Genç Ozanın Sancısı adlı eserinizden ve kendinizden bahseder misiniz? Okuru neler bekliyor?
Türkiye’de bir insanın yalnızca sanatıyla var olması ne kadar zor, hiç düşündünüz mü? Sıfırdan, yalnızca sanatıyla adını duyurmaya başlaması, kitlelere bu şekilde ulaşması günümüzde romantik bir düşünce. Niçin böyle peki? Diyesim, gerçekten yetenekli, çalışkan bir sanatçı niçin kendisini göstermekte günden güne zorluk çekiyor? Niçin onca kitap yayımlanırken o zengin Cumhuriyet Edebiyatı yazarlarından ırağız? Herkes bu soruları bir yerde sormuştur. İşte, Genç Ozanın Sancısı adlı romanım 2010’lu yılların Türkiye’sinde var olmak için önce kendisini, sonra çevresini ikna etmeye çalışan olanak hâlinde bir sanatçıyı, ozanı ele alıyor.
Gelin, birlikte düşünelim, az önceki sorulara yanıt ne olabilir? Yetmiş yıl önceden farkımız, artık o kadar zeki olmamamız mı? Hiç sanmıyorum. O dönemlerde sanat insanları, yazarlar, ozanlar ya da felsefeciler eserlerini ortaya koyduktan bir süre sonra toplum tarafından kabul edilebiliyorlardı. Çünkü toplumumuz o dönemlerde cumhuriyetin ilk on yılının hevesine sahipti. Kendi tarihini yazmak, edebiyatını yaratmak, felsefesini bulmak istiyordu. Toplumda bu arzunun bir karşılığı vardı. Sanatçı böyle bir toplumun içerisinde yüreğine gereksindiği itkiyi yerleştirip kendisini sanatıyla bütünleştirebiliyor, eserini yaratabiliyordu. Dahası, toplum, sanatsal üretimin iyisinden anlıyordu. O dönemlerde bile var olmakta zorluk çekmiş büyük ozan Orhan Veli’yi düşünün, ya bugün yaşasaydı? Yazdığı şiirlerle sağa sola koşarken ona saygı mı duyulurdu sizce? Yoksa şiirle ilgilendiği için çevresi tarafından hor mu görülürdü? Hor görülse, dalga geçilse iyi! Kendisi bile kendisinden kuşkulanır, belki çok erken yaşlarında yazma işini hepten bırakırdı. Çünkü çevresinde eskiden olduğu gibi kendisine benzer, şiire ilgili tek bir insan bulamayabilirdi. Evrendeki her canlı böyledir: Önce kendisinden farklı olan çevreye direnir, sonra zamanla ona yenik düşerek çevresine benzer. İsmi kapalı kapılar ardında şişirilen üç beş ismi bir kenara bırakalım. Artık yetişmiyor büyük bir edebiyat insanı. Ya da niçin yok bir filozofumuz? Besbelli, toplum bir filozofu gereksinmiyor. Filozofu yaratacak geleneğin temellerini atmıyor.
Bana gelince, ben ise bir felsefeciyim, bir edebiyat insanıyım, bir ozanım. Bütün bunları söylemek bana düşüyor. Çünkü içerisinde yaşadığım toplumda buna beni benden başka ikna edecek kimse yok.
Eserinizin girişinde, “Sorarım sana; elindeki acıyla yanmak mı istersin, pişmek mi?” diye sorup “Yanan”ın cevabını veriyorsunuz. Mevlana’nın “Hamdım, piştim, yandım,” sözünden hareketle “Yanan”a dair neler söylersiniz?
Bir felsefe dersinde öğretmenim Levent Kavas, “Beni hamken kopardılar, dolayısıyla eremem artık, ancak çürüyebilirim,” demişti. İşte, romanımdaki genç ozan, Tekin, hamken koparılıp çürüyen o kişidir. Romanı bu söz kadar iyi anlatacak başka bir örnek düşünemiyorum.
Sözünü açtığınız soru bana bir değil, iki roman yazdırdı, iki yanıtla birlikte. İlki “Yanan” idi ikincisi ise “Pişen”. Hepimizin bu yaşamda kimi acıları vardır, az ya da çok ötekine benzer. Önemli olan elimizdeki acının ne olduğu değil, o acı ile ne yaptığımızdır. Kimimiz yanar gideriz o acı ile, kimimiz ise o acıyla pişirir, var ederiz kendimizi. Yanmak, kuşkusuz ki edebiyata daha yakın. Pişmek ise felsefece… Ben bu nedenle yananın romanını daha edebi buluyorum, pişen ise felsefenin orada daha çok yer aldığı bir roman. İşte, görüyorsunuz, edebiyat ile felsefe her eserimde iç içe. Bu nedenle yazdığım eserlerin başında bir ipucu olarak Ben edebiyatla felsefenin sevişmesini istiyorum diyorum. Olan budur: Edebiyat ile felsefe sevişir, benim eserlerim ortaya çıkar.
