Realizmin önemli temsilcilerinden olan İrlandalı yazar James Joyce (d. 2 Şubat 1882, Dublin, İrlanda – ö. 13 Ocak 1941, Zürih, İsviçre) bir Cizvit okulunda (sonradan Katolikliği reddettmiştir) ve Dublin’deki University College’da eğitim görmüş, Trieste ve Zürih’te geçirdiği yıllardan sonra 1902’de asıl evi olacak Paris’e taşınmıştır. Hayatı boyunca maddi sıkıntılar, kronik göz hastalıkları, sansür sorunları ve kızının rahatsızlığı sebebiyle zor dönemler geçirmiştir. “Dublinliler” öykü derlemesi ve “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi” (1916) adlı otobiyografik romanı, anlatımının güçlü örneklerindendir. Aralarında Ezra Pound, Sylvia Beach ve Harriet Shaw Weaver’ın bulunduğu dostlarından ve destekçilerinden aldığı maddi yardımla yedi yılını, sıklıkla 20. yüzyılın en büyük İngilizce romanı olarak kabul edilen başyapıtı Ulysses’i yazmakla geçirmiştir. Bu kitabı başlangıçta ABD ve İngiltere tarafıdan yasaklanmışsa da 1922‘de Paris‘te Sylvia Beach tarafından yayınlanmıştır. 1939’da karmaşık ve zorlu diliyle ünlü Finnegans Wake eserini tamamlamıştır.
“Ölüler” James Joyce’un on beş öyküsünü içeren ve ilk basımı 1914’de Londra’da yapılan “Dublinliler” hikâye kitabının en son ve en uzun hikâyesidir. 15.952 kelimelik bir kısa roman olarak da tanımlanır. Üçüncü şahıs bakış açısıyla yazılmış olup, anlatım genellikle hikâyenin baş kahramanı Gabriel Conroy’un dünya görüşünü yansıtır.
Olaylar Dublin’de geleneksel bir yılbaşı yemeği sırasında geçer. Bu davet, Morkan Kardeşler; Gabriel’in Teyzeleri Kate ve Julie ile onların yeğeni Mary Jane tarafından düzenlenmektedir. Morkan’ların en çok sevdikleri yeğenleri olan Gabriel, davet boyunca entelektüel duruşu ve kibirli tavırlarıyla dikkat çektiğini düşünürken, gece ilerledikçe kendisini sosyal açıdan izole ve yetersiz hissetmeye başlar. Gecenin sonunda, karısı Gretta’nın itirafı sonrası yaşadığı “epifani” anında, hayatının birçok alanında karısının duygularını ve kendi deneyimlerini yeterince ciddiye almadığını fark eder. Ayrıca, ölümlülükle doğrudan yüzleşmemiş olmasının, onun üstünlük kompleksine ve muhafazakâr yapısına katkıda bulunduğunu anlar.
Ölüm temasının en yoğun hissedildiği an, hikâyenin sonunda Gretta’nın itirafta bulunduğu bölümdür. Eşinin açıkladığı sırla birlikte kendi yaşamının silik ve anlamsız bir sona doğru ilerlediğini fark eden Gabriel, herkesin birer birer gölgeye dönüşeceğini düşünerek, öteki dünyaya cesurca, bir tutkunun bütün görkemiyle gitmenin, yaşlanarak kasvetle solup çürümekten daha iyi olduğunu hisseder.
Diğer yandan yazar, sıklıkla “nostalji” temasını işler. Gretta geçmişine takılıp kalırken, Gabriel eşiyle olan ilişkisini romantize eder. Ayrıca, müzik üzerine yapılan tartışmalar ve ailenin kayıplarının anılması, diyalogların büyük bir kısmını oluşturur. Joyce, geçmişin nostaljiyle yüceltilmesinin karakterlerin bugünü yaşamalarını zorlaştırdığını ve nostaljinin kişiye özgü olduğunu, herkesin geçmişi farklı algıladığını okura gösterir.
