Metaforlar çoğu kez, hatta hemen hemen her zaman sözcüklerden çok daha güçlüdür. Rutin anlamlı, doğrudan doğruya söyleyiveren kelimeler zihinde ne derece dar çağrışımlar oluşturursa; belli belirsiz işaret eden, gizemle kuşanmış sözler sayısız çağrışıma adaydır. Zihinlerimizde ve kalplerimizde en derinlere nüfuz eder. Metaforlar şair ve yazarların saklı bahçelerine açılan birer kapıdır. Bu nedenden ötürü herhangi bir şairi ya da yazarı daha iyi anlamamızda kullandığı metaforların izini sürmek son derece faydalı olacaktır. Bu yazı Temmuz Suçlu’daki metaforları irdeleyerek Cemil Kavukçu’ya ve öykücülüğüne dair açılımlarda bulunmayı hedeflemektedir.
Kitabın ilk öyküsü “Patika”. Rutin gerçeklik ve kendi içsel dünyası arasında sıkışıp kalmış entelektüel bir adamın günlük hayatından alınmış kesitler var bu öyküde. 12 Eylül sonrasında savrulan sosyal düşlerin izdüşümlerini takip etmek de mümkün. Zafer, görünürde mutlu bir hayat yaşıyor, sakin göllere benzeyen dingin ve problemsiz bir hayat. Tüm çevresi tarafından onaylanan bir evlilik gerçekleştirmiş. Tüm bunlara rağmen gözü hep yaşadığı kentin eteklerine kurulduğu dağda. Ve o dağa giden patikada. Yazar iki çok önemli metaforu yan yana kullanıyor. Dağ Zafer’in -belki de yazarın- yalnız kalma, kaçıp kurtulma, kendi içine dönme arzusunu ele veriyor. Patika ise anayoldan, herkesin gittiği güvenli fakat sıkıcı yoldan ayrılmak, biraz daha kendine özgü olan yola sapmak anlamına geliyor.
Dağı işaret eden bir bölüm: “Masa lambasının düğmesine basıp salonu kör bir karanlığa boğarak pencerenin başına geçmiş, perdeyi aralayıp dağa bakmıştı. Dağ neydi, bilmiyordu.” Demek ki dağ bir yandan kendine çekiyor, diğer yandan bilinmezlik ifade ediyordu.
Belki de hiçbir zaman kendisi olamayan Zafer antik çağlarda yaşamış bir roman karamanı kurgular: Hilas. Hilas Zafer’in başaramadığı bir şeyi başarıp çok sevdiği dağa çekilebilmiştir. Zafer ise yaşadığı kentin tarihine ait bir söylenceyi romanlaştırarak yaşantısındaki içine sinmeyen sayısız unsuru yok sayacaktı. Bir arkadaşına şunları söyler: “Doğru, önceleri bu kentin bilinmeyen geçmişini yazmak istiyordum. Neden, biliyor musun? Bilinmediği için. Ben kafamda istediğim gibi, istediğim kişilerle kuracaktım kenti. Bu büyük düşün getirdiği büyük coşku da yavaş yavaş söndü. Şimdi dağ ile ilgiliyim. Çünkü kentten önce de vardı o. Görkemi, çekiciliği hem coşku, hem de güven veriyor bana. Hilas söylencesi -ki onu da sen bulup getirmiştin- dağa sığınan, belki de kaçan, bir daha kendisinden hiç haber alınamayan birini anlatıyordu.”
Dağ kadar patika da hem çeker hem de korkutur onu. Karşıdan izlediği dağa giden bir patika hep gözlerinin önünde uzanmaktadır. Yazdığı romanın adıdır Patika… İnce, zarif ve kendine münhasır bir yoldur patika Zafer için. “Kendimi ne kadar tanımış olduğumun ayrımına varınca korktum. İçimde yanlışlara açık kımıl kımıl oynayan bir kurt var. Tohumlarını birkaç gün önce serpti içime. Hızla büyüyor. Balkona doğru çekiliyorum. Orada uçurumun serüvenlerine giden incecik bir patika var. Korkuyorum. Çünkü o patika dağa gidiyor.” Bir patika düşünün serüveni ve endişeyi içinde harmanlayan. Bu haliyle karmaşık bir ruhun içerdiği ne çok unsuru barındırır bu metafor.
