Her şeyin bir rengi olduğu gibi günlerin de renkleri var. Günlerimiz karası, beyazı, mavisi, laciverdi, yeşili, neftisi ile arzı endam ederler ömürlerimizde. Üstelik her biri tüm albenilerini ya da arazlarını bizim duygularımızdan alır. Gabriel Garcia Marquez bu sebepten bizlere Kırmızı bir Pazartesi’yi anlatma gereği hissetmiş olmalı. Tuhaf bir cinayetle kana bulanan Kırmızı bir Pazartesi’yi…
Kırmızı Pazartesi Gabriel Garcia Marquez’in ilk kez 1981’de yayımlanan cinayet romanı. Bu esere cinayet romanı demek onun felsefi, sosyolojik, psikolojik, ideolojik ya da teolojik alt yapısını yabana atmak olsun istemesek de bu terimi kullanmak zorundayız.
Yazar bütün dünyada çok sevilen Kırmızı Pazartesi’de bölgesel olandan evrensel olanı yakalamış. Eser Kolombiya’nın küçük bir liman kasabasında işlenen aleni bir cinayetin işlenişindeki müphemliği yansıtıyor. Görünende gizlenmiş sırların, sırlarda açıkça ifade edilen haberlerin olabileceği hakikati hem tüm zamanı hem tüm mekânı kapsar. Romanın ana teması da bu tezat olsa gerek.
Kırmızı Pazartesi, maktulün rüyasıyla başlar: “Santiago Nasar, onu öldürecekleri gün, piskoposun geleceği gemiyi karşılamak için sabah saat 5.30’da kalkmıştı. Rüyasında kendini koca koca incir ağaçlarından bir ormanın içinden geçerken görmüştü, incecik bir yağmur çiseliyordu, bir an için mutluluk duymuş, ama uyandığında üstü başı kuş pislikleri içindeymiş duygusuna kapılmıştı.”
Santiago Nasar annesi “kuşlarla ilgili hiçbir rüyayı kötüye yorma” dediğinden içindeki tuhaf hissi dikkate almaz, anlaşılmaz bir duyarsızlıkla herkesin ve kendisinin bildiği sona doğru ilerler. Oysa yarım saat içinde evden çıkacak, keyifli ve tatlı bir uyku mahmurluğu içinde başlayan son gününden sadece bir saat yaşayabilecektir. Kitaptan edinebileceğimiz ilk izlenimlerden biri onun -ve elbette bütün kasabanın- umursamazlığında gizli: Aslında hayat bize daima birtakım ipuçları verir, bu ipuçlarına karşı duyarsız olmak ise bizim için kaderin biçtiği soyut bir gömlektir – ki bizi felaket endişesinden en çok o korur…
Santiago Nasar’ın öldürülüşünü yirmi yedi yıl sonra belki herkes unutmuştu, belki de hiç kimse onun hazin sonunu hafızasından silemiyordu. Bütün kasabada bir kuşak böylesine karmaşık bir vahşetin gölgesinde doğmuş ve büyümüştü. Gabriel Garcia Marquez’in ruhunda ise derin izler bırakan bir olay olmalı bu cinayet. Her dehşetin akla ve hayale sığmayacak büyüklükte izdüşümleri mevcuttur. Özellikle insanı, her yönüyle seyre talip zihinler için. Kırmızı Pazartesi, kurmaca ile gerçeğin ortasında bir yerlerde duran konumuyla yazarın bütün kasaba ve kendisi ile iç hesaplaşmasını ele verir nitelikte bir eser.
Gabriel Garcia Marquez, Kırmızı Pazartesi’de kahraman anlatıcı tekniğini kullansa da birçok kişiyle yaptığı görüşmeleri bir araştırmacı titizliğinde işler. Böylelikle bir olaya bakan onlarca çift gözün ve bu onlarca çift gözün gördüğünü algılayan onlarca aklın bakış açısını aktarır. Araştırmaları sırasında Santiago Nasar’ın son günü olan o pazartesi gününü kiminin yağmurlu ve kapalı, kiminin aydınlık bir gün olarak değerlendirmesi oldukça önemli bir ayrıntı. Yazar Arap asıllı bir Kolombiyalının ülkenin yerlilerinden birileri tarafından namus uğruna (?) öldürülüşünü birçok görgü tanığının ağzından aktararak doğrunun insandan insana göreceliği hakikatini hatırlatmaktadır.
