işlemiş. İç monologlarla, diyaloglarla sağlamış bunu. “Ali hoca ne düşünmüştür? Canının derdindeyken pek bir şey düşünememiştir. Ya sonra? Okuldaki diğer hocalara, kahvedekilere ne anlatır hakkımda? Bundan sonra nasıl yüz yüze bakarız? Bundan sonra ben insanların yüzüne nasıl bakarım?” Metnin hareketlenmesinde soruların ve göstermelerin payı büyük. Karakterin en yakın arkadaşı Ali’nin başına gelenleri merak ediyorsunuz. Çekişmeler, ihtimaller etrafında dönüyorsunuz karakterle birlikte. Finalinde de cevapsız sorular zihninizde yer ediyor. Okur yine devrede.
“Her Şey Yerli, Herkes Yerinde” oldukça garip bir öyküydü benim için. Birkaç defa okumak zorunda kaldım. Çevresindeki insanların sadece bir mekana ait olduğunu düşünen karakter. Anne evde, baba işte, arkadaşları okulda var olabilir. Onun haricinde var olamaz diye düşünüyor. Örneğin bir tiyatroya gittiğinde, bu insanlar buradaysa, dışarıda kim var, diye düşünüyor. İlginç bir kurgu. “Uzaklaşmalar ve değişen mekanların kalıntıları sadece benim içime yapışıyor diye kendimi özel hissettiğimi sanmayın. Bu izleri onlara da bulaştırabilmek için ne çok uğraştım. Sözgelimi henüz tek başıma otobüse binip semt değiştiremeyecek bir yaştayken başka bir semtteki tiyatroya gittim: Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç. Bileti alıp insan kalabalığının içine oturduğumda şaştım herkese. Aileler, arkadaş grupları, sevgililer, o gündüz aydınlığında dışarıdaki yığından kopup nasıl gelebilmişlerdi buraya. Onlar buradaysa, dışarıda kim vardı şimdi? Peki farkındalar mıydı, buradaki varlığımı sadece benim bildiğimi?”
Sırada benim en çok sevdiğim öykü var: “Bedduası Tavşanın”. Öykünün ismi de farklı. “Tavşanın Bedduası” değil, “Bedduası Tavşanın”. Bir insan çok sinirlendiği bir anda işlemediği cinayeti gece uzun uzun düşündükten sonra işler mi? İçine dert olduysa, ciğerini kemiren şeye engel olamadıysa, e biraz da içtiyse işler. Kurguyu inandırıcı kılmak oldukça önemli. Okur başka ne arar ki bir öyküde. Yazılanlara inanmak. Hiç olmayacak bir şeyi bile kabul etmek. Uçar, bunu çok iyi başarmış. Okuru ikna etmiş.
Karakterimiz, filozof gibi düşünen ve içinde bulunduğu durumdan muzdarip biri. Hem hayvanları çok seviyor hem de öldürdüğü hayvanlarla poz verecek kadar değişebiliyor. Zıtlıklarla örülü bir karakter. En çok neyini sevdim öykünün? Yazım şeklini. Örgüsünü. Klasik tarzda yazılmış öykünün işlenişi çok başarılıydı.
“Diyelim Ki Ben Madonna’yım” öyküsünde anne babasını yitirmiş bir kız çocuğunun popstar olma hayalleri yer alıyor. Babasının hayaleti ile konuşan karakter, hayalleriyle yaşıyor. Okulda, evde sürekli şarkılar söylüyor, hayranlarına el sallıyor. Kafeste ölen kuş için çabalıyor ama herkes kuşun ölümünü kabullenmiş, yeni bir tanesini alma planları yapıyor. Bütün bunların arasında karakter tacize uğruyor. Simgeyle bezenmiş öykü, savunmasız ve hayalleriyle yaşayan bir kız çocuğunun başına gelenleri anlatıyor. Öyküde erkek despotluğu da alttan kendini hissettiriyor.
“Bir Aşk Meselesi” başkasının -kuzeninin- kocasına aşık bir kadının öyküsü. Kadın içten içe adamın kendini sevmediğini ve bir gün gideceğini düşünüyor. Bu durumdan kurtulmak için adamı zihninden kovmanın derdine düşüyor. Bunu başaramadıkça da kendine kızıyor. Arada kendine olan söylemlerinin şiddeti artıyor. Yaptığı şeyin kötülüğünün farkında ama… Adamdan kurtulmanın yolunu buluyor sonunda. Ve planı işlemeye başlıyor. Neticede istenen şey sağlansa da olan kahramanımıza oluyor.
Öyküde, ilişkilerin insanı ne derece yıprattığı, ilişkileri idame ettirebilmek için insanın kendinden neler verebileceği oldukça metaforik bir dille işlenmiş.
“Vatan Haini“ öyküsünde askere gitmemiş bir karakterin yaşadıkları yer alıyor. Toplum tarafından vatan haini ilan edilen. “Asıl sorun, amcamla farklı dünyalarda yaşıyor olmamız değil. Benim, tamamen yanlış anlaşılmalar sonucu bulunduğum çevrenin gözünde bir hain haline gelmem. Babama kalırsa ben zaten çocukluğumdan beri hesapçılığım, ispiyonculuğum e savunmasız canlılara yönelik gaddarlığımdan ötürü hainmişim. Ama bu hainliği vatanı hedef alarak yaşatmaya başlamam… Sanırım bu kabul edilemezdi.”