Bir de adam var Patika’da… Zafer’in evinin bulunduğu sokağa girince apartmanlarına bitişik bakkal dükkânının önünde, her zaman aynı yerde, aynı sandalyede oturan badem bıyıklı bir adam. Onu gördüğünde tepesinin tası atar kahramanımızın. “Kimdi bu adam? Ne iş yapardı? Ne zaman sokağa çıksa ya da eve gelse onu sokağa hâkim bir yere kurulmuş, çekik gözlerini iyice kısarak geleni geçeni süzerken görüyordu. Her zaman da elinde dönen fosforlu bir tespih vardı. Bu adam her nedense ürkütüyordu Zafer’i. Böyle ne olduğu belirsiz, insanları gizlice sorgulayıp kollayan insanlardan oldum olası nefret etmişti. Buraya ilk taşındıkları gün çıkmıştı karşısına bu adam. Hem de dairenin kapısında belirip hamallarla birlikte içeri girerek, çevreyi sinsi gözleriyle tarayarak, ‘Kaça tuttun burayı yeğenim? İyi yeğenim iyi, güle güle oturun.’ O günden sonra ne zaman karşılaştıysalar hep selamlaştılar. Kimi kez abartılmış bir coşkuyla alırdı selamını, kimi kez de gözünün birini kısıp başını çokbilmiş bir biçimde ağır ağır sallayarak, sözde Zafer bir suç işlemiş de, o her şeyi biliyormuş gibi. Selam vermese, görmezden gelip geçse onu kızdıracak, böylece yapmayı tasarladığı kötülüğün sürecini hızlandıracakmış gibi gelirdi. Bu adam yüzünden buradan taşınmayı bile düşünmüştü.”
Sakın Zafer o incecik patikadan, o kudretli dağa gitmeyi ve bir daha asla geri dönmemeyi bu ve benzeri insanlardan uzak kalmak tutkusundan ötürü istiyor olmasın!
İkinci öykünün ismi “Tabanca”. Gece yarısında jeneratörün pat patları ve köpek havlamaları eşliğinde ağır çekim filmi anımsatan bir düşten / kâbustan uyanıyor Hakkı… Bir soygun düşüdür Hakkı’nın gördüğü. Kendisinin de karıştığı, kuyumcunun alkolik dayısı tarafından öldürüldüğü soygun, üç kişi tarafından gerçekleştirilse de Hakkı uyandığında üçüncü kişiyi bir türlü hatırlayamaz. Ondan “Üçüncü kim? Tanımıyor Hakkı. Düşsel biri, hiç görmediği, tanımadığı garip bir yaratık. Kalın kaşları var. Sırıtınca uzun uzun dişleri çıkıyor ortaya,” diye söz ediyor yazar. Düşte üçüncü kişi ürküntü ve korku veren bir adamdır. Temmuz Suçlu’nun neredeyse her öyküsünde korku ve karanlık tipler hep var. Cemil Kavukçu’nun öyküye bir düşle başlaması da oldukça dikkat çekici bir özellik. Düşlerimiz iç âlemlerimizi ele verirler kuşkusuz. Onların yorumu; geçmişimizi ve kişilik özelliklerimizi gizler, herkesten hatta kendimizden bile sakladıklarımızın üstlerindeki örtüyü kaldırır. Düş metaforu sık sık karşımıza çıkan bir metafordur. Kahramanlar dolayısıyla da yazarların kendileri sık sık gerçek dünyadan düşlerin belli belirsizliğine iltica ederler.
Sıkıntı verici, kasvetli ve insanlardan uzak bir iş kampında geçen öyküde başkalarından tecrit edilmişlik hâkim. “Kampın çevresi üç sıra birbirine koşut dikenli telle çevrilmişti. Yıllardır kullanılmaktan iyice yıpranmış, yağmurlardan paslanmış, yer yer sarı, kara köpek kıllarının takıldığı hiçbir işe yaramayan dikenli bir tel. Güvenceden çok tutsaklık havası veren yadırgı bir önlem.” Şeklinde anlatılan başka insanlardan soyutlanma duygusu öykünün genelinde yoğun olarak hissediliyor. Karavanadan çıkan kötü yemekler, ne olacağı kestirilemeyen, herkesin kaçıp kurtulmak istediği kamp ortamı, etraf patlayıcılarla çevrilmiş durumda… Yazar bazı bölümlerde kahraman bakış açısını kullanıyor yani orada ruhu sıkılan kimselerden birisidir. Bazı bölümlerde ise tanrısal bakış açısını kullanıyor. Böylece hem olayın içinde hem de dışındaymış izlenimi uyandırıyor okurda.
