ÇOK BEKLEYİNCE ACIR
Hatice Akalın: “Ötekinin sesini duyurmaya çalıştım öykülerimde, yanından öylece geçip gittiğimiz evlerin kapılarını tıklattım; avlularında gezindim; o evlerin gidemeyen, hep kalan insanlarına ses olmayı denedim.”
Hatice Günday Şahman: Sevgili Hatice Akalın, öykülerinize geçmeden önce edebiyat yolculuğunuzu sormak isterim. Akademik kariyerinizi edebiyat alanında yapmanız, öğretmenliğin yanı sıra Mahal Dergi’de editör olarak görev alışınızdan yola çıkarak, okumak-yazmak sizin için bir varoluş / yaşam biçimi oldu diyebilir miyiz? Yazıyla kurduğunuz bağı nasıl tarif edersiniz?
Hatice Akalın: Merhabalar, evet üniversite eğitimimi Dokuz Eylül Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği bölümünde tamamladım. Mesleğim sebebiyle on yıldır okulda ve özel yaşamımda metinlerle hep iç içeydim fakat sizin de belirttiğiniz gibi Mahal Dergi’deki yolculuğumla birlikte bambaşka bir gözden bakmaya başladım yazılara.
Okuma ve yazma üzerinde konuşacak olursam, bu iki eylem insanı diğer canlılardan ayıran temel eylemler gibi geliyor bana. Okuma ve yazma, bu dünyada kısıtlı zamana sahip olan insanoğluna sayısız deneyimi hissedebilme olanağı sunduğu için de hayatın merkezinde. Ben tatil için valiz hazırlarken neredeyse ilk olarak okumayı planladığım kitapları planlayıp kitaplığın bir köşesine diziyorum. Elbette her tatilde o kitapların tümü bitmiyor. Yine de kitapsız tatile gitme fikri çok eksik benim için. Bu yüzden diyebilirim ki okuyarak ve yazarak yaşamayı tercih ederim. Yazmak da bana göre hem yara hem yara bandı. Yazdıkça bir yandan yaralarımı kanatıyorum hissine kapılıyorum bir yandan da bu bir iyileşme hali gibi geliyor.
Hatice Günday Şahman: İsim olarak Çok Bekleyince Acır’ı belirlerken ne düşündünüz? Kitabı hangi bağlamda kuşatıyor? Bu arada Sertaç Altuntepe’ye ait kapak tasarımının da dikkat çekici, akılda kalıcı, öykülere dair ön izlenim ve ilgi uyandırması açısından çok başarılı olduğunun altını çizmek gerek.
Aslında kitabın ismi konusunda ikinci alternatifimizdi Çok Bekleyince Acır. Fakat iyi ki de editörüm Onur Özkoparan ile bu isimde karar kılmışız diyorum. Aslında çay metaforundan yola çıkarak bir hikâyeme bu ismi vermiştim fakat çayın çok bekleyince acıması gibi bazı duygular, bazı hayatlar, bazı olduramama halleri de çok bekleyince acır. Karakterlerimin çoğu da hayatlarında hep bir şeyleri olduramamış, bir yanıyla tutunamayan diyebileceğimiz karakterler olduğu için kitabın ismi bu bağlamda tüm hikâyelere dokunuyor diyebilirim.
Hatice Günday Şahman: Çok Bekleyince Acır nasıl ortaya çıktı? Kitaptaki on öyküde farklı yönleriyle kadın sorunlarını ve taşra insanlarının sıkışmışlığını, yalnızlığını, açmazlarını mercek altına almışsınız. Geleneksel dayatmalara, koşullandırmalara maruz kalan sadece kadınlar değil, sizin erkek öykü kişileriniz de toplumsal normlardan mustarip. Kaleminizi toplumsal gerçekliğimizin yansıması olan bu öykülere yönlendiren duygu nedir? Tematik yapı önceden belirli miydi, yoksa öyküler kendiliğinden mi böyle bir bütüne ulaştı?