Öykünün derinine indikçe, toplum-birey çatışmasını buluyor, doğru kabul edilen kavramların aslında ne denli yanlış olabileceğini idrak ediyoruz. Ölüm korkusu, vatana ihanet kavramından daha gerçekçidir. Yaşanacak aşklar, maceralar, bundan daha değerlidir. Diyor karakterimiz.
“Orta Yaş Oyunu” zorlandığım bir diğer öykü oldu. Anlatıcı bakımından oldukça farklı olan öyküde karakterlerden biri de üçlü koltuktu. Aynaya baktığı zaman kendini beğenmeyen bir kadının, kendini böyle beğenen erkekle olan oyunu. Oyunda bazı kurallar var; kimse birbiri hakkında fazla bilgiye sahip olamaz. Fakat zamanla bu kural aşınıyor ve bazı şeyler ortaya dökülüyor. Peki oyun bitiyor mu?
“Küçük Prensin Büyük Acıları” öyküsü siyasi zemine oturtulmuş bir öyküydü. Asker olan babasının yaptıkları, gençlerin birbirini öldürmesi, babasının ölümü, ölümünden sonra yaşadıkları oldukça etkili bir şekilde işlenmiş. “Ben hayatım boyunca ölümleri seyredip durdum. Çocukların ve ağaçların ölümlerini. Çocuklar ölürken ağaçlar mutlaka yanar ya da tam tersi. Babam vurur, annem temiz çarşaflar sere misafir odasına. Bense merhamet eder ve sızlanırım. Eyleme geçtiğimde ise erkenden salıverirler beni.”
Baba, otoritenin simgesi. Kendine ait gezegeninde tahtına oturup çocukları öldüren. Çocuk, babasını yok edince otoriteyi de yok edeceğini düşünüyor. Fakat olayın çok daha büyük olduğunu idrak ediyor. Otoriteyi yok ederken, sen de otoritenin bir parçası haline dönüşürsün ve yok olursun.
“Ophelia’nın Beklenen Doğumu” çocuk sahibi olmak isteyen bir çiftin öyküsü. Parka gidip çocukları izleyen ve doğacak çocuklarının neye benzeyeceğini hayal eden. Çocuklarının ismi, oyun oynayacağı park, yaşayacağı yer bile hazır. Öyküde toplum eleştirisi alttan kendini hissettiriyor, ayrıca metinlerarasılık dikkat çekiyor. “Fırat’a yakın Kerbela diye bir yer vardır. Çölün ortasında tek başına kuru bir ağaç dikili durur. Çok uzaklardan görülebilir.” “Bir martıyım ben! … Yavrum için duyduğum sürekli korku…” “Artık binlerce yüzyıldır yeryüzü tek bir calı varlık taşımıyor üzerinde ve bu zavallı ay boşu boşuna yakıyor fenerini.” “Göksel yataktan bıkar şehvet,/ Yanımda yatan ışıl ışıl bir melek olsa da./ Bıkar ve leş aramaya çıkar sonunda.” “En temkinli genç kız bile güzelliğini açıp yalnız gökteki aya gösterse yeterince tedbirsizlik etmiş sayılır!” Kerbela, Martı, Hamlet… Öyküyü okurken, kendinizi bir tiyatro izliyor gibi hissediyorsunuz.
Geldik son öyküye. “A Noktasından Yusuf’un Kuyusuna” İlk öyküdeki kadın karakterin kocasını görüyoruz öyküde. Öykü boyunca, Leyla’yı da düşünerek, bir bütünü tamamlamanın peşine düşüyoruz. Birlikte olmaya başladıklarında birbirlerinin farklılıklarını göremeyen, zamanla bu farklılıklar dolayısıyla birbirlerinden uzaklaşan bir çiftin açık kalan kısmını irdelemiş Uçar.
“Ben bazen ölüyorum. Belki size de oluyordur. Öyle kıpırtısız, nefessiz kalmak gibi değil. Sırtından göğsüne bir ilmek atıyorum hayatın. Önce delmek, sonra sağlamlaştırmak için kendimi.” diye başlıyor öykü.
Karakterimiz, sinema aşığı biri. Etrafına topladığı insanlara Tarkovski’den, Bergman’dan bahsediyor. Leyla, başlarda sevmiş olsa da zamanla bu durumdan sıkılıyor. Halbuki tanrıymış gibi davranıyordu eşine. Eşini kaybetmemek adına tanrıça rolü yapıyordu. Yapmacık eylemlerde bulunuyordu.
A noktası denilen başlangıçtan, kuyulara düşüşün öyküsü bu. Evliliğin bir çifti nasıl mahvettiğinin.
“Bir Küçük Delilik” benim için okuması son derece keyifli bir kitaptı. Metnin içinde dolaşmak, kimi zaman sert zeminlere çarpmak, kimi zaman da öykünün yumuşak karınlarına dokunmak güzeldi. Elbette eksik yazdığım, yanlış okuduğum ve derinine inemediğim öyküler olmuştur. Bunun için yazardan özür diliyor, herkese iyi okumalar diliyorum.