Hakkı, Frederick Forsyth’ın İt Dalaşı’nı okuyor. Afganistan’da geçen olay maden yatakları için emperyalist devletlerin girdiği insanlıktan uzak dalaşı işliyor. Tabanca’da da anlatılan ortam maden arama işiyle ilgili. Fransızların bıraktığı depolar ve iş araçları kullanılıyor çalışma sırasında. Yazar emperyalizmin kirli tuzaklarına göndermede bulunmuş oluyor böylece. Gelişmişlik yolunda hayli geri kalmış bir ülkenin insanları, kendileri de orada ne aradıklarını, ne yapacaklarını bilmeden tuhaf bir döngüde dolanıp duruyorlar. Tıpkı ruhlarında ağır tahribatlar bırakmış bir ihtilal sonrası gibi. Örneğin depolarca patlayıcının içinde bir tabanca ruhsatı dahi alamıyorlar. Oldukça akıl dışı ikilem değil de nedir bu!
“Soğuma Günleri” isimli üçüncü öyküde öykü kahramanı birine mektup yazıyor. Yazdığı mektuplar aracılığıyla hem içindeki buhranları dışa vurup rahatlıyor hem de illegal birine yazdığı için yeni derin sıkıntılar yaşıyor. Mektup edebi türler içinde belki de en samimi olanıdır. İşin ilgi çeken yanı ise Soğuma Günleri’nin sonunda yazılan mektubun muhatabının kahramanın ta kendisi olduğu ortaya çıkıyor. Öykü kahramanı meçhul dostuna -ki aslında kendisidir- mektup yazmaya başlama nedenini şöyle açıklar: “Birden her şeyi sana yazabileceğimi düşündüm. Evet, sana! Çekmeceleri açıp kapadım. Gürültüyle kâğıt arıyorum. Yok. Konuşamasak bile sana yazarım. Uzun bir mektup olur. Bir uçurum mektubu; başı sonu belirsiz. Koyu duman rengi bir boşluk, dibini göremiyorum. İçimi sana dökerim. Çekmeceleri hızla çarpıyorum. Şurda saman kâğıtlarım olacaktı. İşte, buldum onları. Önce karalamasını yazarım –bilirsin hep öyle yaparım–, sonra temize çekerim. Uçurum mektubu! Evet evet, iyi düşündüm bunu. Nasıl korkmaya başladığımı, sonra nasıl soğuduğumu…”
Alıntılanan satırlarda konuşamamak, uçurum, korku ve soğuma metaforları hemen ilk bakışta göze çarpıyor. Konuşamamak; iletişimsizliği, ulaşamama, anlaşılamama ya da yanlış anlaşılma endişesini, çoğu kez de cesaretsizliği işaret eder. “Konuşamıyorum öyleyse yazayım,” der kahramanımız. Uçurum metaforu boşluk ve dibini görememekle ilgili. Derinlik ve birbirinden kopuş ifade eder. Bir adım dahi atmaktan çekinmek anlamına gelir. Hem bireysel hem de sosyal öyle çok uçurum vardır ki çevremizde çoğu kez her birimiz kendi adamızda doğar, yaşar ve ölürüz. Korku Temmuz Suçlu’ya damgasını vuran duygudur adeta. Devasa bir sosyal depremin akabinde yaşanan, belirsizlik ve tekinsizliğin tetiklediği, tarifi zor bir korkudur bu. Ve asla kişisel değildir, kolektif özellik taşır.
