Hasan Özkılıç ile son romanı Şima odağında insanın bir aşkın peşinde arayışını, yol alışını, Mezopotomya’nın uçsuz bucaksız topraklarında yüzyıllar içerisinde oluşan hikâyelerin birbirine benzerliğini ve aynı zamanda benzersizliğini konuştuğumuz bir söyleşi gerçekleştirdik. İnsanlar çift yaratılmış olabilir mi? Peki ya aşklar? Sabır taşı evinin hikâyesi nasıl olurda öz hikâyemize dönüşebilir. Romandaki QR Kod uygulaması ile hikâyenin ortaya çıktığı ve yazıldığı coğrafyayı tüm ayrıntıları ile gördüğümüz Şima romanı odağında Hasan Özkılıç ile gerçekleştirdiğimiz söyleşi için buyurun lütfen.
Aynur Kulak: Kültür sanattın hayatınızda önemli bir yer kaplayan disiplinleri yolculuğunuzu nasıl etkiledi? Mesela ilk öykünüzü yazdığınızda, ilk olarak yayınlandığında yolculuğunuzun buraya kadar gelebileceğini düşünüyor muydunuz?
Hasan Özkılıç: İlk öykümü, “Anamın Umudu”, Demokrat İzmir Gazetesi, sanat sayfasında gördüğüm an zihnime çakılıp kaldı; unutulacak bir an değildi benim için o an. Öncelikle görselliğinden etkilenmiştim, bugün bile gözlerimin önünde o görüntü.Tuğla fabrikasında çalışıyordum. Gazete haftada bir gün (Çarşamba günü) çıkıyordu, bir sayfasının tamamını edebiyata ayırılmıştı. Ağırlıklı olarak şiir, öykü, küçük eleştiri-denemeler yayınlanıyordu. Bir edebiyat dergisi gibiydi, usta işi iyi ürünler yayınlanıyordu. Atilla İlhan uzun dönem gazeteyi yönetmişti ve bu sayfa da sanırım onun zamanında yayınlanmaya başlamıştı… Öyküyü göndermiştim. Çarşamba günleri, öğlen, yemek arası gidip gazeteyi alıyor, heyecanla sanat sayfasına bakıyordum. O gün, yayınlandığını gördüğümde inanamadım önce. Rüya gibi gelmişti bana. Ama rüya değil, gerçekti. İlk öyküm, “Anamın Umudu”, sanat sayfasının tam ortasında, neredeyse sayfanın yarısını kaplamış biçimde yayınlanmıştı. Mobilet motorum vardı, atladım motora, fabrikanın yolunu tuttum… Hayatımda en güzel gündür o gün benim için…
Edebiyat yolculuğumun nereye gideceğini bilmiyordum tabii. Sadece yazmak ve yayınlamaktı amacım. Ama sinemayla buluşmanın öncülü, fotoroman var. Bir yıl sonra, bu kez İstanbul’ayım, dayımın Fikirtepe sınırları içerisinde bulunan Çömlekçi Çukuru’ndaki gecekondusunda yine daktilonun başında harıl harıl bir öykü yazmaktaydım, fotoroman hikayesi. Hürriyet Gazetesi Kelebek eki yarışma düzenlemiş: Fotoroman konusu hikaye yarışması… Ödülü de o gün için az buz değil, birinci seçilecek öyküye iki bin beş yüz lira ödül verecekler. Hikâye fotoroman olarak çekilecek ve ayrıca bir erkek bir de kadın oyuncu seçilecek. Yazdım, gönderdim. Sonuç: Benim “Semo ile Zeyno” adlı hikayem birinci olarak seçilirken, erkek oyuncu da Menderes Samancılar seçildi. Bir de kadın oyuncu seçildi. Bu kadın sonra görünmedi. Evet, “Semo ile Zeyno” fotoroman olarak çekildi, Menderes Samacılar ile kadın oyuncu oynadılar. Sanırım yayını iki ay kadar sürdü… Demek hayat yolculuğum bir yerde sinema ile karşılaşacakmış… Yıllar sonra Erden Kıral el attı öykülerime ve Zahit adlı romanıma. İki güzel film yaptı: Öykülerimden “Vicdan”ı, Zahit adlı romanımdan da, “Gece”yi çekti. İki de kısa film var. Özcen Alper, “Adı Kargalarda Saklı” öykümden, “Motoguzzi’”yi, bir genç yönetmen Gökhan Altuntaş da, “Gül Ali” adlı öykümden aynı adlı kısa filmi çekti.