Hatice Akalın: Ben de taşra diyebileceğimiz küçük bir ilçede büyüdüm diyebilirim. Uzun zamandır taşrada yaşamasam da köklerim hâlâ orada. Ve bu kopamama, bu arafta hissetme hali sanırım tüm öykülerimde kendini gösteren temel izlek oldu. Kitaptaki temaları önceden belirledim diyemem, bu kitap planlı bir yazma sürecinin ürünü olmaktan ziyade el yordamıyla kendimi bulmaya çalıştığım bir kitap oldu. Yaratmaya çalıştığım karakterlerin içinde bulunduğu sıkışmışlık hali, taşrada yaşayan çoğu kişinin hissettiklerinden çok farklı değil aslında. Öykülerimin aile, toplum, geçmiş, bellek gibi kavramlar etrafında gezinmesi, henüz kendimle veya toplumla meselelerimi halledememiş olmanın tezahürü sanırım.
Evet, bugünün kent yaşamından bakıldığında taşra/ kırsal yaşam atmosferinin çokça romantize edildiğini görüyoruz fakat bana sorarsanız taşra aynı zamanda, kişiler üzerinde tahakküm kuran da bir mekanizmaya sahip. Bu kişilerin çoğunun kadın olması ülke gerçeğini gözden geçirdiğimizde pek de şaşırtmıyor insanı fakat erkekler de toplumun istediği kalıplara uymadığında pek tabii onlar da öteki ilan edilebiliyor. Elimden geldiğince ben de ötekinin sesini duyurmaya çalıştım öykülerimde, yanından öylece geçip gittiğimiz evlerin kapılarını tıklattım; avlularında gezindim; o evlerin gidemeyen, hep kalan insanlarına ses olmayı denedim; umarım bunu bir nebze de olsa başarabilmişimdir.
Hatice Günday Şahman: Havalimanı temizlik görevlisi 27 numara Nezahat, Bay Yirmilik Diş, Sosyete Akif, Peruzat gibi farklı özellikleri ve temsiliyetleri olan “sustukları, susamadıkları, anlatamadıklarıyla sıradanlığın içinde kalmış”, kendi koşulları içinde direniş gösteren, takıntılı, ayrıksı karakterleri seçme ve yaratma süreciniz nasıl şekillendi? Nelerden beslendiniz ve duygudaşlığı nasıl kurdunuz?
Hatice Akalın: Bana sorarsanız insanoğlu içinde hep acabalar barındıran, dış sesiyle konuştuğundan daha çok iç sesiyle konuşan bir varlık. Ben öykülerimde bu iç sese kulak vermek istedim. Burada kastettiğim şey, bir iç monolog veya bilinç akışı değil. Kişilerin toplumdan gizlemeye çalıştığı, tüm tutarsızlıklarının tezahürü olan bu iç konuşmalar aynı zamanda karakterin kendiyle veya toplumla olan çatışmasını da okurun gözünün önüne seriyor. Nezahat, Bay Yirmilik Diş, Peruzat… Aslında her biri ayrı ayrı dünyalara, dertlere sahip karakterler gibi fakat iç dünyalarında yaşadıkları çatışmalar onları anlatılmaya değer kılıyor. Edebiyatın –çok sevmesem de bu kavramı zikretmek durumundayım şu anda- normalden beslenmediğini düşünenlerdenim. Kaleme aldığım öykülerde öyle büyük çaplı heyecanlar veya olay örgüleri olmadığının farkındayım fakat bu tam da anlatmak istediğim şeye hizmet ettiği için öykülerime dair bu bağlamda herhangi bir memnuniyetsizlik hissetmiyorum. Aksine anlatmaya çalıştığım şey, bir durma hali. Durduğumuzda gözümüze batanlar, ilerlememize ket vuracak denli “Beni anlat!” diyen hisler, çatışmalar. Hızlıca geçerken hiç de dikkat çekici gelmeyen hayatlar veya yaşanmışlıklar biraz yavaşladığımızda kendi içerisinde ne kadar da çok olmamışlık, vazgeçmişlik, hırçınlık barındırıyor bunu gözlemleyebiliyoruz.