Mektubu yazan kişi nedense ünlenememiş bir öykücü. Bir yanıyla toplumcu gerçekçi, sosyalist olan bir adam, diğer yanıyla ailesini düşünen, kendi yağında kavrulan bir aile reisi. Yazdığı öykülerin ünlenmemiş olmasını yazınsal mafyaya bağlıyor. Üstelik bu konuda yerden göğe haklı olmalı. Yazar, kahramanının öyküleme gücü hakkında bilgi vermese de yazdığı mektup üslubuna dair ipucu niteliğinde. Kitaptaki çoğu kahraman gibi onun yazarının gölgesi olduğuna ilişkin bir duyguya kapılıyoruz. Nitekim bir yerde “İşsiz güçsüz oturuyoruz. Boşuz. ‘Ülkemizin yeraltı zenginliklerini bulacağız,’ demiştim anımsarsın, ikimiz de öğrenciydik o zamanlar…” der. Bu cümle Cemil Kavukçu’nun biyografisi ile uyum sağlamaktadır. Öyleyse öykü kahramanının serzenişi az da olsa yazara da ait kabul edilebilir.
“Esin canavarı derdim, geceleri gelirdi. Beni uykumdan ederdi. Yüzlerce öykü yazdım, bilirsin, bir o kadar da tek perdelik oyun. Bir romana başlamıştım, başı sonu belirsiz. Evini gemi sanan çıldırmış bir kaptanın, içinden hiç çıkmadığı odasında geçiyordu roman. Ama romanı bitirememiştim. Yazdığım öyküleri zarflara doldurup –bir tomar sarı zarf almıştım bu işler için– yazın ve sanat dergilerine postalardım. Sessiz, tedirgin, sinir bozucu bir bekleyişten sonra aynı dergilere sert mektuplar yazıp tavırlarını eleştirirdim. Ne kadar dergi varsa hepsine öykülerimi gönderdim. Olmadı. Sonra bir gün onları banyoya taşıyıp sobada birer birer yaktım. Aysun o gün ısınan suyla çamaşır yıkadı, sonra biz yıkandık. Su hâlâ sıcaktı. Kısacık yazarlık serüvenim de böylece bir banyoda noktalanmıştı. Buna en çok sevinen Aysun oldu, çünkü huysuzluklarımı bu zavallı uğraşa bağlıyordu.”
Başkalarının hayal dünyasında “esin perileri” benzetmesiyle şekillenen kavram öykü kahramanımız tarafından canavar olarak nitelendirilmekte. Ürkütücü, vahşi, yorgunluk ve sıklet verici değil midir gerçekten de ilham çoğu kez? Onun yaşadıkları edebiyatla yakından ya da uzaktan ilgilenen herkesin başından geçmiştir. Bu yüzden mafya tabirini kullanır zaten. Karşı tarafta yankısı olmayan öyküleri, aslında kendisini cezalandırır, eşi ise buna çok sevinir. Öykü kahramanındaki huysuzlukları “bu zavallı uğraşa” bağladığı için. Böylece yazar ortak bir duygusal gelgite atıfta bulunmuş olur.
Bir gün çay bahçesinde bir adamla karşılaşır, adam yalnız ve oldukça dalgın bir haldedir. Görenlerde ilk etapta düşünüyor izlenimi bıraksa da kahramanımız onun gözlerinde korku görür. Aslında onun gözlerinde gördüğü belki de kendi korkularıdır. Buhranlı geçen dört aylık bir süreden sonra aynı adamı bu kez birahanede görür. Gözlerinde hep o bilindik korku asılmaktadır. Adamın yanına gidip neden korktuğunu sorar, adam yüzündeki tuhaf gülümseme eşliğinden “olmayacak şeylerden, aslında belirsizlikten” diye cevap verir. Peki ya, ne gibi olmayacak şeylerdir bunlar? Mesela çalıştığı iş yerinden kovulmaktan, evine ekmek götürememekten