A.K: Altı öykü kitabınız ve yeni yayınlanan Şima ile iki romanınız var. Kitaplarınız arasında bir ortaklık olarak doğunun hikayeleri, öyküleri, masalları, mitleri; oranın insan hikayeleri, o coğrafyanın zorlu yolculukları, zorlu hayat koşulları mevzu bahis. Şima’da da böyle bir durum var elbet fakat Şima’yı yazma sebebiniz, meseleniz neydi tam olarak?
H.Ö: Yazar bazen bir andan, bir rastlantıdan, bir yerde gözüne çarpan, etkilendiği bir durumdan bazen de birini hayat hikayesinden etkilenerek yazar öyküsünü, romanını, şiirini… İran’ın Güney Azerbaycan bölgesi, Maku şehrinde halamın oğlu vardı, torunları var. Babam ve ablası, yüzyılın başında, Doğu’da yaşanan Ermeni Çetelerinin kıyımından kaçıp Maku’ya gitmişler. Halam onu üç-on dört yaşlarında, babam da dokuz-on yaşlarındaymış. Halamı o bölgeden bir adamla evlendiriliyor. Babam, savaş bittiğinde dönüp geliyor Iğdır’a, köyümüze. Halamın çocukları doğuyor. Onlara ziyaretlere gitmiştim. O gidişimde torunlarıyla Tebriz’e gittik. Tebriz’i gezdik sonra buradaki çok ünlü bir tarihi yapı olan Şairler Mezarlığı’na götürdüler beni. Çok etkilendim. Gerçekten çok farklı bir mekândı. Romanda QR kodla izlenen mezarlığın iki videosu var. İzlendiğinde görülecektir… Dönüşte, yolda roman düşüncesi doğdu bende… Şima serüveni böyle başladı. Tamamen kurgu tabii. Aslında roman 2014 yılında bitti. Bittikten sonra bir kez daha gittim Tebriz’e. O videoları o zaman çektim. Sonra 2021 yılının sonuna kadar Şima’ya çalıştım; beni yoran bir roman oldu. En çok zaman ayırdığım roman oldu Şima.
A.K: Romana ismini veren Şima, Behram’ın kaybolan, tabiri caizse sırra kadem basan, karısı. Şima’nın isim olarak birçok anlamı var. Yüz, çehre, beniz, tip, bir kimse gibi. Hatta bir yerde “Balmumu ışığı” nı da okudum anlamları arasında. Romanın kadın kahramanına ve romana Şima ismini verme sebebiniz hikayenin de konusuna uygun düşecek şekilde anlamlarından dolayı mıydı?
H.Ö: Ben de araştırdım, bir yerde de, “Şima, İbranice: Kutsal ışık” diye de geçiyor. Özelliklerine dair de bir notla karşılaştım. Şöyle tarif ediliyor: “Kırılgan, çok ama çok duygusaldır, hemen incinir ve kırılır, hassas bir bünyeye sahiptir…” Bu tanımı sonra, romanı yazdıktan sonra gördüm. Bana göre Şima tarif edilmiş gibi… Evet, isim önemli tabii. Ama benim amacım bir karakter yaratmaktı. Hikâyenin içinde farklı bir karakter… Sanırım bunu da bir ölçüde yapabildim.
