Gamze Arslan ile 2017’de, “Çerçialan” kitabı ile tanıştım. “ 2016 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü ”nü alması da etkendi buna.
İncecik bir kitaptı ‘Çerçialan’. Başlamamla bitirmem bir olmuştu. Ama öyküler zihnimde öyle hemen bitmemişti. Okuru, ilk öyküden son öyküye kadar, farkını gösteren bir dünya ile sarmalıyordu kitap. Kocasını kesen ve farelere yediren kadın, ineğe âşık olan çerçi ve ineği kıskanan sahibi, heykele dönüşen âşık, kırk bin geyikli derviş, kaybolmuş kesik parmak… Günümüz yazarlarının çoğunun yarattığı gerçekçilikten farklıydı Arslan’ın yaptığı. Ve bu, bütün gerçekliklerden daha gerçekti. Şu an zihnimde yer alıyorlarsa hala, budur sebebi.
Öykücülüğü bir üst seviyeye çıkaracak odanın anahtarını tutan bir yazar Gamze Arslan.
Arslan, toplumsal konuları işlemiş ‘Kanayak’ta ama bunu klasik bir yöntemle yapmamış. Büyülü gerçekçilik ile simgesel aktarımın karışımı bir dünya bu. Gerçek olmayan ile gerçeğin yansıtıldığı, toplumcu yazının çoktan tarihe karıştığı edebiyat dünyasında, bir yazarın seçebileceği en akıllıca yol.
Arslan’ın karakterleri delilik çizgisi üstünde gidip geliyor. Ne yaşama tam tutunabilmiş ne de yaşamdan tamamen kopmuş, yaşamla alay eden ama bir o kadar da ezilmiş ve hırpalanmış karakterler. Kenara itilmiş, hor görülmüş… Arslan, her kesimden karaktere yer veriyor öykülerinde. Kimi öyküsünde şehirli bir insanla, kimi öyküsünde de ücra mezradaki bir köylüyle karşılaşabiliyor okur. Bu da yazarın toplumu ne kadar iyi irdelediğinin ve benimsediğinin göstergesi.
Rahat okunsa da rahat hazmedilmeyen bir kitap “Kanayak”. On üç öykü de birer demir bilye. Zor yutulan. Çağımızın resmini kemikle, kanla, sinirle çizmiş Arslan. Ümitsiz bir şekilde yapmamış bunu. Kanayak taze olsa da bir umut her daim vardır, diyor yazar. Çürümüşlüğün, kokuşmuşluğun içinden nasıl sıyrılacağımıza da işaret ediyor.
Peki, yazar neler yazmış? Elimden geldiğince aktarmaya çalışacağım.
“Manıklar”, toplumsal çöküşün, çocuk tecavüzleri ve cinayetlerinin işlendiği bir öykü. İlk kitabındaki “Küf Kokusu Olmalı İnsanda” öyküsüne benzettim açıkçası. Yaratılan dünya ve karakter anlamında elbette. İşlenen konu farklıydı. Öyküdeki Sütleğen karakterine kızıyoruz önce. Ama yaptığı şeyin amacını öğrenince içimizdeki kızgınlık, yerini derin bir acıma hissine bırakıyor. Bir yazar, yazdıkları ile okuru farklı duygulara sokabiliyorsa başarılıdır. Bu öyküde farklı duygular yaşadım okurken. “Ölüm, soluk yokluğundan öte bir şeydi ona göre. Kimsenin uğramadığı bu kasabada kız çocukları erkenden evlendirilmek için büyütülüyor, hayvan beceren adamların yatağına teslim ediliyordu.” Bu kısım öykünün özeti mahiyetinde. Okuru ele geçiren, zekice kurgulanmış, gerilimi ve merak duygusu yüksek bir öykü.