Romanınızda edebiyatın değer görmediği bir toplumdan bahsediyorsunuz. Değeri bilinmeyen birçok sanatçı mevcut iken Orhan Veli’yi ve şiirlerini özel olarak seçmenizin bir nedeni olmalı. Sizi özellikle Orhan Veli’ye iten nedir?
Orhan Veli’nin yaşantısında kendisini zavallı hissettiği pek çok an var, tıpkı romanın başkarakteri Tekin gibi. Ben günümüzde var olmaya çalışan sancılı bir ozanı yazdım. Çevresinde kendisine benzer kimseleri bulamayan bir ozanı… Tekin adlı bu ozan kendisine benzetecek birilerini yaşadığı günde bulamayınca zorunlulukla arkadaşını geçmişte arayacaktı. Zorlanmadan bulduğu ise Orhan Veli oldu. Hatta romanı okuyanlar görecekler ki Tekin, Orhan Veli’ye gitmedi, Orhan Veli ona geldi.
Orhan Veli’yi seçmemdeki bir başka neden ise şiir anlayışımın ona benzemesi. En az Tekin kadar ben de kendimi Orhan Veli’ye yakın hissediyorum.
Karakter, genel itibarıyla, topluma yabancılığı ve topluma duyduğu hınç ile ön plana çıkıyor. Bunun nedeni sadece sanatın değersiz olarak görülmesi olmasa gerek. Çünkü tarihe ve günlük olaylara karşı da eleştiriler yapıyor karakterimiz. Günümüzün tüketim toplumunu ve değersizliğin bir değer hâline gelişini de göz önünde bulundurursak karakterin kendi içine yönelişinin psikolojik sebepleri olsa bile sosyal sebepleri hakkında söyleyebilecekleriniz nelerdir?
Son olarak ise okumak ve yazmak üzerine okuyuculara söylemek istedikleriniz nelerdir?
Okumak da yazmak da zannedildiğinden çok daha büyük bir uğraş. Ben on altı yaşımdan beri okuyorum, hâlâ iyi bir okur olduğumu düşünmüyorum. Öngörülerim iyi bir okur olmak için daha çok beklemem gerektiğini söylüyor. Yazma eylemi için de aynı durum geçerli. İnsanlar özellikle okumayı ciddi bir iş olarak görmüyor. Onu bir dinlenme aracı olarak düşüneni bile var. “Hobi” diyorlar bu yüzden, boş zaman işi olarak görüyorlar edebiyatı. Oysa edebiyat, gerek bir okur gerek bir yazar için fabrikaya benzer, ne kadar emek verirsen o da sana o kadar ekmek verir.
Yazmaya gelince… Yazmak istediğim, sürekli düşündüğüm onca eser var ki… Hep düşünürüm, kaç yaşıma kadar yaşarım bilmiyorum ama bu dünyanın en yaşlı insanı olarak bile ölsem yine arkamda henüz yazılmamış, yarım kalan eserlerimle terk edeceğim bu dünyayı. İçimdeki üretme dürtüsü, heyecanı… İşte beni dinç kılan biricik iş… İnsan üretmeden, üretmeyi düşünmeden nasıl yaşar, bilmiyorum. Bu sözlerim bugünün insanına çok yabancı, hatta yalan gelecektir, bunun farkındayım. Ama kendisine dürüst davranan bir insan şunun ayırdına varır: Ne okuyacaklarımız biter ne yazacaklarımız. Herhangi bir alanda, herhangi bir şekilde, insanların yararına olacak şekilde üretmeli. Ben bunu yazarak yapıyorum, bir başka insan ise kendisine hangi alanda üretmek yakışıyorsa onu bulup çalışmalı.
Romanı okudum. Söyleşiyi görünce de atladım. Geniş bir okur kitlesine ulaşacağına inandığım son yılların beni en çok çeken ve etkileyici paragraflarla dolu romanı için Hasan Furkan’a teşekkürler.
Kendine has üslubuyla daha ilk romanından etkilendiğim genç yazar. İnanıyorum ki, önümüzdeki yıllarda Türk Edebiyatı’na çok harika romanlar hediye edecek.
Kitap, okurken karakterlerle kendi hayatımı kıyaslayıp derin bir sorgulamaya girmeme sebep olmuştu. Kitap kadar bu söyleşi de son derece lezzetli olmuş. Tebrik ederim.
Eseri ve söyleşiyi okudum. Yazarın duygu-düşünce aktarımları sorgulayıcı üslubuyla yazılarında felsefe barındırması fark ettirici bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Umarım bir sonraki eserlerinde çizgisinde gelişimi devam eder edebiyatımıza değer katar.
Kitabı ve söyleşiyi okudum. İkinci bir Gogol doğuyor.
Türk yazınına yeni bir soluk getiren yazarımızı kutluyorum.