korkmaktadır. “Yalnız bu kadarla kalsa iyi, kitaplarımdan da korkuyorum, okuduğum gazeteden de… Ev sahibimden korktuğum kadar, oturduğumuz kaçak inşaatlar sitesindeki (çok katlı kondular bunlar) küçük dairenin duvarında beliren, hep büyüyormuş gibi gelen çatlaktan da korkuyorum. Hepsini unutur gibi olsam bu kez kocaman gözlerle bana bakan –bana bakan, evet, benim gözlerime bakan– küçük yürekleri tıpır tıpır atan ölmek üzere olan çocuklar geliyor gözümün önüne. Analarının boynuna sarılmışlar, açlık denen belaya bile tepkisizleşmişler artık. Buruş buruş derili, kara derili çocuklar, kupkuru memeli analar… Bunları unutur gibi oluyorum. Ama korku bitmiyor. Güneşin doğmasına ramak kalmış bir yaz gecesi örneğin, ortalık birden ışıyor. Çok kısa, çok korkunç bir ışıma bu. Dipsiz bir karanlığa yuvarlanmanın çok sesli parlaması. Sonra insanları, hayvanları, evleri, ağaçları yakıp kavuran, damla damla eriten düşünülemez bir ısı. Bir kaos. Nükleer savaş! Atom başlıklı füzeler. NBC…”
Sonra ne mi olur, öykü kahramanı uzun uzadıya yapılan (?) konuşmanın ardından; aslında yerinden hiç kalkmadığını, adamın yanına iç gitmediğini anlar. Tüm bu sözler adamın gözlerinin içine baktığında kendi kafasının içinden geçmiştir. Her şey varla yok arası, düşle gerçeğin karıştığı o kesif noktada meydana gelmiştir. Adamın sıraladığı korkular seksenli yıllarda ülkemizde, hatta bütün dünyada duyumsanan varoluşsal ve siyasi korkulardır. Kitaplar, gazeteler onları okuyan, evlerinde barındıran, bir şekilde ellerine tutuşturulan, bazen de kimliği meçhul kişiler tarafından evlerine yollanan insanları ölümcül bir hastalık kadar korkutmaktadır. Hele bir de küresel acılara karşı duyarlı insansa, susuzluktan ve açlıktan buruş buruş olmuş kara derili çocuklar, kupkuru memeli kadınlar sorgulayan gözlerle ruhunun derinliklerini acıtır. Dünyayı saran kaos, soğuk savaşın izleri, nükleer savaş ihtimali, atom başlıklı savaş füzeleri derken modern ve düşünen insanlığı korkutacak ne çok etken var.
“Gece” öyküsü, bir diyalogla başlar. Baş başa kalmak isteyen genç bir çift arasında geçer konuşma: “Kim gelirse gelsin açmayacak mıyız kapıyı?” diye sorar kadın, erkek cevap verir: “Açmayacağız!” Kadın devam eder: “Emin misin?” Erkeğin cevabı kesin ve nettir. “Evet.”
Ev ve kapı metaforları çok kuvvetli bu öyküde. Ev bir başka deyişle yuva, binlerce açık ya da gizli unsuru imlemektedir. İnsanlar her türlü fırtınadan, tehlikeden, tehdit ve saldırıdan evleri sayesinde korunurlar. “Gece” öyküsünde eve kapanma, başkalarını dış dünyada bırakma isteği göze çarpıyor. Evimiz zaman zaman bizim inimiz değil midir? Bazen koşar adımlarla ona yürürken, içeri girip kapımızı kapattığımızda muhteşem bir huzur duygusuna kapılmaz mıyız? Kapıyı açmak ya da açmamak da bizim elimizde. Cemil Kavukçu kapı ve ev metaforlarını bir arada kullanarak en vazgeçilmez ihtiyaçlarımızdan olan güvende olma ihtiyacımızı anımsatıyor.