Yazar, Santiago Nasar’ı öldüren ikiz kardeşlerin cinayetten sonraki durumlarını şöyle tasvir eder: “İşledikleri bu vahşi cinayet nedeniyle bitkin bir durumdaydılar, üstleri başları ve kollarıyla suratları terden sırılsıklam olmuş, taptaze kana bulanmıştı, ama rahip gelip böyle teslim olmalarını son derece onurlu bir davranış olarak hatırlıyordu. “Onu bilinçli olarak öldürdük,” demişti Pedro Vicario, “ama biz masumuz.” “Belki Tanrı katında öylesinizdir,” demişti Peder Amador. “Tanrı katında da, insanların gözünde de,” demişti Pablo Vicario da. “Bu bir namus sorunuydu.”
Kırmızı Pazartesi’deki cinayet neredeyse bütün kasaba sakinleri, hatta kasabanın rahibi tarafından bile haklı bulunuyordu. Öldürülen genç adamın suçsuz olması ihtimalini, gençliğini, annesinin çektiği acıları biliyor ya da tahmin ediyor olmaları onların önyargılarının değişmesini sağlayamaz. Davanın yargıcının verdiği kararın yanına “bana bir önyargı verin, dünyayı yerinden oynatayım.” yazması, bu karamsar yorumun altına da, kan rengindeki aynı mürekkeple içinden ok geçen bir kalp resmi çizmesi kendi içindeki kesif önyargıyı da ele verir. Santiago Nasar’ın ölümü onun da pek umurunda değildi. Oysa yazar asla onlar gibi düşünmüyordu. Eser boyunca Santiago Nasar’ın masumiyetini ima eder. Anlaşılan o ki, bu talihsiz gençten yana olan sadece annesi ve yazardı.
Angela Vicario evlendiğinde bakire çıkmayınca bunun suçlusu olarak Santiago Nasar’ı neden gösterdi? Eğer bu bir iftira ise neden başkasına değil de ona böyle bir iftirada bulunmuştu. Okur olarak bizler bunun genç adamın üç kuşak önceden de olsa farklı bir ülkeden gelişine, ülkenin gerçek sahipleri olarak onların orta halli bir hayat sürerken Santiago ve ailesinin daha konforlu bir hayat sürmesine içerleyişine bağlı olduğunu düşünebiliriz. Yazar katiller ve maktul arasındaki etnik ve ekonomik farktan sık sık söz ederek bu fikrimizi kuvvetlendirir. İkiz kardeşler Pedro ve Pablo günlerce her yerde cinayet planlarından söz ederlerken dinleyenler o yaşlarına kadar çizdikleri iyi insan portrelerinin yanı sıra onların zengin bir adamı öldüreceklerine ihtimal vermezler. Santiago Nasar’ın öldürülüşü böylece kamuya ifşa edile edile gerçekleştirilir.
Kırmızı Pazartesi’nin gerçeği ele alış tarzında kendine özgü bir yapı bulunmakta. Gabriel Garcia Marquez küçük ve yoksul bir sahil kasabasında geçen olay örgüsünü öyle yalın, öyle sakin dile getirir ki okur inanılmaz, aynı zamanda dehşet verici bir cinayeti, ilk cümleden itibaren kanıksamış hale gelir. Oysa her ölümün hele ki her cinayetin olağanüstü bir yanı mevcuttur. Sıradan bir ölüm dahi hikayesini dinleyende ya da okuyanda hayret hissi uyandırır. En ince ayrıntısına kadar anlatılan bu cinayet öyküsünü okunurken ölüm alışıldık bir hale getirilmekte.
Yazar Kırmızı Pazartesi’de zamanda ileri ve geri gidişlerle eseri durağanlıktan kurtarmış. Okur birkaç satır farkla cinayetin işlendiği sabahtan yirmi yedi yıl sonrasına, birkaç hafta öncesine, Santiago Nasar’ın atalarının Kolombiya’ya yerleştiği yıllara, Angela Vicario’nun düğün gecesine, damadın (Bayardo San Român ) kasabaya geldiği ilk günlere, Angela Vicario’nun evine geri döndükten sonraki yıllarına, ikiz kardeşlerin hapishane günlerine, Santiago Nasar’ın cenazesinin otopsi edilişine, genç adamın ölmeden önce annesinin gözlerinin önünden bir hayalet gibi geçiş anına, cinayetin işleneceği dedikodularının yapıldığı günlere şahitlik ediyor. Böylece yazar okurun geçmiş, gelecek ve bugün algısı üzerinde oynamalarda bulunarak esere hareketli bir zaman boyutu kazandırıyor.
