Sayfa sayısı az olmasına rağmen içerik ve düşündürdükleri bakımından dolu dolu olan bu kitap için ne kadar şey yazılsa eksik kalacağını düşünenlerdenim. Eserin adını çok duymama, içeriğiyle ilgili bilgi sahibi olmama (bir otel, otelin hayatla barışamayan sahibi, kâtibi ve onun iç dünyası şeklinde) rağmen okumak şimdiye nasip oldu. Gerçi daha önceki bir dönemde okusam bu kadar etkilenmezdim, belki bu kadar çıkarım da yapamayıp – birçokları gibi – uygunsuz ifadelerin bol bol kullanıldığı gereksiz bir kitap olarak görecektim. Burada, yaptığım her çıkarımı anlatabilmek gibi bir iddiam yok. Dedim ya ne kadar şey yazılsa eksik kalacak. Daha çok Zebercet’e odaklanacağım. Onun yaptıklarına, ruh dünyasına ve yapmaya itildiklerine…
Yalnız Zebercet’ten önce anlatılanlarda çok etkisi olmasa da anlatılanların gerçek hayattan etkilenerek oluştuğunu söyleyelim. Refik Durbaş bir yazısında “Atılgan, Manisa’nın Akhisar kazasının Hacırahmanlar köyünden. Babası çiftçi ve işleri dolayısıyla sık sık Manisa’ya gider. Atılgan ile babası Manisa’ya gidişlerinde babasının arkadaşı olan Zebercet ve oğlu Ahmet Efendi’nin işlettiği Anavatan Oteli’nde kalırlar.”der. Sonrasını Atılgan şu şekilde anlatır: “Bir gün bu oteli yazma isteği doğdu içime. O sıralar arkadaşlarla Ödemiş Birgi’ye gideceğiz. Gece Aydın’da bir otelde kaldık. Bir otel işte. Kapıdan giriliyor, karşıda yukarıya çıkan bir merdiven var. Kâtibin yeri de bu merdivenin altında. Önünde küçük bir masa. Gece arkadaşlarımla konuşurken ‘Yahu’ dedim. ‘Bu adamın buradaki hayatı ne olabilir? Merdiven altında oturan bir adam. Nasıl bir adamdır bu?’ Üstelik benim bunaldığım zamanlar. Anavatan Oteli ile bu durumu birleştirdim, kendi ruh durumumu da. Bu roman çıktı.”(1)
.
Romanın hemen hepsi Zebercet etrafında dönmektedir. Arada başka karakterler görsek de bu karakterler Zebercet kadar derinlemesine işlenmemiştir. Biz okurlar, anlatılanları Zebercet’in gözünden ve onun dünyasından görürüz.
Zebercet bir şekilde topluma yabancılaşmış veya yabancılaştırılmış biri. Bu durum onda güvensizlik, iletişimsizlik ve yalnızlık ortaya çıkarıyor. Kâtipliğini yaptığı ve kendini güvende hissettiği bir sığınak olarak gördüğü otelden uzaklaşmaktan ve alışmış olduğu düzenin bozulmasından hoşlanmıyor. Zebercet’in bu yaklaşımı yakın zamanda okuduğum Patrick Süskind’e ait “Güvercin” romanının başkahramanı Jonathan Noel’in hayata bakışını hatırlattı. Jonathan’ın rutinini bozan küçük bir güvercindi, Zebercet’in rutinini bozan ise güzel bir kadın.
Zebercet’in kendini toplumdan soyutlaması, kimse tarafından gerçek anlamda sevilmemesi ve kimseyi sevmemesi galiba çocukluğundan kaynaklanıyor. En güvenli sığınak olan ana rahminden zamanından önce –yedi aylıkken- çıkması, anne ve babası tarafından erken doğumun onun sabırsız olmasına yorulması, annenin erken ölümü ile anne şefkatinin ortadan kalkması, okuldayken arkadaşlarının onun cinsel kimliğiyle alay etmesi, askerdeyken gittiği genelevde kadının “aa benim küçük askerim gelmiş.” şeklinde onu küçümsemesi Zebercet’in içe kapanmasının ve insanlara karşı güvensizliğinin sebepleri olabilir.
