Zeyyat Selimoğlu’nun öykü için yaptığı bir tanım vardır[1] ve ben çok severim. Öykü, der Selimoğlu, içimde yaşayan insanların neler yaptıklarını, neler yapmadıklarını, onların umutlarını, umutsuzluklarını anlatmamdır. Bu tanımı buraya almamdaki sebep de Gamze Güller’in İçimdeki Kalabalık kitabının bana bu tanımı çağrıştırmasıdır. Zira, yazarın öykülerinde de bu tanıma benzer iç döküşler sezdiğimi söylemeliyim.
Bu “iç döküşleri” kadın karakterler aracılığıyla yapar yazar. Belki de kadın olması elini kolaylaştırmıştır. Kadınların duygularını, olaylara yaklaşımını, ruh durumlarını daha iyi bildiğinden kadın karakterler aracılığıyla anlatmaya çalışmıştır içindekileri. Genelde içindekileri anlatmış diyorum ama anlattıklarını, sadece kadınların yaşadığı durumlar gibi de düşünmemek lazım. Örneğin Kutu öyküsünde anlatılanlar, iş hayatında yer almış veya bir ofiste çalışmış herkes için geçerlidir. Veya kitaba adını veren İçimdeki Kalabalık öyküsündeki başkarakter gibi hepimiz zaman zaman “içimizdeki kalabalık”lardan kurtulmak istemişizdir.
Öykülerin bende bıraktığı izlere teker teker geçmeden önce, öykülerde genel olarak “aşk, anne sevgisi, sınıf farklılıkları, insanlardan uzaklaşma isteği, kadın – erkek ilişkileri, çalışma hayatı, anlaşıl(a)mama, yalnızlık, mağdur edilen kadınlar ve gençlik konularına değinildiğini söyleyebilirim. Kitapta yer alan Otel isimli öykünün 2007 Ümit Kaftancıoğlu Öykü Yarışması’nda Okunmaya Değer Öyküler kategorisinde anılmasını, Dağların Soluğu isimli öykünün 2007 Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Festivali Öykü Yarışması’nda birincilik ödülü aldığını, Gel Pisi Pisi isimli öykünün de 2007 Özgür Pencere Edebiyat Derneği Kadın Öyküleri Yarışması’nda mansiyon ödülü aldığını söylemeden geçmeyelim.
Dağların Soluğu, sevdiği adamın peşine düşen bir kadının öyküsünü anlatıyor. Bulduğu köhne bir uçakla, betimlemelerden bir savaş alanı olduğunu anladığımız bir alana gelir anlatıcı. Topraktan fışkırarak yükselen, kara yüzlü, sert bakışlı kayalar arasında dolaşır, sevdiğini arar. Zaman zaman geri dönüşlerle sevdiği adamın onu terk ettiği dönemi düşünür. Hayatı kurgulamak ile öykü kurgulamak arasında bağ da kurar. “Onu bulursam yeniden nefes alacaktım… İç yangınım, karmaşam, bu öldürücü eziyetim sona erecekti.” cümleleri de bu arayışın ilişkilerde tarafların bencilliğine yorulabilir.
Ağrı öyküsünde bir evin içine hapsolmuş, dışarı çıkması yasak olan bir anlatıcı karşılıyor bizi. Anne ve baba figürleri yerleştirilmiş öykünün içerisine. Baba biraz despot ama anneyi de umursuyor, anne odasına tıkılıp kalmış ve şiddetli bir baş ağrısı çekiyor. Annenin uyanmaması için herkes sessiz. Bir zaman sonra o sessizliğe biz de uyum sağlıyoruz. Yazar kelimeleri öyle güzel kullanmış ki sanki “sessizliğin sesi”ni duyuyoruz.
Otel, Yazarın mimarlık eğitimi aldığını en çok hissettiğim öykü oldu. Bir otel inşaatında çalışan işçilerin, bu işçilerle beraber orada çalışan, çok yorulan ama işini de çok seven bir kadının anlattıklarını okuyoruz. Anlatıcı “Her inşaat tıpkı savaş gibi; kan, ter, gözyaşı dökmeden kazanılmıyor.” diyerek hem işçinin yaptığı işin önemine değiniyor hem de bu oteli yapanların canhıraş çalışmalarını anlatıyor. Ancak yine onlardan “Bina bitecek ama onu yapanlar içeri giremeyecek.” cümlesini duymamız sınıf farklılıklarına atıf yapıldığını gösteriyor.