Cinayet işlemek insan nesline Kabil’den kalan kötü bir miras. Çoğunlukla kimin, ne zaman ve neden cinayet işleyeceğine kişiler karar vermiyorlar. Santiago Nasar’ın öldürülüşü bu türden bir cinayet, adeta toplu karar verilip işlenen bir suçtur. Kasabaya adım atmak istemeyen piskoposun, suya sabuna karışmayan rahibin, albaylıktan emekli belediye reisinin, Santiago Nasar’ın hizmetçisinin, onu yeterince romantik bulmadığı için “keşke seni öldürseler” diyen nişanlısının, Angela Vicario’yu bakire çıkmadığı için reddeden eşinin, kızına “aşk da öğrenilir” diyerek Bayardo San Român’la evlenmesine sebep olan annesinin ve daha birçok kişinin cinayette parmağı vardır. Gabriel Garcia Marquez toplumun birey üzerindeki katı tahakkümünü sorgular kolektif bir cinayet öyküsünün safha safha aktarılması ile.
Dinin ve din adamlarının özellikle gelişmemiş topluluklar üzerindeki etkileri tartışma kabul etmez bir gerçekliktir. İster batıl ister hak dinlerde olsun durum bundan ibarettir. Kırmızı Pazartesi’de yazar din adamları ve halk ilişkisini irdelemeden geçemez. Romanda kızı iffetsizliğinden dolayı evine dönen baba “kim bilir piskopos ne düşünecek?” diye irkilmektedir. Oysa belki de piskoposun hayatta, horozibikleriyle pişirilmiş şahane çorbadan daha fazla umursadığı bir şey yoktur. Safiyane hislere sahip halk kitleleri ile onların din duygularından faydalanan kişiler Asya’da, Afrika’da, Güney Amerika’da yaşasalar bile önemli farklılıklar oluşturmazlar. Eserin düşünsel temellerinden birisini de bu acı gerçek oluşturmaktadır.
Yazar romanın bir yerinde, kasaplık mesleğinin insanın ruhunda adam öldürmeye yatkınlık olduğunu gösterip göstermediğini sorar kasaplara. Fakat onlar yazarın tezine karşı çıkarlar “Biz bir hayvan kestiğimizde gözlerinin içine bakmaya cesaret edemeyiz,” derler. İçlerinden biri, daha önceden bildiği, hele hele sütünü içtiği bir ineği kesemeyeceğini söyler yazara. Yazar onlara Vicario kardeşlerin kendi yetiştirdikleri, adlarıyla çağıracak kadar yakından bildikleri aynı hayvanları kestiklerini hatırlatır. “Doğru,” diye karşılık verir bir tanesi, “ama dikkat ederseniz onlara insan adları değil, çiçek adları koyuyorlardı.” Eserde yer alan bu konuşma, yazarın kafasındaki kasapların cinayete yatkınlığı fikrini irdeler niteliktedir. Meslekleri kasaplık olan ikiz kardeşler mutfak bezlerine sardıkları kasap bıçakları ile gözlerini dahi kırpmadan cinayet işlerler. Görgü tanıklarından birisinin onlardan söz ederken “Tıpkı iki çocuğa benziyorlardı,” demesi ve bu düşüncenin onu ancak çocuklar her şeyi yapabilirler yargısından dolayı korkutması da yazar tarafından aktarılan bilgilerden birisidir. Yazar psikolojik çözümlemelerle olayı analiz ederek okurun algı eşiğini yükseltir.
Dünya üzerinde en çok sıkıntıyı herhangi bir ülkede azınlık olarak yaşayan insanlar veya topluluklar çekmiş olmalılar. Sen ben basamağından biz basamağına yükselemeyen insanlık, azınlıklara karşı zulüm uygulamaktan vazgeçmemiş durumda. Araplar yazarın deyimiyle “en ücra, en yoksul Karayip köylerine 20. yüzyılın başlarında yerleşmiş barışçı göçmenlerden oluşan bir topluluktu, hayatlarını oralarda kalıp panayırlarda renk renk kumaşlarla incik boncuk satarak sürdürmüşlerdi. Birbirlerine bağlıydılar, çalışkandılar, Katolik olmuşlardı. Kendi aralarında evleniyorlardı, buğdaylarını dışarıdan getirtiyor, avlularında koyun besliyorlar, mercanköşk ve patlıcan yetiştiriyorlardı, en büyük tutkuları kâğıt oyunlarıydı” Gabriel Garcia Marcuez Kırmızı Pazartesi’de yabancı düşmanlığına karşı geliştirdiği duruşu sergiler. Vicdanı hasar görmemiş, kalp aynalarının sırı bozulmamış insanlar bilirler ki iyi ya da kötü insan olmanın dini, dili, cinsi, milliyeti yoktur. Üstelik azınlıkların / göçmenlerin de çoğunluk / yerli nüfus kadar yerleştikleri topraklarda yaşama hakları vardır. Yazar meseleye dair sözlerini şöyle sonlandırır: “Dahası vardı. Pablo Vicario’nun ishalini kesen, aynı zamanda ikiz kardeşinin iyileşmesini sağlayan mucizevi çarkıfelek ve pelin çayını salık veren de Suseme Abdala adındaki yüz yaşında bir Arap kadın olmuştu.”