Zebercet’in rutinin bozulma sebebinin bir kadın olduğunu söylemiştik. Bu kadın otelde bir gece kalan “gecikmeli Ankara treniyle otele gelen kadın”dır. Zebercet için bir sevme ve sevilme umududur. Ona âşık olur. Kadın, otelde bir gece kalıp otelden ayrılır. Zebercet’in içinde hep kadının geri döneceği umudu vardır. Onun kaldığı odayı kimseye vermez. Odanın ışıklarını günlerce söndürmez. Bir gün odaya girer, kadının kullandığı çay bardağını eline alır. Kadının dudaklarının değdiği yeri öper. O sırada üst kattan bir ses duyar. Zebercet elinden bardağı düşürür ve bardak kırılır. Böylelikle odadaki mahremiyet de son bulur. Artık Zebercet kadının geri dönmeyeceğini düşünecektir.
Elindeki bu “sevilme umudu”nu kaybeden Zebercet, oteli kapatır. Otele müşteri almaz. Yalnız kendisi ve zaman zaman cinsel açlığını giderdiği ortalıkçı kadın Zeynep vardır otelde. Zebercet dışarı çıkar zaman zaman. İnsanlarla iç içe olmaya çalışsa da beklediği ilgiyi ve sıcaklığı bulamaz. İnsanlarla tanışır ancak kendi olarak değil. Kendini babasının yerine koyarak. Yazarın “Aylak Adam” eserinde de Oidipius Sendromu’na göndermeler vardı. Bay C. Babasını reddeden bir karakterdi. Burada durum biraz farklı ama Atılgan’ın eserlerinde baba figürünün önemli bir yer tuttuğu ifade edilebilir. Zebercet, sinemada tanıştığı Ekrem’e adının Ahmet olduğunu söyler. Ahmet babasının adıdır. Sokakta bankta otururken karşılaştığı yaşlı adamla sohbet ederken işi olarak da babasının bir dönem yaptığı iş olan nüfus memurluğunu söyler. Silik kişiliğini babasıyla tamamlamaya çalışır belki de.
“Soyundu, giysilerini askıya astı. Ayaklarını yıkadı, otelin havlusuyla kuruladı. Dönüp yatağa girdi, yorganı üstüne çekti. Yastığı çevirdi, sarıldı; yüksek sesle ‘Gelmeseydin ölürdüm.”dedi. (s.41)
“Kadının unuttuğu karaları ince, sarıları, kırmızıları kalın çizgili havluyu demirden aldı; yatağın ortasına serdi; yastığın bir ucunu havlunun altına çekip abandı; sarıldı. (…) kadınınkine benzetmeye çalıştığı ince bir sesle ‘bırakma sakın’, ‘nasıl seninim’ dedi. (s41) (2)
Burada söylenen “nasıl seninim” ifadesi, otelde bir süre kalan karı koca öğretmenin odasını dinlerken duyduğu bir cümleydi. Bu ifade cinsel bir söylemden ziyade Zebercet’in yalnızlığına, birine ait ol(a)mamasına gönderme olarak da düşünülebilir.
Zebercet bu dünyada görünür olmak istedi. Sevmek / sevilmek istedi. Bunun mücadelesini verirken yaşama tutunamadı ve ölümü bir kaçış, bir kurtuluş olarak gördü. Tıpkı yaşamı reddeden yakınları gibi… “gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın”ın kaldığı odada kendini astığında “donunun sol paçasından fildişi renginde koyuca bir sıvı (s.108) yere damlamaktadır. Zebercet, bir nevi, ölürken tohumlarını yere saçarak sevilmeyen, görülmeyen, yok sayılan, önemsenmeyen her bireyde kendini yaşatmayı düşünmüştür.
- https://www.sabah.com.tr/yazarlar/cumartesi/durbas/2008/12/27/anavatan_oteli_nin_kaderi
- Atılgan, Y. (2010). Anayurt oteli. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.