A.K: Şima aslında Behram’ın hikayesi. Kaybolan karısını arayan Behram’ı, aşık bir adamı, onun hikayesini okuyoruz. Ana teması aşk olan bunun uğruna yollara düşen Behram’ın hikayesini aynı zamanda. Hikayedeki aşkı nasıl bir hissiyatla, bakış açısıyla yazdınız
Hasan Özkılıç: Bir arayış ve yol hikayesi anlatmak istedim. Yol, imge olarak beni hep çeker. Yol öyküleri var yazdıklarımın içinde. Bir de “yol” bana halk hikâyelerini de anımsatır. O hikâyelerin birçoğunda da aşık, sevgilinin peşinde hep yoldadır. Dağları aşar, uzun yolculuklar çıkar, kum denizinden geçer sevgiliye kavuşmak için… Şima’ya biraz da modern halk hikâyesi diye de bakabiliriz. Gelenekten izler taşıyan, geleneğe göndermeler yapan, (hem hikayesi ve hem de mekan anlamında); modern dil ve kurguyla hem düne hem de bugüne gidip gelen bir metin… Bir yanda “sabırtaşı” masalı gerçekmiş gibi anlatılırken, aynı adlı kurgusal bir mekân yaratılırken öbür yanda bu çağın bir göstergesi olan “QR Kod” larla okur romanın mekanlarını görmekte, izlemekte… Yenilik bir de dilde. İki anlatıcı varmış gibi görünür ama değil, üç anlatıcılı bir romandır Şima. Bunlar: Ana hikayeyi anlatan “ben” anlatıcı Behram, hikayeyi yazan olarak düşündüğümüz, “Şimdi, Oda” bölümlerinde verilen “Yazar” yazarı izleyen, onu anlatan üçüncü bir anlatıcı veya onu yazan, “ben” yazar… Şima yenilikleriyle, biçim denemeleriyle, bir anlamda bana göre aynı zamanda “deneysel” bir romandır
A.K: Yer yer bir destanı okuyormuş hissiyatına kapılarak okudum Şima’yı. Tabii buna hikayenin gidişatına serpiştirdiğiniz şairlerin, şiirlerin, masalların etkisi oldu. Sizin kitaplarınızda bu unsurlar çok önemli ve belki de bu yüzden “İnsanlar çift doğarmış…” düşüncesi ya da Behram’ın zihnini sürekli meşgul ettiği gibi, Şima mı karşımdaki yoksa hissettiğim aşktan dolayı mı böyle sanıyorum soru işaretleri bilincimizi meşgul eden en önemli unsur. İnsanlar çift doğar mı gerçekten? Böyle bir unsuru hikayenin gidişatına neden yerleştirmek istediniz?
H.Ö: Sık sık karşılaştığımız, duyduğumuz bir sözdür: “İnsanlar çift doğar” denir. Birbirine çok benzeyen insanlarla karşılaşırız bazen. Şaşırırız. Bu adam, bu kadın şuna çok benziyor, deriz. Hatta ikiz mi bunlar acaba dendiği de olur. Evet, Şima hikâyesi gerçek bir hikaye değil tabii. O anlamda, kurgularken, Melike/Şima benzerliğinin Behram’ın duygu dünyasında etkili olacağını, gel-gitler yaşayacağını, bocalayacağını düşünmüştüm. Yazdıkça, bu benzerliğin etkili, inandırıcı olduğunu anladım, yerinde bir karardı bana göre… Şairlere, şiirlere gelince… O coğrafyaya dair bir hikâye anlatıyordum; İran, Mezopotamya, Asya… Bu coğrafyaya dair bir hikâyenin içinde çok zengin olan İran edebiyatının şairlerinden şiirlerin girmesi romanın dokusuna uygun olacaktı; bu amaçla şiirlere, şairlere yere verdim; bence zenginleştirdi romanın dünyasını.
A.K: Uçsuz bucaksız Mezopotamya Tebriz, İsfahan, Baharat Yolu… Sadece yol deyip geçemeyeceğimiz, kendimizi bu yollarda anlatılan hikayenin içinde bulduğumuz, hatta hikayenin kendisi olabileceğimiz güzergahlar. Buradan yola çıkarak Sabırtaşı Evi’ni, hikayeye önemli bir katman kazandıran o evi konuşmak isterim sizinle. Şima’ya hem hikayenin gidişatı olarak hem de mekânsal anlamda en az yol alınan güzergahlar kadar önemli bir ayrıntı kazandırıyor, ne dersiniz?
