-Ataol Behramoğlu-
“Aşk tek kişiliktir; ikinci kişiye bilet yoktur.
-Yılmaz Odabaşı-
Aşka atfedilen veya ona vehmedilen her şey, temelde bir kişinin ya da karşılıklı kişilerin eylemlerinin bir tür verimi olarak anlaşılmaktadır. Elbette bu yazının kapsamında yapılan değerlendirmeler, aşkın bilumum çehrelerinden, giydiği kıyafetlerden, toplumsal kimi örüntülerin ona atfettiği anlamlardan öte, salt insanın insana duyduğu en kesif duyguyu çevrelemektedir. Yukarıdaki epigraflar -öyle sanıyorum ki- işte bu girizgâhın ve aşka dair söz söyleme külfetinin çıktılarından olup üzerine düşünmekte olduğum eserin meramını anlatmada bir altlık oluşturacaktır. Behramoğlu, aşkı iki kişinin meydana getirip büyüttüğü bir eylem olarak görürken, Odabaşı, adeta Behramoğlu’na gönderme yaparak o aşk vagonunda ikinci kişiye bilet olmayacağını dolayısıyla aşkın tek başına bireyin yaratımı olduğunu ima etmektedir. Bu iki şairden başkaca da aşkı tanımlama çabası içine girmiş nice dizeler, sözler pek tabii ki olagelmiştir. Buradaki temel ayrım, aşk denilen olgunun imgelemde ne tür bir kavramsal yolculuğa çıktığıdır. Hakan Dölgen, Çember’de, Odabaşı’nın zikrettiği aşkın tek kişilik bir eylem olduğu kavrayışından el alarak, Behramoğlu’nun iki kişilik vurgusuyla harmanlayıp “Aşk bir kişiliktir, iki kişiyle inşa edilen…” pratiğine yaslamaktadır.
Mimarlık camiasında nitelikli proje üretimleri ve ödüllü tasarımları ile tanınan ve ilk yazınsal ürününü ömrün olgun yıllarına taşıyan mimar Hakan Dölgen’in Çember isimli kitabı yıl içinde (Mart 2020) Ceres Yayınları etiketi ile yayınlandı. “Mimarlık” mesleğini (Evet, bu bir meslektir ve çoğu mimarın içine düştüğü hezeyan üzre Tanrısal bir işlevi yoktur) daha ilk sayfalardan bu metnin içine sızdırmamın sebebi, Dölgen’in kitabının temel enstrümanı olan aşk duygusunun ayaklarını, mimarlık ve ona özgü terminoloji ile tahkim etmesindendir. Bu romanın veya günlüğün (belki de fragmanların) ortasında iki mimar-akademisyen karakter yer almaktadır. Birinci tekil şahsın dilinden anlatılan romanın anlatıcısı erkek kişidir, belki de Dölgen’in kendisidir. Zira kitapta, yazılanların kendi güncesi olduğuna dair birçok ifadeye yer vermektedir. Arka kapakta söz gelimi, “Ve bir günceyi okumaya davet bu kitap. Senin, benim, onun hayatına bir bakış. Aşka, kadına, erkeğe dair yazılmış kurgusu olmayan çıplak, dürüst ve şeffaf bir günlük.” Diğer önemli karakter ise başka bir şehirde yaşayan evli-çocuklu entelektüel bir kadındır. Günlüğün esas meselesi ise bu iki insanın, herkesten gizli tutmaya çalıştıkları, sürekli gel-gitleri olan, ayrılık ve kavuşmayla kendini yeniden üreten ve toplumun damgaladığı şekliyle “yasak” ilişkileridir.
Hakan Dölgen’in Çember’i, bir iç döküş refleksi ile yola revan olmuş, süreç içerisinde kurgusal bir metne öykünme çabasına soyunmuş, insan ruhunun gerilimlerinden, çelişkilerinden, eksikliğinden, karmaşasından beslenen ve bütün bu soylu sıkıntıların ara kesitinde bir mutlu anı kovalayan dramatik bir çıkışsızlığın hikâyesidir. Karakterlerine isimleriyle seslenmemektedir. Bu yüzden kadın karaktere “sen” olarak seslenen erkek anlatıcı, sürekli ona gönül koymakta, yollarını gözlemekte, beraber geçirdikleri saadet günlerini yâd etmekte ve Baudelaire’in “Kötü Keşiş” şiirindeki ruh haline öykünerek “Ruhum bir mezardır (“Mon âme est un tombeau”, Le Mauvais Moine) şarkısını terennüm etmekte; kavuşma anı gelip çattığında tüm o kırgınlıklar yerini “güzel vakitler”e evirmektedir. Gel gör ki, bir süre sonra, belki bir saat, bir gün, bir hafta; çember yeniden kendini çevirmeye başlamaktadır. Her dönüşünde yarıçapı küçülen ve kendi içine doğru kapanan bu ilişki, geçen her günün buhranlı koridorlarına mahkûm olmaktadır. Zira zemini oldukça güvensiz bir toprak parçasında görkemli bir yapı tasarıma soyunan Mimar, ışığın ve gölgenin sunağında inşa ettiği aşkın en küçük bir sarsıntıda göçeceği şüphesi ile yaşamaktadır. Ondan ya! Sürekli sevdiği kadınına “Sakın düşünme seni düşünmediğimi” diyerek hasta güller fırlatmaktadır. Çünkü sevilen kadın bir başkasınındır da. İşte bu yüzden, Çember’in lambasının yandığı oda kentin gözde muhitinin gecekondusudur.
