Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar adlı çalışmasında postmodern metinleri anlatırken Kafka/Joyse çizgisinde ilerleyen öncü biçim denemelerinin olduğu “seçkinci bir eğilim” ile geleneksel okuru da dışlamayan “popülist/trivial eğilim”lerin olduğundan bahseder ve Hasan Ali Toptaş’ı özellikle birkaç romanı ile Kafka/Joyse çizgisinde değerlendirir. [1] Anlatıcının, dayısı ile birlikte ailesinin hayatını döngüsel olarak tamamladığı daha doğrusu yeniden başlattığı “Uykuların Doğusu”[2] da Yıldız Ecevit’in tabiriyle “seçkinci bir eğilim”le yazılmış bir roman. Ben ise bu tür romanları “dip postmodernist roman”şeklinde değerlendiriyorum.
Son sayfada dayısını anlatmaya karar verdiğini öğrendiğimiz anlatıcı, romanın başında içindeki hikâyeyi hangi cümle ile başlatacağını bilemeden masa başında kımıldanır durur. Şehri seyre dalan anlatıcı, “Haydar” ile tanıştırır hemen bizleri. Haydar, roman boyunca yazarın yanında sıkça belirmesiyle Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ındaki Olric’i çağrıştırır. Uykuların Doğusu’nda da Haydar, Turgut’un “öteki ben”ini temsil eden Olric gibi anlatıcının “öteki ben”ini temsil ettiği hissi uyandırır. Anlatıcı, ne yazacağının kararsızlığı içindeyken “Haydar şehre meydan okuyan uzun boylu bir hayalet gibi” anlatıcının karşısında dikiliverir, “… o kağıtlara ne yazıyorsun sen? (s.8)” diye sorar anlatıcıya. Yağmur kokusunun çağrışımı ile anlatıcı, yıllar önce şehri harabeye çeviren yağmuru hatırlar ve sonrasında bu dünyaya bir şekilde tutunamayan dedelerinin, badem bıyıklı adamın, babasının ve en nihayetinde dayısının ve biraz da kendi hikâyesini anlatmaya başlar.
Anlatıcı, hikâyesine ara verir. Sokağı seyrederken hikâyesini anlatmayı planladığı dayısının kahkahalarını duyar. Haydar’la konuşmalarından sonra yine hikâyesine döner: Radyodaki adam şehirde o kadar duyulmuştur ki insanlar sokaklarda dolaşırken onu görmek için toplanır olmuştur. Yine masalsı bir anlatımla kalabalığın içinde yer alan bir hokkabazın kaçış hikâyesi dinleriz anlatıcıdan. Hikâyesini yazdığı ana dönerek Haydar ile pencereden izlediği şehri anlatan anlatıcı, dedesinin dolaştığı şehrin sokaklarındaki bin bir çeşit insandan biri olan, dedesini çocukların elinden kurtaran kamçılı adamın ağzından “ kimi zaman Kudüs’e, kimi zaman Mekke’ye, kimi zaman da Kahire’ye yakın bir yerde, hurmaların ağdalı bakışları arasında, vahalardan taşan sessizlikle beslene beslene, neredeyse kimseciklere görünmeden, ancak bin yılda bir yetişen(s.71)” “haziran sopası”nın kayboluş öyküsünü anlatır. Radyodaki adam, kamçılı adamın yanından ayrıldıktan sonra eser boyunca sıkça rastlayacağımız ve sürekli el değiştirecek olan üzerinde “ YANIK HÜSREV PAŞA-Made in China(s.93)” yazılı mızıkayı bir mezarlıkta bulur. Öykünün burasında Haydar ortaya çıkarak masada duran mızıkaya bakar; anlatıcı dayısının görüntülerini hatırlar; bakışlarının radyoya takılması ile bir çocukluk hatırasını, ilkokulda babasının kendisine aldığı “çocukluğunun o soğuk ve ıssız gecelerinde kanlı canlı bir insan gibi arkadaşlık eden (s.97)” radyosunu anlatır. Radyo çağrışımı