“1969’da Samsun’un Lâdik ilçesinde doğmuşum. Güzel Sanatlar Eğitimi aldım. Sonra Eğitim Bilimlerinde yüksek lisans yaptım. İstanbul’da yaşıyorum. Bir lisede resim öğretmenliği yapıyorum. Beni sosyal hayata bağlayan en önemli bağ öğrencidir. Yalnız kalmayı çok severim. Çünkü o zaman daha çok üretiyorum. Ama insanların arasına karışmak gerekiyor bilirsiniz. Resim çizmeden, hat meşk etmeden, öykü yazmadan, kitap okumadan duramam. Hayatın acemisi olduğum gibi çizerliğinde, yazarlığında acemisiyim. Bu acemilik bana gerçek anlamda da mürekkep yalatmıştır. Eski dönemlerde olduğu gibi mürekkeplerde artık bal veya şeker yok. İsli, yağlı bir tat var.” diyerek kendini tanıtan yeni kuşak yazarlarımızdan Asuman Güzelce 2008 Kaşgarlı Mahmut Ödülü’nü “Sessiz Göç” adlı eseriyle almıştır. 2011 yılında da bu eser Ötüken Neşriyat’tan basılmıştır.
Eser Mevlana’dan alıntılanan “Bu bir garibin öyküsüdür; dinlemek ve duyabilmek için de bir garip kulağı gerek.” sözüyle başlıyor. Bu sözlerde bahsedilen “garip”in Doğu Türkistanlı Müslümanlar, “dinleyen ve duyanların” da biz okurlar olduğunu bilmem söylemeye gerek var mı?
Kuyaş’ın babasıyla başlıyor öykü. Muhammed Ekber. Afganistanlı. Kumaş taciri. Kuyaş’ın anne tarafından dedesi de Kaşgar’ın en büyük bankasının müdürü. Evinde ziyafet verdiği bir gün şehrin ileri gelen memurlarıyla tüccarlarını yemeğe davet ediyor. Orada görüyor Kuyaş’ın annesini Muhammed Ekber. Gönlü düşüyor, aklından çıkaramıyor. Babasından istiyor kızı. Kız Muhammed Ekber’den yaşça çok küçük. Vermiyor kızın babası kızı Muhammed Ekber’e. O da kaçırıyor sevdiğini. Sonrasında Kuyaş’a hamile kalıyor annesi. Anne, kaçırıldığı yerden alınıyor ve baba evine dönüyor. Kuyaş dünyaya geldiği ilk anda başlıyor çilesi. Dedesi tarafından istenmiyor, öteleniyor, dışarı bırakılıyor başka birinin alması için. Belki de eserin daha burasında bir dışlanmışlığa, “göç”e, vatanından sürülmeye, ait olamamaya itiliyor Kuyaş.
Dışlanmışlığı bununla da kalmıyor Kuyaş’ın. Annesinin ikinci eşi tarafından da dışlanıyor. Annesi tarafından dayısının yanına bırakılan Kuyaş bir zaman sonra dayısı tarafından dışlanacaktır. Evlilikler yapacaktır Kuyaş. İlk eşi Sultan Mahmud yumuşak huylu, sabırlı, sevecen, anlayışlı biridir. Kuyaş’ın Kuran, Arapça, Osmanlıca, Rusça öğrenmesini sağlar. Satranç oynamayı ve keman çalmayı da öğretir. Hatta Sultan Mahmud ona Rusça öğrenmesi gerektiğini, belki bir gün Rusya’ya gitmelerinin gerekebileceğini söylediğinde Kuyaş’ın ağzından “Ülkesini bırakıp yaşamın daha iyi olacağı bir başka ülkeye gitmek yerine, neden kendi ülkesinin daha iyi olması için çaba harcamasın insan.” sözleri dökülür.
Yıl 1961… Çinlilerin Müslümanlara yaptığı zulüm iyice artınca “göç” kaçınılmaz olmuştur. Kuyaş, doğduğundan beri olduğu gibi bu kez başka bir ülkeye savrulacaktır: Afganistan’a. Babasının izini aramaya… Ancak bu çetin bir yolculuktur. At üstünde Himalayalar’ın geçilmesi gerekmektedir. Çinlilerden kaçmışlardır ama bu kez dağlarda doğayla ve soğukla mücadele etmeleri gerekecektir. Ve bu mücadele kesinlikle kolay olmayacaktır.
Bu “dışlanmışlık”lar ve “terk edilmişlik”ler dışında dikkat çeken bir başka konu da yazarın – belki kendinin de kadın olmasından – kadın bir karakter seçmesidir. Bu kadın karakter; içine kapanık, duygularını dışa vurmayan, utangaç ve namusuna düşkün ama bir o kadar güçlü, yılmayan, zeki biridir. Eser boyunca girdiği her mücadeleden alnının akıyla çıkmış, yenilmemiştir. Kuyaş, Afganistan’da da birtakım sıkıntılar çektikten sonra umudun ve mutluluğun simgesi olarak gördüğü Türkiye’ye ulaşabilecek midir?