“Ben Evlat, Kız Evlat!” isimli öyküsü simgesel bir öykü. Schweblin’in “Ağızdaki Kuşlar”ındaki öyküleri anımsattı bana. Arslan’ın birkaç öyküsü bu yazım şekline fazlasıyla hizmet ediyor. Sanırım Arslan’ın etkilendiği bir yazar Schweblin. Elbette bir tahmin benimkisi. Öyküde, anne sözü dinlemeyen kız çocuğunun saçlarından süzülen su, kahramanın hayatının simgesiydi. Kısacık ama çarpıcı bir öykü. Pişmanlıkların, acının, hüznün, yalnızlığın öyküsü.
“Çarpmanın Sesiyle” öyküsünde kaza geçiren bir kadının zihninden geçenleri okuyoruz. Eşcinsel eğilimi fark edildiği anda evlendirilen bir kadın bu. Kaza anında bile evdeki işleri ve kocasını düşünmek zorunda hisseden, hayata karşı korkak kararlar almış, yapamadığı bütün kaçışları ölüm anı yaklaşırken düşünen ama bir yandan da gerçekçilikten kopamayan bir kadın. Kısacası, ev işi yapıp çocuk bakmak zorunda bırakılan tüm kadınların öyküsü bu. Eşcinselliğin bir hastalık olarak görülmesini de eleştiriyor yazar. Günümüzde, toplumdan kaçarak yaşayan ya da cinsel tercihini derinlere saklayanların da öyküsü ayrıca.
”Beklemek Çürütür”, “Etin bir bildiği var, beklemek çürütür.” diye başlıyor öykü. Kırsalda büyümüş, yaptığı bir hata sonucu babasının sol tarafını kaynar suyla haşladığı, ömrü boyunca bu yanık iziyle yaşamak zorunda kalan bir çocuk. Kargalardan intikam alıyor kendince. Ve yirmi yıl sonra bir karga ile karşılaşıyor. Köy ağzının oldukça başarılı işlendiği bir öykü. Yine zekice bir kurgu ile okuru ele geçirmeyi başarıyor yazar.
“Hamra Beyoğlu’nun Kıyafetleri” isimli öykü, kıyafetler üstünden işlenmiş bir öykü. Yanlışlıkla yıllarca mahkûm edilmiş siyasi suçluların, adam öldürenlerin, yaralayanların kıyafetleri bu öykünün kahramanları. 80 darbesi neticesinde boşu boşuna yıkılan, dağılan, kül olan hayatlar. Kıyafetlerin statü belirlediği bir toplumda, her şeyi netleştiren bir öykü olmuş.
“Kız Sen Kilo Mu Aldın?”da eşi ölen bir adamın yaşadıkları var öyküde ama hüzünlü değil eş, daha çok delirmiş gibi. Halanın durumu da vahimdi.
“O Bir Ağaçtır Ki Cehennemin Dibinde Çıkar” isimli öyküsü ise en uzun öykülerinden biriydi. Tiyatro metni şeklinde yazılmış öyküde biraz zorlandım. – Bu kitabın bazı öykülerinde zorlandım açıkçası. Simgelerin çokluğu, oluşturulan dünyanın farklılığı öyküye adapte olmamı zorlaştırdı. İkinci kez okudum öyküleri. Hâlâ da eksik kalan kısımlar olduğunu düşünüyorum.– Öyküyü irdelemeden önce şu şiiri okumakta fayda var.
GÖRÜLMEMİŞ BİR ÇİÇEK AÇMA
Haykırmak istiyordu – daha fazla dayanamayacaktı.
Sesini duyabilecek kimse yoktu orada;
kimse duymak istemiyordu. Kendisi de korkuyordu sesinden,
içinde boğuyordu sesini. Patlamak üzereydi susuşu. Birden,
havaya uçtu gövdesinin parçaları.
Özenle, sessizce toplayacaktı bu parçaları,
hepsini bir bir yerlerine yerleştirecekti delikleri kapamak için.
Ve rasgele bir gelincik, bir sarı zambak bulursa,
onları da toplayacak,
kendisinin bir parçasıymış gibi gövdesine yapıştıracaktı –
böyleydi, delik deşik, görülmemiş bir şekilde çiçek açıyordu işte.