H.Ö: Sabır taşı hikayesi doğuda, her bölgede farklı farklı anlatılır. Romanda anlatılan biçimi benim çocukken annemden, daha sonraları ablamdan dinlediğim biçimiydi. Romanı yazarken ablamı aradım, “Abla biliyorum Sabır taşı hikayesini, bir kez daha sen anlatır mısın?” dediğimde, ilk cümleri: “Sabrım taş, sabrım bıçak” oldu… Oysa başka anlatılarda, “Dinle sabır taşı” diye konuşur masaldaki kız. “Sabrım taş sabrım bıçak” çok daha farklı bir etki bıraktı bende ve romanın etkili bölümlerinde bu cümleyi kullandım… Eve gelince… Ev, oraya gidenler, mekan tamamen kurgu… Ama benim farklı bakış açım, duygusal yaklaşımım var kurguladığım mekanlara dair. Bir süre sonra ben de orayı artık bir gerçek mekânmış gibi algılamaya başlarım. Sabırtaşı Evi de öyle oldu. Şu an bile gözlerimin önünde, gerçek bir mekân olarak duruyor. Yani bir karakter yaratmak düşüncesiyle yola çıkarım, mekân karaktere dönüşür. Sabırtaşı Evi, Şairler Mezarlığı ve Tebriz’i bir karakter olarak anlatmaya, kurmaya çalıştım.
A.K: Romanın ithalik yazılan yerleri ile hikaye içerisinde hikaye okuduğum hissine kapıldım. Şima’nın yazdığı metinlerde ya da Sabırtaşı Evi’nin hikayesi boyunca da hikaye içinde hikaye mevzu bahis ve zaman içerisinde de –şimdi, geçmiş, gelecek- sıçramalar, geçişler olmakta. Romanın kurgusu, zamanda geçişleri, hikaye içerisinde hikaye okuma hissiyatı yaratma biçimi hakkında ne söylemek istersiniz?
H.Ö: Yazı hayatım boyunca yazdığım öykülerde romanda hep bir biçim arayışı içinde oldum. Kitaplarım birbirinden farklıdır. Başladığım bir yeni kitabın geride kalan kitaplardan farklı olmasını isterim. Becerebilirsem onu aşmak, daha bir üst noktaya taşımaktır… Öykülerim böyle. Zahit’te de yeni bir biçim denemesi var. Romanın bölümlerini, zaman sıçramalarını, “Şimdiki zamanda…” “Geçmiş zamanda…” “Gelecek zamanda…” gibi başlıklar biçimle yazdım. Şima’yı önce düz yazdım. Tek anlatıcılı, “ben” anlatıcı Behram’la hikaye anlatılıyordu. İçime sinmedi. Klasik bir biçimdi. Şimdiki hali, “Oda, Şimdi” biçimine sonra karar verdim ve roman değişti bu son halini aldı. Böylece, “Şimdi” ile romanın yazıldığı zamanı verirken, onu yazan yazar da girer romana. Ana hikaye Behram’ın ağzından anlatır. Böylece önemli bir değişiklik yaptığımı düşünüyorum.
A.K: Son olarak tüm dünyada pandemi dönemi ile başlayan bir yenilenme söz konusu? Gerçekten de bir yenilenme söz konusu olabilecek mi? Ve bu yenilenme sürecinde edebiyatın rolü nasıl olacak sizce?
Hasan Özkılıç: En önemli değişim, atmosferde olumlu yönde meydana gelen değişimdi. Fabrikaların kapanması, sanayiinin durması sonucu atmosferdeki zararlı gazların azalması, arınması… Kapitalizmin doyumsuz hırsının nelere mal olduğunu biz, faniler de Pandemi sayesinde görmüş olduk. Aslında çok güçlüymüş gibi görünen kapitalizmin ne kadar güçsüz olduğunu da. Dünyayı kimin, kimlerin yok etmeye çalıştığını ve tabii ki nasıl kurtulacağını da öğrendik, kulağımıza küpe oldu… Edebiyata gelince, bence çok etkisi olmaz. Bir rüzgâr edebiyat açısından, bence geçer, etkili olmaz.