İçimdeki Kalabalık kitaba ismini vermiş olan öykü. Yazımın başında da söyledim. Hepimizin yaptığı gibi, insanlardan kaçışı anlatan çok hoş bir anlatı. Diş ağrısı çeken bir kadının dişçiye giderken kimseyle konuşmak istememesi, tabiri caizse kendi içine dönmesi ancak sonrasında içindeki kalabalıktan bir türlü kurtulamaması anlatılmış.
Gel Pisi Pisi’de ev işlerinden bunalmış, isyan eden bir kadının delirişini okuruz. Evi temizleyip süpürürken köşe bucaktan çıkanlar… “cam parçaları, ekmek kırıntıları, kalp kırıkları, ölü böcekler, yalan dolan, yanmış kibrit çöpleri, katılaşmış gözyaşları…” Ve koltuk kılıfları çıkarıldığında ortaya çıkan yavru kedi… Kediye, kedinin durumuna göre verilen isimler… Hepsi çok hoş detaylardı.
Ölümün Rengi Bir karı kocanın eskiden oturdukları, gezdikleri, cıvıl cıvıl olan bir parkta yeniden bir araya gelip bu kez boşanma dilekçelerini imzalamaya çalışmalarını anlatan bir öykü. Anlatıcı hayatlarının değişimini verirken parkın (olumsuz) değişimini de aktarmış. Yazar, mekânı da duyguları daha iyi aktarabilmek için kurgunun içine çok güzel yerleştirmiş. Ölüm gibi soyut bir kavramı renkle, kokuyla somut hale getirmiş.
Kutu öyküsünde çalışma alanı olan bir ofiste daracık bir yere sıkışmış kahramanı okuyoruz. Bu daracık alandan hiç de memnun olmayan ancak kendini oradan bir türlü kurtaramayan, etrafta konuşulanları duyarak onlar hakkında çıkarımlarda bulunan bir karakter var. Çalışanların hepsi aynı ofiste ama hepsi birbirinden uzak… Aralarına sınırlar çizilmiş ve hepsi birbirine mesafeli… Daha geniş bir okumayla bu öykünün “hayat” olarak da okunabileceğini düşünüyorum. Hepimiz hayatta kendi dünyalarımıza hapsolmuş, aynı mekânda ama birbirine yabancı, aralarımızda sınırlar bulunan bireyleriz.
Kayıp Aranıyor, kendini, bir gün takside yolculuk ederken radyoda dinlediği kayıp ilanındaki Namık Üstün ile özdeşleştiren Metin adlı karakterin öyküsü. Farklı hayatlar yaşamak isteyen, kendine yabancı bir karakter Metin. Belki de bu yüzden kendini başkalarının yerine koyuyor. Belki kendisi de Namık Üstün gibi yaşadığı hayattan kaçmak belki de gerçek anlamda kaybolmak istiyor. “Salona Geçip camın önünde durdu, dışarı baktı… Camdan gelen soğuk, belden yukarısı çıplak bedenini ürpertti. Orada olduğunu hissettirdiği için hoşuna gitmedi üşümek… İçinden sahipsiz hayatların kontrolsüzce aktığı gecede durabilmek, kayıp yıldızlar gibi bir anda kaybolmamak için pencerenin pervazına tutundu… Kendine yabancı bedeninin soluk aksini gördü camda…”
Noel Baba’nın Bisikleti öyküsü tuhaf bir otobüs yolculuğuyla başlıyor. Otobüs, ışıklarda durduğunda, anlatıcı spor aletleri satan dükkanın vitrininde kondisyon bisikleti üzerinde pedal çeviren Noel Baba’yı görüyor. Tuhaflıklar da bundan sonra başlıyor. Kahramanımız otobüsten inmek istediğinde biri çantasıyla koluna vuruyor, genç bir kız suratına sakız şişiriyor ve yandaki takım elbiseli adam eliyle o balonu patlatıyor, Örümcek adam kostümlü bir çocuk, kahramanımıza tekme atıyor… Öykü de yine bir kalabalık var ama gerek konuştukları gerekse vücut dilleri hiç anlaşılmıyor. “Mekzer” gibi “Vozet” gibi sözcükler kullanıyorlar. Anlatıcı otobüsten indikten sonra apartmanına yürürken bu kez imla hatalarıyla dolu tabelalara rast geliyor. “Sandoviç, pastahane, sıçak pooça, sağlep, clup…” bunlardan birkaçı. Apartmana ulaştığında bu kez kapıcı “Töbek” diyor. Yine anlaşılmaz bir kelime. Komşunun kapısında – yılbaşı yaklaştığından – “Happy New Year” yazan çelenk ve “Welcome” yazılı paspas… Dil kavramı üzerinden birbiriyle bu kadar iç içe olan – kalabalık otobüs – insanların birbirlerini bir türlü anlamayışı ifade edilmiş.