Çeviren: Cevat Çapan
Eşleri, sevgilileri ya da herhangi bir erkek tarafından öldürülen kadınların öyküsü bu. Yasemin’in, Açelya’nın, Reyhan’ın… Ama hepsi çiçeklere bezenmiş halde yeniden yaşıyor. Yaşatılıyor. Her birinden birer parça aramızda, zihnimizde. Enseste kurban giden kadınlar… Babası tarafından öldürülen kadınlar… Gece yalnız, mini eteğiyle yürüdü diye tecavüze uğrayıp öldürülen kadınlar… Tek kişilik bir tiyatroydu öykü. Acıklı ve kin dolu…
“Teyelleme” ise en sevdiğim öykülerden biri oldu. Beden parçalarını birbirine teyellemek… Ve bunu bir metafor haline dönüştürmek. Kanın, vahşetin bu denli naif işlenmesi… Zaten Arslan’ın öykülerinin genelinde bir naiflik var. İğrenç bir sahneyi bile irrite etmeden aktarıyor okura. Fakat bunu çarpıcı bir şekilde yapıyor. Bu öyküsü de oldukça çarpıcıydı. Mesleği, kopmuş uzuvları birbirine dikmek olan bir adam… Öykü kurgusu muazzamdı. Uzatmadan, okuru elinde tutmayı başararak işlenmiş bir öykü. Finalinde gözlerimin açıldığını fark ettim. Sahi, insan sökmeyi bilir misiniz?
“Tavşan Kemiği”ndeki köprü simgesi… “Bizim ailemiz gibi bu oğlum. Demirleri çürük, altından akan su cılız ama bak sıkıca kenetlenmiş yükseliyor burada.” Dağılmış, çürümüş bir aile… Aile içindeki tutarsızlıklar, haksızlıklar… İnsanın, ailesine karşı bile tetikte olması gerektiğine işaret ediyor öykü. Çünkü insan bu dünyada tek başınadır, demek istiyor yazar. Ama bunu okurun gözüne soka soka değil, alttan alta, yarattığı dünyanın büyüsüyle veriyor.
Arslan, her okuyanın farklı bir hisse kapılacağı, farklı kapılara çıkan yollar sunuyor okura.
“Katı ve Dİsiplinli Bir Organ” öyküsü ise bir kadın üreme organının öyküsü. Evet, bir vajinanın öyküsü. Kadını bu düzende en çok yıpratan organ belki de. Ama bir o kadar kadına ve yaşama ait olan. Bir kadından koparılan üreme organının başından geçenleri okuyoruz. Katil olmak isteyen bir kadın üreme organı.
“… bedenime benim rızam dışında hükmedildi. Defalarca.” “Penis diyorum çünkü ben bir organım, üreme organı ve sizin ona taktığınız binlerce isimden haberdar olmakla birlikte kendi dünyamın kelimeleriyle hitap ediyorum ona. Sanılmasın ki sadece üremeye dayalı cinsellikle kaldı bu hırpalanmalar. Üreme diyorum yine çünkü haz denen duyguyu tadan ortan bilinenin aksine ben değilim, ben sabit bir şekilde yerinde asılı duran ve sistem içinde kendi yerini sürekli sorgulayan organım. Hakaretler, yaşatılan stresler, uygulanan baskılar ve şiddetler, hayal kırıkları, sıkıntılar, özlemler ve korkular bugün beni bu hale getirdi.”
Şimdi daha iyi anlıyoruz, üreme organının neden katil olmak istediğini. Kadının toplumdaki yerini irdeleyen, cinselliğin sadece zevk amaçlı olmadığını gösteren, ironik bir öykü.
“Tamam Şimdi Buldum” isimli öyküde annesinin beyninden bir parçayla yaşayan bir karakter anlatılıyor. Delirmiş bir karakter bu. Ölen insanlardan kendine hatıra alan ve bu işi bir oyun haline getirmiş biri. Kiminden altın diş, kiminden bir tutam saç alıyor karakter. En son, annesinin beyninden koparılmış bir parça beyni saklıyor. “İnsan anı üreten makine.” diyor Arslan. Karakterimizin amacı da kendine bir anı yaratmak. Aile içi yaşanan şiddeti semaver üstünden vermek akıllıcaydı. Zaten Arslan’ın yaptığı bu oyunlar beni her daim mutlu ediyor. Bir okur olarak, klasik yazımın ötesinde koşan öyküleri kovalamak, zaman zaman beni yorsa da, inanılmaz keyifli bir iş.
