Her ne kadar içerik çok önemli olsa da bir kitap kapağının ve isminin eser için tamamlayıcı unsur olduğunu düşünenlerdenim. Bir nevi fragman olur benim için kapak ve isim. Resim – fotoğraf varsa kitabın üzerinde bakarım ve uzun uzun düşünürüm isim üstüne. Sevinç Çokum da bu konuda “Aslında ben isim söz konusu olunca epeyce zorlanırım; kitabın içeriğiyle uyuşması gerektiğini düşünürüm. Tabii okuyucunun ilgisini çekme özelliğine de sahip bulunmalı.” diyor.
Esere gelecek olursak… Hem birçok karakterin hayatına dokunuyor hem de başkarakterin –Çise- yaşadığı dönemlerden tanıdığı kadınları tablolaştırma isteğine şahit oluyoruz. Kadın sorunlarını bu yan karakterler aracılığıyla somut bir şekilde gözlemliyoruz.
Eserde geçen kahramanlardan bazılarını Mürver, Hediye, Selvinaz, Birsen, Birsen’in bakıcısı Olga, Şetaret teyze, Mücella Teyze, Peyman, Türkan ve bunların çevresinde Seratan ve Şadi, Cevdet, Yele, Cenk, Kayaç ve en önemli karakter Çise seklinde sayabiliriz. Belki unuttuklarım da olmuştur. Bu kadar çok karakter olması biraz göz korkutsa da onların yaşadıklarına odaklanmak bu korkumuzu yenmemizi sağlayacaktır. Bence yazarın da amaçladığı zaten budur.
Değinilenler arasında birçok konu var: Kadınların ağda sorunu, bekâret konusu, çocuk yaşta evlendirilme, kadının bir yere tek başına gidememesi, “kadının kadınlık vazifesini yapması gerek” cümleleri, harem – selamlık aile toplantıları, “kadından yazar mı olurmuş?” fikri, cinsiyetçi söylemler, Belki de en önemlisi kadının kadını anlamaması…
Ana karakterimiz Çise… Özel bir okulda –keşke gerçek hayatta da olsa – “Hayatı Sevdirme” dersi veriyor. Eski eşi Cenk ile yeni eşi Kayaç arasındaki kıyaslamalarla bize sanki olanla olması gerekeni de anlatmış. Bir nevi hayaller – hayatlar durumu… Çise, bir yandan kadın olmanın sancılarını yaşarken bir yandan da (kadın) yazar olmanın sancılarını yaşıyor diyebiliriz. Söz gelimi “Aaa yazar mısınız sahi, diye bağıra çağıra hayretini dile getirdikten sonra eklemişti. Ama sizi kuklacı demişlerdi. Sahi nereden aklınıza geldi roman yazmak kuzum? Yakıştıramadı demek ki? Kadın romancılar onun belleğinde daha farklı, daha gösterişli, ne bileyim fıkır fıkır, şıkır şıkır birileri miydi?” bölümü bahsettiğimiz konuya somut bir örnek olabilir. Burada yukarıdaki bölümü başka bir kadına söyleterek işin daha da vahim olduğunu hissettirmiş. Tabi eser içinde bunun gibi niceleri var. Yazarımız bir şekilde toplumun kadın romancıya bakışını değiştirmek istiyor kanımca.
Günümüzde edebiyatın bir gösteriş alanı gibi algılanmasına, genç ve alımlı olmayanların sanki bu alanda kalem oynatmaması gerektiği düşüncesine yine Çise karakteriyle karşı çıkılmış. Çise’nin röportaj yaptığı “Görüntü” dergisinin ismi bile birçok şeyi açıklıyor galiba.
Edebiyata dair görüşlerin bir tanesini de “Büyük yazar diye tanıtılan bazı kimselerin konusundan kapağına kopyacılıkları ortaya konsa da ‘Ne var bunda?’ gibisinden duruşlarına karşılık hâlâ nasıl büyük yazar sıfatı taşıdıklarına şaşıyorum.” cümlesiyle verilmiş diyebiliriz.
Ama eserin içinde birçok kere değindiği Milan Kundera’yı ve Hemingway’i ayrı tuttuğunu düşünüyorum. “Milan Kundera, kulağa hoş geliyor. Kundurama kum doldu gibi.” cümlesi bu düşünceme etki etmiş olabilir.
Çise aynı zamanda romanını yazmaya devam ediyor. Hayali arkadaşı ve belki de umudun yüzü Gröfrey ile zaman zaman görüşürken bir yandan da romanında Nuh Tufanı’nı işliyor. Neden “tufan” derken Çise yardımıma koşuyor. “Her devrin bir tufanı olmuştur; aslında hayatımız irili ufaklı tufanlarla geçiyor.” cümlesiyle soruma cevap oluyor.
Çise’nin ağzından “Roman diyorum ama parça parça şeyler, kuklalarım gibi birbirini andırıyor.” cümlesini okurken hissedebilirsiniz. Kırmalı Etekler parça parça insanların hayatlarından parça parça olaylar anlatıyor gibi gelebilir. Ancak kapağı kapattığınızda o parçaların bir bütün haline geldiğini anlıyorsunuz.