Kadın karakterler, Dublin toplumundaki adaletsizlikleri ve Gabriel’in toplumsal cinsiyet rollerine olan bağımlılığını gözler önüne serer. Ayrıca Kate Teyze’nin, kilisede kadınların korolardan dışlanmasına yönelik öfkesi ancak papaya karşı çıkamayacak oluşu, “kadınların toplumdaki” bastırılmış sesini simgeler.
Gabriel’in Gretta’ya olan ilgisi de güç ve kontrol arzusuyla şekillenir; “Ona o kadar kırılgan geliyordu ki hem onu korumak hem de onunla yalnız kalmak için yanıp tutuşuyordu.” cümlesiyle eşini zayıf ve korunmaya muhtaç biri olarak gördüğünü gözler önüne serer. Joyce, bu farkındalıkla kadınların toplumda genellikle birer nesne olarak görüldüğünü ve erkekler için bağımsız bireyler olmaktan çok, onlara hizmet eden figürler olarak algılandığını eleştirir.
Gabriel, Dublin’de yaşamaktan mutsuzdur ve İngiltere ile kıta Avrupası’na hayranlık duyar. Kaçış arzusunu, anti-milliyetçi tutumu ve yabancı kültürlere ilgisiyle dışa vurur. Galoş giymesi, şair Robert Browning’den alıntı yapması ve tatil için Belçika ile Fransa’yı tercih etmesi, Dublin’i küçümsediğini ve halkını entelektüel olarak aşağı gördüğünü gösterir. Öyle ki, bir dans sırasında milliyetçi meslektaşı Miss Ivors, onu İngilizlere aşırı sempati duyan veya onları taklit eden İrlandalılar için kullanılan aşağılayıcı bir terim olan “West Briton” olmakla suçlar.
Üçüncü şahıs bakış açısına sahip olan “Ölüler” hikâyesinde, bilinç akışı tekniğinin izlerine de rastlanır. Bunun en iyi örneklerinden biri, Gabriel ve Gretta’nın parti dağıldığında kar yağdığı için geceyi geçirmek üzere gittikleri otel odasında yatmaya hazırlanırken, Gabriel’in zihninden geçen, birbirinden kopuk düşüncelerdir: “…Bir kombinezonun ipi yere sarkıyordu. Bir çizme dik duruyordu, üst kısmı aşağıya düşmüştü; diğer teki yan yatmıştı. Bir saat önceki duygu cümbüşüne hayret etti. Bu duygular nereden kaynaklanmıştı?”
Hikâyede karakterler ayrıntılı fiziksel tasvirlerle betimlenir, bu da okuyucunun onları daha net canlandırmasını ve atmosferin güçlenmesini sağlar. Sinematik bir teknik olan geriye dönüşlerle zaman çizelgesi esnetilir. Örneğin, Gabriel ve Gretta karda yürürken, Gabriel geçmişte paylaştıkları romantik anları hatırlar ve kendini gülünç derecede duygusal, teyzeleri için koşuşturan, kaygılı ve sakar biri olarak görür.
Kışa dair kullanılan kelimeler (kar, soğuk, beyaz) ölümü simgeler. Kar, Gabriel’in davet verilen eve girmesiyle anlatıya dahil olur; paltosunun ve galoşlarının üzerindeki “kar,” onun ölümle olan bağını vurgular. Hikâyenin sonunda Gabriel’in içsel aydınlanması da, yine kar yağışıyla sembolize edilir. İnsanın tutkusu uğruna genç yaşta ölmesinin, uzun ve anlamsız bir hayattan daha değerli olabileceğini düşünmeye başlar. Ayrıca, karın Dublin’in her yerine, hem yaşayanların hem de ölülerin üzerine yağması, geçmiş ile şimdi arasındaki sınırları bulanıklaştırarak ölümün kaçınılmazlığını hatırlatır.