İronik, simgesel, büyülü dünyalar.
“Eteğinin Altında Dünya Var”da kahramanımız bir fabrika bu defa. İşçilerin haklarını gözeten, kalantorlara dersini veren bir fabrika. Kapital sistemin aşkları nasıl yok ettiğini, insanın para için neler yapabileceğini gösteren bir öykü.
Geldik son öyküye. “Eğe” öyküsü. Diğerlerinden farklıydı bu öykü. Bir masaldı. Yaratılış masalı. Daha doğrusu yeniden yaratılış masalı. Hiçbir şeyin değişmeyeceğini, insanoğlunun hep aynı hataları yapacağını gösteren bir masaldı. Distopya da diyebiliriz aslında buna. Bu öykünün sona konması da zekice. Önceki öykülerde anlatılan bütün kötülüklerin kaynağını gösteriyor bu öykü. “Dünya yine bir tek sana ait.” diye bitiyor öykü. Ne yazık ki! Dünya bir tek insana ait olarak görülüyor. Yaşamasını beceremeyen, birbirini ve doğayı katleden insana.
Sözlerimi toplamak gerekirse; okumaktan zevk aldığım, bol katmanlı okunabilen, büyülü gerçekçi, simgelerle bezenmiş bir dünya yaratmış Gamze. Kendisinden beklediğim güzellikteki kitabı okumamızı sağladığı için teşekkür ediyor, ileride bolca kitabını okumayı ümit ediyorum.
“Kanımızı yitirene kadar evet
Anıların sözcükleri yitirene kadar
Ancak söylerim şimdi yok
O son bombardımanda yok
O yer çukurda başka bir şey kalmadı yok
O ruh içinde kalmadı yok
Beyrut yok”
Mahmud Derviş, Beyrut Kasidesi
Hakan Bey yazınızdaki “Gerçek olmayan ile gerçeğin yansıtıldığı, toplumcu yazının çoktan tarihe karıştığı edebiyat dünyasında, bir yazarın seçebileceği en akıllıca yol.” ifadenize dayanarak iki sorum olacak. İlki, edebiyat dünyasında toplumcu yazının tarihe karıştığına hem de bunun çoktan gerçekleştiğine nasıl hüküm verebiliyorsunuz? İkincisi, yine belirttiğiniz “en akıllıca yol” kim tarafından belirlenmiş?
Merhabalar Hatice Hanım. Elimden geldiğince sorularınıza yanıt vermek isterim. İkinci sorunuzun cevabı çok kolay aslında. Bu yöntemin en akıllıca yöntem olduğunu ben düşünüyorum. Tasdikli bir akıllılık değil elbette. İlk sorunuza yanıtım ise şöyle olacak: Toplumu anlatmak için toplumcu yazmaya gerek yoktur. Klasik edebiyat buradaki kastım. Gerçeği olduğu gibi aktarmak.
Bu kitabı okuduysanız, içinde bir dünya toplumsal kaygıların ve eleştirilerin olduğunu görürsünüz. Ama yazar, bu konuları toplumcu yazarların yaptığı gibi ele almamış. Klasik bir yöntemle aktarmamış. Demek istediğim şey buydu aslında. Yazdığımız bir yazı topluma hizmet etmiyorsa çöptür benim için. Toplumsal konuları yazmak için farklı yöntemler deneniyor ve denenmeli de. Bütün bu yazdıklarım kendi düşüncelerim. Edebiyatta, hele ki son yıllarda, çok farklı sesler çıkıyor. Bir mutabakat yok ortada. Umarım kendimi anlatabilmiş ve polifonik ortama bir katkı sağlayabilmişimdir. Teşekkürler.
Ben teşekkür ederim Hakan Bey zaman ayırıp cevap yazdığınız için.