Nihal mi Acaba? öyküsü, aklı karmakarışık şekilde yüzmeye giden bir kadının sahilde güneşlenirken kulağına gelen tanıdık bir ses üzerine düşündüklerini anlatmış. Duyduğu bu ses, yirmi beş yıldır görmediği, genç kızlık yıllarından tanıdığı ve o yıllarda güzelliğiyle dikkat çeken arkadaşı Nihal’in sesi. Ancak Nihal bu süreçte özellikle fiziksel olarak çok değişmiştir. Anlatıcı bu ses aracılığıyla gençliğine döner, o dönemleri düşünür…
Değinmesem olmaz. Belki de yazarın mimarlık eğitimi almasından, bilmiyorum, öykülerde renkler çok fazla yer tutuyor. Ancak ben “kırmızı”ya karşı özel bir ilgisi olduğunu düşündüm. Dağların Soluğu öyküsünde “Hiç kalbinde ‘kırmızı’ çiçekler açtı mı senin?”, “Dağların ‘kırmızı’ soluğunu içime çektim.” Ağrı öyküsünde “Annem uzun ‘kırmızı’ sabahlığı ile…” Otel öyküsünde “Kırmızıyla işaretlenmiş yükseklikler…”, “Kırmızı bir şarap damlası kenarlarda bir süre dalgalandıktan sonra…”, “O ‘kırmızı’ damla alev olup bütün koltuğu yakıyor.” İçimdeki Kalabalık öyküsünde “İçimde kocaman ‘kırmızı’ bir balon büyüdü, büyüdü ve gürültüyle patladı.” Gel Pisi Pisi öyküsünde “Ona – sanırım – bir ‘kırmızı’ şarap kadehi uzattım.” Ölümün Rengi öyküsünde “Rengârenk şekerlemeler heyecanını artırmış, yüzüne en sevdiği şekerin ‘kırmızısından’ da canlı bir mutluluk alevi yayılmıştı.” Kutu öyküsünde “…ama en azından ‘kırmızı’ ruj sürüyordur diye düşünüyorum.”, “Bir yandan da bütün kutuları tepesine ‘kırmızı’ bir fiyonk takıldığını…”, “Sekreter ‘kırmızı’ uzun tırnaklı ince parmaklarıyla dosyayı alırken gülümsüyor.”, “Biri ‘kırmızı’ biri siyah iki keçeli kalem…” Kayıp Aranıyor öyküsünde “Kırmızı araba ufka doğru şimşek hızıyla ilerliyor.” cümleleri böyle düşünmeme sebep olmuş olabilir. Noel Baba’nın Bisikleti öyküsünde de kelime olarak geçmese de “Noel Baba” ve “Örümcek Adam” figürleri kırmızıyı çağrıştırmaktadır.
Gamze Güller, bir söyleşisinde[2] “Kendi öykülerimi yazarken hayatın küçük anlarına odaklanan öykücülerin peşinden gidiyorum ben de… Sıradan hayatın içindeki olağanüstü anlar cezbediyor beni. Öylesine yaşayıp geçtiğimiz, anlamlandırmak için durup düşünmeye bile vakit bulamadığımız anlar. O küçücük insani dokunuşlar. İnsanın hayata, hayatın insana, insanların birbirlerine dokunuşu… İşte bu inceliğin, bu anlatılamayanın, bu özel ama yine de sıradan durumun peşine düşmeye çalışıyorum öykü yazarken. İçimde durduk yere baş gösteren bir sevincin, bir nefretin, bir boş vermişliğin peşine…” diyor. Okuduğum öyküler yazarın tam da yukarıda söylediklerine uygun. Sıradan hayatlar ama olağanüstü anlar… Kısa ama etkisi uzun süren parçalar…
[1] Türk Dili, Aylık Dil Dergisi, Türk Öykücülüğü Özel Sayısı, Yıl 25, Cilt: XXXII, Sayı 286, Temmuz 1975, s. 147
[2] http://www.aksisanat.com/2019/11/30/zerrin-saral-yonetimindeki-oyku-zamanliginin-ilk-konugu-gamze-guller/