Joyce, ışık ve karanlık karşıtlığını kullanarak karakterlerin içsel çatışmalarını derinleştirir. Geleneksel olarak aydınlık; bilgeliği, doğruyu ve umudu simgelerken, karanlık; cehaleti, yalnızlığı ve içsel çalkantıları temsil eder. Joyce’un Gretta’yı tasvir ederken sıkça karanlık imgeler kullanması, Gabriel’in karısının geçmişine dair bilinmezliği vurgular. Kadın, merdivenlerde gölgeler tarafından kısmen gizlenmiş halde durduğunda, Gabriel onu ilk başta fark edemez. Otele vardıklarında da kapıcıyı mumla göndermeyi tercih eder ve sokaktan gelen ışığın yeterli olduğunu söyler. Bu sahne, onun bilinçli olarak cahil kalma arzusunu ya da hayatta daha derin bir anlam ve tutku arayışındaki yetersizliğini simgeler.
Hikâyede renk sembolleri de önemli bir yer tutar. Gri ölümü anlatmak için kullanılır. Bu sembolizm, Joyce’un Gabriel’in teyzesi Julia’yı tasvirinde de görülür. Julia’nın gri saçları ve solgun yüzü, onun iyi yaşlanmadığını ve zihninin bulanık olduğunu düşündürür. Diğer yandan, hikâyenin sonunda, Gabriel kendini “gri, dokunulamaz bir dünyaya doğru silikleşirken” hayal eder.
Kahverengi, Dublin’in sıkıcılığını sembolize eder ve bu durum Bay Browne karakteri aracılığıyla somutlaştırılır. Yüzeysel ve sıkıcı bir karakter olan Bay Browne’ın adının ‘kahverengi’ anlamına gelmesi bir rastlantı değildir. Mary Jane’in, “Browne dışarıda, Kate Teyze” demesi ve Kate Teyze’nin “Browne her yerde” diye karşılık vermesi, Dublin’in tekdüzeliğine işaret eder.
Kahverenginin Dublin’i simgelediği fikri, Julia Teyze’nin etkinlik için yaptığı puding üzerinden de desteklenir. Julia, konuklarını pudingin “yeterince kahverengi olmadığı” konusunda uyarır. Ancak ironik bir şekilde, Gabriel pudingi tatmayan tek kişi olur. “Gabriel hariç, beylerin hepsi Julia Teyze’nin gönlü hoş olsun diye tatlı yedi. Gabriel’e gelince, tatlı yemiyordu; kereviz sapı ona bırakılmıştı.” Bu cümle, Gabriel’in Dublin’e duyduğu yabancılaşmayı ve kaçış arzusunu açıkça ortaya koyar.
Sonuç olarak, James Joyce’un “Ölüler” adlı eseri, modernist anlatı yapısıyla derin bir psikolojik çözümleme sunar. Karakterlerin geçmişleriyle kurdukları bağlar ve bu geçmişin bugünü etkileyişi aracılığıyla, bireylerin içsel çatışmalarını ve toplumun baskılarını ustaca işler. Geriye dönüş teknikleri, geçmiş ile şimdi arasındaki sınırları belirsizleştirerek okuyucuya zamanın geçici ve sürekli bir döngü olduğunu hatırlatır. Joyce’un sembolizm kullanımı—aydınlık, karanlık, gri renkler ve pencereler gibi öğeler—ölüme, tutkuya ve insan ilişkilerinin kırılgan doğasına dair derin mesajlar verir.
“Ölüler”, sadece bireysel bir dönüşüm öyküsü değil, aynı zamanda insanın ölümle yüzleşmesinin ve hayatta anlam arayışının evrensel bir ifadesidir. Eleştirmenler öyküyü ‘İngiliz dilindeki en iyi kısa öykü’ (Dan Berry), ‘şimdiye kadar yazılmış en büyük kısa öykülerden biri’ (T.S. Eliot) ve ‘hassasiyet ve tutkunun o muhteşem kısa romanı…’ (Daniel R. Schwarz) olarak tanımlamıştır. Özellikle son paragrafı, edebiyat tarihinin en etkileyici kapanışlarından biri olarak kabul edilir. Eğer modernist edebiyatı, sembollerle yüklü anlatımları ve insan psikolojisine dair derinlemesine çözümlemeleri seviyorsanız, bu hikâyeyi okumalısınız.
Kaynakça:
James Joyce – Ölüler. Çeviren: Nilüfer İlkaya
https://www.cliffsnotes.com
https://litcharts.com
https://literaedebiyat.com
https://www.acampbell.uk