“Bu romanda kurgu yok, öyleyse bu bir roman değil”, demek haksızlık olacaktır. Çünkü gün günden öte büyüyen yokluğun ve sayfalar aktıkça damıtılan kezzabın tadı okurun dimağına yerleşmektedir. Gelmeyen telefon, geçmeyen mide bulantısı, doğmayan güneş ve pencere pervazından içeri sızan rüzgâr… “Acaba şimdi nerede? Ne yapmakta? Beni ne kadar düşünmektedir?” hezeyanları ile geçirilen bir ömür törpüsü. Çünkü planlar, kesitler, görünüşler, diyagramlar, maketler, cephe tasarımları arasına sızan ve her çizginin kılcal boşluğuna girmeyi başaran bir kadının öyküsü anıtsal bir mimari yapıdan farksızdır. Dölgen, bütün açık yüreklilik ile ortaya şunu koymaktadır: Bu salt benim hikâyem ve ben ezilen kalbimi ifşa ediyorum. Zaten çatısı örtülmemiş bu korunmasız aşkı “Anlaşmalı bir mutlulukla, mutsuzluğa adım attık” olarak tarif etmektedir.
Çember esaslı bir itirafın romanıdır. İhtimal ki sona doğru yaklaşmış olmanın hezeyanıyla boğuşan bir mimarın günlüğüdür. Her telefon konuşmasında, her sokak buluşmasında, her tutkulu sevişmenin şafağında, kadının bir biçimde onu vazgeçişin kıyısına getirmek adına tahrik etmesi, “Adam olsaydın da beni bıraksaydın” demesi, buna rağmen Mimar-Kahraman-Hakan Dölgen veya güncedeki adam “Şemsiye yağmurdan korunmak için değil, gökyüzünü hatırlamak içindir” naifliğindedir. Öyle ki her gün traş oluyor, evi temizliyor, sevdiğinin hoşlandığı şeyleri alıyor, beraber söylenen şarkıları hazır tutuyor ve yürünen yolları dünyanın en güzel meydanlarına çıkaran bir kent plancısına dönüşüyor.
Her şeyin sonunda, çember kendini çevirdikçe, Mimar’ın gözünde değişmeyen bir şey vardır: “Biliyorum, ben tanrının gücüne bile haiz olsam yerim en fazla ikincilik. Belki üçüncülük.” Yani Dölgen’in güncelerinde yerini birinciliğe mıhlamak isteyen ancak günün sonunda beraber oturulan bankların, kaçırılan trenlerin ve alışılmaya mahkûm bırakılmış yalnızlıkların mimarisi, kentin ve kalbin diline hâkim olmaktadır. “Onu seçtin. Ben onu seçtiğini bilmeme rağmen senin için bir kitap yazmaya çalışacak kadar aptal çıktım” diyecek kadar kendiyle barışık bir kahraman portresi var Çember’de.
Son tahlilde, Çember, yazarın duygu dünyasına özgü karalanmış metinler olarak görülebilir ve bu yaklaşıma özgü olarak kitabın edebi değeri üzerine kaygılar güdülebilir. Kendini anlatmanın, başından geçenleri kaleme almanın, yazarı, edebiyatın periferisinde yer alan duygulanımcılık tuzağına çektiği düşünülebilir. Ancak, acele edilmemeli ve bence bu kitaba bu anlamda bir şans verilmeli. “Bugün yazışmayalı 123, konuşmayalı 130, görüşmeyeli 185, sevişmeyeli 186 gün; acın başlayalı asırlar oldu. Dalgalar kıyılara vurmaya devam ediyor. Kırlangıçlar aynı telaşlı uçuşunda. Yoksun…”
Çember’in Tanrı’sı, Çember’in dışına itilmiş bir aşk eylemcisidir.