Altı üstü İstanbul işte, ne olabilir ki deyip geçmeden altı da İstanbul üstü de İstanbul diyerek ince ince işlenmiş bir roman okudum. Yazarı tarafından sekiz yıllık bir emeğin ürünü.
Romanı, Gezi Olayları’nın birinci yılında, Kayseri’deyken yazmaya başladığını söylüyor yazar. Romanın içinde Gezi de kendine geniş yer buluyor ama bu durum, olaylara siyasi bir gözle bakmaktan ziyade ekolojik bakış açısının zeminini oluşturuyor.
Bakış açısı dedik çünkü roman aynı zamanda bir “görme” romanı. Kitabın başındaki açıklamalardan anladığımız üzere birtakım işaretlerle görme biçimleri verilmiş. “OO (iki gözü açık), _ _ (iki gözü kapalı), O _ (Sol gözü açık, sağ gözü kapalı) , _ O (sağ gözü açık, sol gözü kapalı) , : (İstanbul)“ şeklindeki işaretler gözlerin durumundan bakış açılarımıza vurgu yapıyor.
Yazar, bu görme biçimlerini hem bir zaman kırılması hem de farklı anlatıcı türleri üzerinden vermiş. Zira kitapta 2013 yılında geçen ve Dav’ın –Kahramanlar ölene kadar kısa isimleriyle anılıyor- İstanbul’una ait anlatılarda üçüncü kişi, Dav’ın gözlerini kapatarak bir nevi trans halinde gittiği masalsı ve zamansız evrene dair anlatılarda ikinci kişi ve üstkurmaca yoluyla, Edip’in bir yandan şair babasının izini sürdüğü bir yandan da kendi romanını yazmaya çalıştığı (Altı Üstü İstanbul) anlatılarda birinci kişili anlatım tercih edilmiş.
Aydos Ormanı’nda yer alan “İnva”da (İnce Vadi) bulunan yedi ev ve bir kulübenin yıkımıyla vadideki 3. Ev’in sakinlerinden Dav, annesi Sar ve köpeği Aş’la İstanbul’da yaşamak için yer ararken onun gözünden verilen bölümlerde, insanın doğaya yaptığı zulme dair oldukça net göndermelere de yer verilmiş. Ağaçların kesilmesi, köpeklerin zehirlenmesi, insanlara rağmen hayatlarını devam ettirmek isteyen hayvanların yaşam mücadelesi; şehirleşen, betonlaşan, değişen İstanbul… Ve hepsinin tepesinde kendini bir “şey” sanan insan… Değiştirdiği, dönüştürdüğü, yok ettiği doğaya muhtaç olacağını düşünmeden yaşayan insan… Romanda, Goya’nın “Çocuklarını Yiyen Satürn” tablosuna gönderme var. İnsan da o tablodaki “dev” gibi kendini bir şey sanarak yavaş yavaş doğayı yiyip tüketiyor.
“Türünden uzaklaşıp diğer türlere yaklaşması gereken tek tür insan. Bir balık, tavşana dönüşemez. Bir kuş, bir çimene dönüşemez ama insanın ağaca dönüşmesi için çok gerekçesi vardır. Çünkü türü yıkıcıdır, yakıcıdır, utanılandır. Hiçbir türün üyesi kendi türünden utanmaz ama insan, kendi türünden utanandır, utanmalıdır da.” (s.439)
Romanı okurken Edip’in bir “İnva”lı olan Kev ile aşkı, bir roman oluşturma sancıları ve babasının şairliğinin izini sürdüğü bölümlerden daha çok keyif aldım. Üstkurmaca yoluyla hem bu eserin oluşma sürecine hem de bir roman yazmanın zorluğuna tanıklık ediyor okur bu bölümlerde. Editörlüğe ve yayınevlerine de göndermeler var.
“Doğan Kaplan. Çok bilinen bir yazardı. Gençliğinde şiirler de yazmış, olmayınca köşe yazarlığı yapmaya başlamış, ayrıca birçok ödülün de jürisiydi. Fuat Bey, ‘Doğan Kaplan’ı kıramam,’ dedi. ‘İstersen Kev yanıtlasın, sen altına adını yazarsın,’ diye bana göre ahlaksız, edebiyat ortamımıza göre sıradan bir teklifte bulundu.” (s.453)
Eserde Dav’ın gözlerini kapatarak gittiği masalsı bölüm ise apayrı bir dünya. O bölümleri okurken gözümde zaman zaman Yüzüklerin Efendisi serisinin karanlık bölümleri canlandı.
Kemal Yelaras’ın kitabı oğlu Edip’e atfetmesi gibi yazar Ercan Y Yılmaz’ın kitabını oğlu Abdullah Arsen’e atfetmesi, bölüm aralarındaki İstanbul temalı alıntılar, Dav’ın önce bir martıya öykünmesi sonrasında da yavaş yavaş bir ineğe evrilmesi, Edip’in Aydos’taki şantiye alanında çalışan adamlarca kovalandıktan sonra düştüğü yerde ona bakan kocaman gözlü ve benekli ineğin Dav olabilme ihtimali hoş detaylardı benim için.
Roman, birçok yazara, şaire; filme, resme, kitaba gönderme yaparak okurunu bu alanda da zenginleştiriyor. Ancak Hulki Aktunç yazara göre bir tık önde sanki.
Kitabın son sözü, Edip’in ağzından Kev’e söylenen “Roman bitti.” olsa da Altı Üstü İstanbul zihinlerimizde bitmiyor.