Karakterleri yaratma sürecimde ise tek bir kişiden esinlenmekten ziyade etrafımda veya kendimde gördüğüm acabaların toplamından bir öykü karakteri oluşturduğumu söyleyebilirim. Günlük hayatın akışı içerisinde bir görüntü veya saplanıp kaldığım bir duygu, öykünün ve karakterin çatısını meydana getiriyor. Kafamda günlerce veya haftalarca dolaştırıp duruyorum o karakterin derdini, yeni acabalar ekleyip çıkartıyorum bu süreçte ona. Yazma aşamasına geçtiğimde bile zihnimde her şey tamamen bitmiş olmuyor, öykü bitene kadar şekil değiştirebiliyor karakterin sorunu veya dile dökmeye çalıştığı durumlar. Önceleri pek inanamazdım buna fakat öykü bitince dahi bir süre zihnimi o karakter ve öykü meşgul ediyor, böyle toparlayabilirim galiba cümlelerimi.
Hatice Günday Şahman: İncelikli, ayrıntılı bir bakış ve güçlü bir duygu aktarımıyla yalın bir gerçeği ifade etmekle beraber dipte saklı duran başka önemli meselelere de dokunan, yaşamın içinden çekilmiş farklı insanlık durumlarını öykülere taşırken, atmosferi kurarken, mekânı tasarlarken neleri önceliyorsunuz? Nasıl oluşuyor metinlerinizdeki atmosfer?
Hatice Akalın: Mekân, insanı o kişi yapan önemli ayrıntılardan biri bence. Kişinin nerede doğduğu, nerede yaşadığı, etrafını saran eşyalar veya renkler dahi kişiliğin temel yapı taşlarından biri. Anlatmaya çalıştığım meseleler, merkeze kişiyi alsa da etrafındaki daire genişledikçe aile ve toplum da geri planda hep varlığını hissettiriyor. Bu ilişkiler ağının meydana geldiği mekân da kişinin hayatında önemli bir yeri olan unsur olarak karşımıza çıkıyor. Mekân çokça ayrıntıyı barındırması yönüyle de öyküyü zenginleştiriyor. Bu ayrıntıların başında da eşyalar geliyor. Peruzat’ın törpüsü, Akif’in hep arka cebinde taşıdığı tarağı olmasa bu karakterler çokça eksilir diye düşünüyorum. Ben de öykülerimde “Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner.”[1] düsturundan hareket edip eşyaya sinen öykümüzün peşinden gitmeye çalışıyorum. Bazen kapı altına sıkıştırılmış bir bez parçası, bazen çeyiz için örülmüş bir dantel perde anlatmak istediğim kişiye dair çokça iz barındırabiliyor. Söylenmemiş olanı okumayı seven biri olarak eşyaya/mekâna dair ayrıntılar aracılığıyla bu satır aralarını okuyucuya iletmeyi seviyorum sanırım.
Hatice Akalın: Geçmişin izleri olarak görüyorum antik kentleri veya mimari kalıntıları. 2020’de İzmir’de bir Ara Güler sergisine katılmıştım ve çok sevdiğim bu sanatçının Türkiye’nin çeşitli mekânlarında yakaladığı kareleri inceleme fırsatım olmuştu. Bu tarz sergiler bana zamanda bir yolculuk hissi de veriyor. O gün en çok dikkatimi çeken karelerden biri de İzmir Kemeraltı Çarşısı’nda yıkılmaya yüz tutmuş bir sebilin fotoğrafıydı. Zengin bir ailenin bir dönem halk yararına yaptırdığı bu hayrat çeşmenin zaman karşısındaki dönüşümü, değişen dünyaya dair içinde barındırdığını hayal ettiğim kırgınlığı, gözüme anlatılmaya değer göründü. Bir nesneyi konuşturmanın yanı sıra döneme veya o eşyaya dair ayrıntıları elde etme çabası, beni birçok kaynağa götürdü. Ayna Taşım Çatlayınca Olanların Hikâyesi, böyle bir sürecin ürünü, geçen zamana yakmaya çalıştığım bir ağıt diyebilirim.