Kırmızı Pazartesi sezgisel öğelerin ağır bastığı bir roman. Yazar yoğun imgelerle oluşturduğu üslubunda söylemek istediklerini açık seçik beyan etmektense okura sezdirmeyi tercih ediyor. Roman kahramanları da ortak bir hal ile henüz yaşanmadan olacaklardan haberdar gibidir. Hayata ve hayatın akışına karşı duyarlı olmak insanların beş duyu organlarıyla yetinmeyip çok daha fazla hisse sahip olmalarını sağlar. Buna rağmen kasaba sakinleri kendi -insan olmalarından kaynaklı- vasıflarından o kadar habersizlerdir ki sağır, kör ve lal olurlar adeta. Santiago Nasar için “daha o zamandan bir hayaleti andırıyordu” diyebilen bir kadın genç adamı “onu öldürmek için” aradıklarını söyleyen Vicerio kardeşlerin işleyecekleri cinayete ihtimal dahi vermeyebilir. Oysa yazar Kırmızı Pazartesi’de rüyaların gücünü dahi hatırlatarak onların farkında olmadıkları yeteneklerinin aynısının bizde de var olduğunu vurgular.
İçsel yolculukları derinlere olan insanların kalpleri zamanla daha bir hassas olur. Başkalarının üzerinde fazlaca iz bırakmayan olaylar onların ruh hallerini alt üst edebilir. Hatta bu alt üst ediş bazen uzun yıllara yayılır. Sanatla ilgili kimselerin takıntılı ruh hallerini anlayabilmekte onların hassas iç dengelerinin de hesaba katılması gerekir. Gabrel Garcia Marguez’in gençlik dönemlerinde şahit olduğu, aslında şahit olmayıp vaveylasıyla sarsıldığı bir cinayet onun mahkeme arşivlerinde, kasabanın eski sokaklarında, unutulmuş insan adlarında, dolaşmasına yol açar. Kırmızı Pazartesi’de okur, yazarın detaylara sığınan, inceliklerle avunan iç dünyasına da şahitlik ediyor.
Küçük dünyaların dar atmosferinde nefes almaya çalışan insanlar, dışarıdan yalın bir gerçeklikle iç içe yaşıyormuş gibi gözükseler de her birinin içsel bahçelerinde gizli kalmış iyi ya da kötü sayısız farklılıkları mevcuttur. Kırmızı Pazartesi küçük bir liman kasabasında yaşanan dehşetli bir olayı en ince detayına kadar anlatarak okurda felaket hissini ve şaşkınlık hissini aynı anda uyandırır. Hiçbir şeyin görünen yüzüyle yetinmemek mecburiyetini aşılar.
Okunan her kitap gibi Kırmızı Pazartesi de bitti hem de kalbe sayısız keder ve iç burkulması ekerek: “Halam Wenefrida Mârquez, ırmağın öte yanındaki evinin avlusunda bir tirsi balığının pullarını temizlemekle uğraşıyordu, Santiago Nasar’ın eski rıhtımın merdivenlerini inip kendinden emin adımlarla evine doğru yürüdüğünü görmüştü. “Santiago, yavrum!” diye bağırmıştı. “Neyin var?” Santiago Nasar,onu tanımıştı. “Beni Öldürdüler, Wene Hala,” demişti. Son basamakta tökezlemiş, ama kendini hemen toparlamıştı. “Hatta bağırsaklarına bulaşan toprağı eliyle silkelemek titizliğini bile gösterdi,” dedi bana Wene Halam. Sonra saat altıdan beri açık olan arka kapıdan evine girmiş, mutfağın içine yüzükoyun yığılıp kalmıştı.”