anlatıcıyı dedesinin radyoevini anlatmaya yöneltir: Mezarlıkta mızıka bulan radyodaki adam, radyoevine koşar ve her yerde “havada uçuşan odun parçacıklarından başka bir şeye benzemeyen (s.103)” sesler çıkardığı mızıkasını çalar. Artık tamamen yalnız bir adama dönüşen bu adam, bu kez de kitaplara merak sarar, sahaflardan aldığı “ Fiyakalı İntihar Teşebbüsleri, Peygamber Dublörlüğü, Basit Bilgilerin Gizli Dehşeti, Büyük Cami Yangınları (s.104)” gibi “neredeyse Nuh nebiden kalma kitapları okur, bu kitapların büyüsüne kapılır. Bir gün “âfat-ı Temmuz” adlı kitabı okurken, şiddetli bir yağmur başlar. O, seslerin okuduğu kitaptan geldiğini sanmaktadır. Kendisine“Hani geldiğinden beri bizden iş isteyip duruyordun ya mirim, işte sana iş, hadi bakalım göster kendini(s.117)” diyen müdürün yazdırdığı “caddelerdeki selin can ve mal güvenliği açısından tehlikeli olabileceğini anlatan o üç beş satırlık duyuruyu(s.118)”, hatta hızını alamayıp yüz on iki yıl önce Darendeli Hilmi Efendi’nin kaleme aldığı “Âfat-ı Temmuz” kitabından dehşet verici bölümleri de radyodan okur. İşsizliğin yalnızlığa dönüştürdüğü adam, devlet erkânından olumlu dönütler alınca radyo başındaki insanlara kitaptan kıyamet gününü hatırlatan sel ve yangın bölümlerini de dokunaklı bir sesle okumaya başlar. Bu arada radyoda çalışanlar orayı çoktan terk etmiştir. Okunanların dehşetinden rahatsız olan yetkililer istedikleri hâlde sel nedeniyle ona ulaşamazlar. Yağmur üçüncü gün kesilince korku filmini andıran yerle bir olmuş bir şehir kalmıştır geriye. Bütün bu son olayların anlatıldığı dokuzuncu bölümde anlatıcının diğer dedesi Cebrail Dede karşımıza çıkar.
İnsan ve hayvan ölüleriyle dolu bu korkunç sahnede roman karakterlerinden “badem bıyıklı adam” ortaya çıkar. Onun “Eyvah, çuvallarım gitti. (s.151)” cümlesindeki “çuvallarım” ifadesini, “çocuklarım” anlayan, dengesi bozularak sandaldan düşen Cebrail’e sandaldaki adam tutunması için mızıkasını uzatır. Romanda en son anlatıcıya geçecek olan “mızıka” da böylece el değiştirir. Köhne sandal akıntıya kapılarak oradan uzaklaşır. Ömrü “gözlerinin önünden birer şimşek hızıyla geçen (s.154)” Cebrail’i badem bıyıklı adam kurtarır. Badem bıyıklı adam, Cebrail’e yemek getireceğini söyler. Anlatıcı, Cebrail Dede’sinin hikâyesini anlatırken “ Sonra efendime söyleyeyim, işte o gün o küçük odada, ağlamaklı yüz ifadesiyle(s.158)” dediği anda Haydar çıkıp gelir. Haydar’ın anlatıcıya sorduğu “Hikâyenin neresindesin?(S.158)” sorusuna anlatıcının verdiği cevap romanın döngüselliğine vurgu olması bakımından ilginçtir: “Açıkçası, kimi zaman ortasında, kimi zaman sonunda, kimi zamanda hala başındaymışım gibi hissediyorum kendimi. (S.158)” Postmodern anlatılarda sıkça rastlanan “metinlerarasılık” örneği olarak anlatıcı Hasanım Ali, yıllar önce yazdığı “Bin Hüzünlü Haz”a gönderme yapar, Haydar’ı o romanın Alaaddin’ine benzetir. (s.160) Yine asıl hikâyenin kahramanı olmasını istediği dayısının tek katlı evin bahçesindeki görüntülerini hatırlar ve Cebrail dedenin hikâyesine kaldığı yerden devam eder: Badem bıyıklı adam, Cebrail’e şekerci dükkânında iş vermiştir. Cebrail, hâlâ o felâketi unutamaz. Rüyasında köhne sandala alan adamın ellerini megafon gibi kullanarak kendisine “gün ola devran döne, gene görüşürüz azizim gene (s.167)” dediğini işitir. Okur, romanın ileriki bölümlerinde iki kaderdaşın tekrar karşılaşacaklarını hissetmiş olur. Anlatıcı, sonrasında badem bıyıklı adamın da geçmişini anlatır. Eserin geneline de sirayet eden masalsı bir anlatımın hâkim olduğu “ağlarken gözlerinden irili ufaklı taşlar döken güzeller güzeli kız (s.177)”ın ve “Horoz Dede(s.182)”nin hikâyeleri oldukça dikkat çekicidir. Badem bıyıklı adam, Cebrail’e “bir dükkan, bir ev, bir depo, ve çokça para bırakarak (s.194)” vefat eder. Cebrail, bir gün şeker dükkânını kapatır, yanına oğlunu da alarak büyük bir aşkla hiç görmediği hayalî bir kuşun peşine düşer. Hayallerinde, rüyalarında anka sürülerini, Bağdat kubbelerinden süzülen hüma kuşlarını, Hazreti Süleyman’dan Belkıs’a haber getiren hüthüt kuşunu görür olur. “Boynu incelip çöpe, kolları incelip çubuğa, parmakları incelip rüzgârda uçuşan bir demet ipliğe (s.208)” döner, her yerde dalga konusu olur.
Aslında anlatıcı Hasanım Ali’nin asıl amacı dayısının hikayesini yazmaktı. Oysaki 19 bölümden oluşan romanın sadece son iki bölümünde dayıyı aktif olarak görürüz. On sekizinci bölüme kadar dayı çağrışımlarla hatırlanmıştır sadece. Anlatı, aslında dayının hikâyesini yazmaktan korkmaktadır ve bunu Haydar ona ima eder. Cebrail dedenin kuşlar gibi çırpına çırpına ölümü ardından anlatıcının babasının içe kapanışı, şen şakrak dayının eniştesini ziyaretleri anlatılır. Dayı ve yeğen bu arada daha da yakınlaşmışlardır. Dayı, o yıllarda hikâye yazmaya yeni başlayan yeğenine kahvecilik geleneğinden gelen modern bir meddah tavrıyla hikâye anlatma sanatına dair öğütler verir:
Romanın başkişisi olması hedeflenen dayı sadece son bölüm olan 19. bölümün başkişisi olur. Her şey bir gün telefonun çalması ile başlar. Anlatıcının yengesi, eşinin “bakma hastalığı”na yakalandığını söyler. Dayı, neresine baksa orası morarmaya başlar ve serçe parmağı ile başlayan vücut uzuvlarının kaybı romanın trajedisini oluşturur. Kahkahalar atan bir kişilikten tüm uzuvlarını kaybederek sadece kafa ve gövdeye indirgenen ve sürekli ağlayan bir karaktere dönüşür dayı. Roman boyunca acımasızlıkları birkaç kez tekrarlanan çocukların tekmelerine maruz kalır. Bahçede dayısının kahkahaları ve nohut gibi iri iri gözyaşlarına şahit olan anlatıcı Hasanım Ali, ağlaya ağlaya Haydar’la birlikte evine döner ve dayısının hikâyesini yazmak için masanın başına oturur. Roman, üstkurmaca olarak bir döngüsellik içinde “roman içinde roman yazma denemesine ve bunun hikâyesine” [5] dönüşür.
[1] Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, Hasan Ali Toptaş’ın “Bin Hüzünlü Haz’ı: Öncü Türk Romanında Romantik Bir Uç Durak, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, s. 167-169.
[2] Hasan Ali TOPTAŞ, Uykuların Doğusu, Everest Yayınları, İstanbul, 2017.
[3] Ö. Faruk Huyugüzel, Eleştiri Terimleri Sözlüğü, Dergâh Yayınları, İstanbul 2018, s.374.
[4] Ö. Faruk Huyugüzel, a.g.e, s.195-196.
[5] Ö. Faruk Huyugüzel, a.g.e, 524.