Hatice Günday Şahman: Yokuş, kilit, kapı, anahtar, törpü, örtü, diş, kül, pencere gibi çoğul anlamlı kavramları metafor olarak öyküye yerleştirirken nelere dikkat ediyorsunuz? Özellikle Yokuşun Getirdikleri öyküsü zorlu bir yaşamı imleyen “bitmek bilmeyen yokuş”, “bir kerede dönmeyen kilidin yağlanması” ile “psikolojik rahatsızlığı olan oğulun ilaç kullanmak zorunda kalması” benzetmesi üzerinden kurguladığınız güçlü bir metin. Metafor ve benzetmelerin öykü dilindeki yeri konusunda neler söylemek istersiniz?
Hatice Akalın: Bahsi geçen öyküme dair güzel sözleriniz onur verici, var olun. Ben bu veya başka öykülerimde ortaya çıkan metaforları öyküye planlı bir şekilde yerleştirdim dersem yalan söylemiş olurum. Bu daha çok sezgisel bir hal aslında. Bir hikâye inşa ederken çoğunlukla bir karaktere ihtiyaç duyarız ve bu karakterin anlatılmaya değer bir sıkışmışlığı olsun isteriz. İşte bu metaforlar, karaktere ve onun hayatındaki kara deliklere bizi çekiyor diyebilirim. Yokuşun Getirdikleri’nde de o hayat yorgunu babaya bir yokuş bulmam gerekiyordu ki karakter hayatla olan hesaplaşmasını bedensel olarak yorulduğu o mekânda yapabilsin. Evin köşesini dönerken hep farklı bir ruh durumunda olduğunu görüyoruz yine o babanın. Eve varmak, akşamı etmek, o olduramamışlıkla yüzleşmek… Bunlar okur için çokça çağrışımı barındıran durumlar, ben de karakteri ve öyküyü kurgularken bu çağrışımların gücünden yararlanmaya çalıştım.
Hatice Günday Şahman: Hayat öykünüzü ölmüş baba ve kızı Muazzez’i iki bölüm halinde farklı anlatıcıların bakış açısıyla, ortak nesneler ve olaylar üzerinden kurgulamışsınız. Sizi bu ikili anlatı tekniğine yönlendiren düşünceyi bizimle paylaşır mısın?
Hatice Akalın: O öyküde anlatmaya çalıştığım iki karakter, çocukluğumda bende çokça emeği olan, kişisel hikâyemde izi bulunan kişilerdi. Hayatlarının bir döneminde biri kalan, diğeri giden olmuştu. Bu ayrılığın sebebi bir küslük değildi, babanın ölümüydü. Gidenin aynı mekâna dönmesi, bende hikâye yazma dürtüsü oluşturan güçlü bir metafordu ve ben Hayat öyküsünde bu metaforun peşinden gitmeye çalıştım. Taşra, bir yanıyla da kalmak sözcüğünü çağrıştırdığı için öyküyü kalanın bakışından ve gidenin bakışından ayrı ayrı anlatmayı denedim. Sanki donmuş bir mekân, aynı eşyalar, ruhu o mekâna hapsolmuş hâlâ kızını bekleyen bir baba…Ve gitse de gidememiş bir evlat. Öyküyü yazarken hayat sözcüğünün Anadolu’da ihtiva ettiği mekânsal anlamının yanı sıra çağrışım gücünden yararlanarak onun hayatın merkezi ve akışı manasında da kullanılması çok cazip görünmüştü gözüme. Bunu bir kurgunun içerisinde eritmeye gayret ettim diyebilirim.
Hatice Günday Şahman: Kitabın ilk öyküsü 27 Numara Nezahat karakteriyle son öykü Nezahat’ın Kuru Fasulyeleri’nde tekrar karşılaşıyoruz. İlkinin devamı niteliğindeki ikinci öyküde Nezahat’ın ilerleyen dönemdeki yaşam kesitini, evliliğiyle ilgili sorunlarını dile getirmişsiniz. Kadının ekonomik bağımsızlığı olsa da gelenekler, ataerkil dayatmalar, roller değişmiyor, kadın kendini eksik hissediyor/hissettiriliyor ve sanki kendi tercihiymiş gibi temizlik aracı sürücüsüyken mutfağa geçiş yapıyor. Nezahat’a neden böyle bir son yazmayı uygun gördünüz?
Hatice Akalın: Mutlu son yazmak, bir direniş hikâyesi inşa etmek ilk bakışta güzel şeyler, umutlu şeyler gibi geliyor insanın kulağına fakat ben yaşadığım ülkedeki kadınların çoğunu gözlemlediğimde maalesef bir yitirilmiş hayat görüyorum. Medyadan bize yansıyan olaylardaki veya çevremizdeki hemcinslerimize baktığımızda veya mevcut iktidarın kadına bakışını gözlemlediğimizde umut çok gerilerde kalıyor bu meselede. Biz kadınlar ileride inşallah daha aydınlık günler görebiliriz fakat henüz umutlu olabilmek için yeterli motivasyona sahip değilmişim gibi geliyor. Bu yüzden Anadolu’da çeşitli dozlarda veya renkte görebileceğimiz yitirilmiş hayat örneklerinden birini sunmaya çalıştım Nezahat’in öyküsüyle. Aldığım dönütlere baktığımda Nezahat’i kendisine, annesine benzeten çokça kadın okurla karşılaştım. Bir yandan gerçekçi bulup diğer yandan onun kaybedişine üzüntü, öfke besliyor okuyanlar. Niyetim okuyanların bu öfkeyi hissetmesi, öfkenin de değişim için onları mücadeleye sevk etmesi. Tek temennim, bu küçük küçük mücadelelerin bizi umutlu yarınlara taşıyabilmesi. Bu bağlamda z kuşağından beklentim yüksek. O yüzden en çok lise çağındaki genç kızların kitabımı okumasını, kadına biçilmiş sınırları geçmek için ses yükseltebilmesini diliyorum. Kim bilir belki ileride Nezahat’e başka yolculuklarda yine rastlarız. Ama kitapta bir kabullenişlik, bir vazgeçmişlik içerisinde görüyoruz karakterimizi. Belki de ona öğretileni yaşamaktan henüz bıkmadı. Sonra ne olur, şimdiden bir şey diyemiyorum. Buna Nezahat karar verecek, bense sadece yazacağım.
Hatice Günday Şahman: Peki bundan sonrası için Hatice Akalın’ın masasında neler var? Öyküyle mi devam edecek yolculuk? Farklı bir türle mi?
Hatice Akalın: Daha yolun çok çok başındayım fakat öykücülükte ilerleyebilmek tek hayalim diyebilirim. Kalemimi güçlendirmek adına hem edebiyatın büyük ustalarının hem de çağdaşlarımın yazdığı tüm metinleri büyük bir iştahla okumaya gayret ediyorum. Elbet de yazmaya devam ederken insanın yolu değişebilir fakat bu günümden bakınca farklı bir türe geçme ile ilgili bir hevesim yok. İyi bir öykücü olarak, ardımda birilerine ses olabilmiş kitaplar bırakabilmeyi hayal ediyorum.
[1] Ahmet Hamdi Tanpınar, Her Şey Yerli Yerinde