Öyküdeki adam ve kadın evlerinde kim bilir kaç kez arkadaşlarını ağırlamışlardı. Fakat arkadaşlıklar git gide soluyor ve tükeniyordu. “Ercan’ın karısı söylemişti bunu galiba; “televizyon olmayınca…” Sıkıntılı dakikalar yaşamıştık. Olağan elektrik kesilmesi dışındaydı. Kesintiler ve ölümler kanıksanmıştı artık. Bir arıza vardı, ne zaman giderileceğini kimse bilemezdi. Titreyen mum ışığında otururlarken -hayır, sıkılırlarken-anlamıştı, birçok şeyin değiştiğini, artık çok az ortak yanları bulunduğunu, salt bir zamanlar arkadaş olduklarından –oysa nasıl bir arkadaşlıktı onlarınki; arkadaşlıktan da öte bir şeydi belki… Ne günler yaşanmış, ne sıkıntılara göğüs gerilmiş, ne özverilerde bulunulmuştu– görüşüyorlardı. Bitmişti işte. Bir araya geldiklerinde televizyona sığınıyorlardı”
Alıntılanan metinde yitip giden arkadaşlıkların yanı sıra başka kayıplar da ele alınıyor. Yazar, “Kesintiler ve ölümler kanıksanmıştı artık. Bir arıza vardı, ne zaman giderileceğini kimse bilemezdi.” Diyerek ülkedeki elektrik kesintilerinde yaşanan yoksunluğun salt fiziksel hayatlarımızı değil, ruhlarımızı da derinden sarstığından söz ediyor. Ölümler, faili meçhuller, siyasi nedenlerle darp edilen insanlar derken ne çok ortak acımız vardı ve bu acılar artık sıradan hale gelmiş kanıksanmıştır. Toplumsal bir arıza hüküm sürüp gitmektedir, üstelik arızanın sona ereceği de yok gibidir. İki cümle ile çizilen panorama 12 Eylül sonrasının korkutma, sindirme, silikleştirme politikasının bir ürünüdür. Akabinde “oysa nasıl bir arkadaşlıktı onlarınki; arkadaşlıktan da öte bir şeydi belki… Ne günler yaşanmış, ne sıkıntılara göğüs gerilmiş, ne özverilerde bulunulmuştu” iç sözü, aydın bir kafanın seksen öncesi kurulan dava arkadaşlıklarının özveri ve adanmışlık hissine atıfta bulunması değildir de nedir! Oysa işte çoğu solan gölgelenen arkadaşlıklardı artık, tükenmişliklerini televizyon ekranına sığınarak gizlerler. Öykü kahramanı o gece herkesle birlikte onlara da kapılarını kapatır. Çekirdek ailesinde dinlenmek istemektedir şüphesiz. Günümüz insanın da çok daha belirginleşen küçülme, kalabalık olmaktan yorgunluk duyumsanıyor bu öyküde. Şimdilerde yapayalnızlaşmaya, tek kalmaya evrilen bir kaçma eylemi bu.
“Gemi” isimli öykü, metruk bir gemide kendisine gelen bir adamın öyküsü. Gerçekte gemide mi yoksa düşte mi geçiyor uyanma eylemi? Belki de öykü kahramanı kendisinden başka hiç kimsenin olmadığı bir gemide değil de bir düşün içinde uyanıyor. İzbe, kirli ve karmaşık bir mekân. Eğer bu bir düşse hayra yormak da pek güç olsa gerek. Peki, başka bir ihtimal var mı? Neden olmasın! Başka bir ihtimalin olup olmadığını ancak öykünün sonunda öğrenebilecek okur.
Mekân ve zaman açısından belirsizliklerle dolu olan öykü modern bir masalı anımsatıyor. Sanki az sonra karşımıza devler, cadılar, heyulalar, ucubeler ve daha nice dehşetli varlık çıkacak. Öykü kahramanının nerede olduğu, ne zaman yaşadığı, gerçekten var olup olmadığı kestirilemiyor. Yazar bir anıdan yola çıkıyor olabilir ya da gördüğü bir kâbustan ruhunda kalan esintilerden de… Veyahut sonu bir yolculuğun son gecesini betimliyor da olabilir.
Gemi bir metafor olarak aslında insana güzel şeyler vaat ediyor. Onunla maviliklere açılmak da mümkün. Fakat Cemil Kavukçu metruk bir gemiyi seçerek korku temasını öne çıkarıyor. Kitabın birçok yerinde karşımıza çıkan korku… Dönemin dayatması, gerçekte varoluşun gereği olan bir korku… Öykü kahramanı bağıra çağıra şiir okuyarak korkusuna direniş gösteriyor. Ve aklımıza kurşuna dizilmeden önce şiir okuyan şairleri getiriyor: “Yine yıldızlara baktım. ‘Ses bekliyorum!’ diye bağırdım. Kendi sesimden korktum. Bağıra bağıra şiir okumaya başladım. Belleğimde ne kadar az şiir olduğunu şaşarak gördüm. Her şiiri yineleyerek belki on kez okudum.” Yalnızlığın uğultusuna karşı yıldızlardan ses bekleyen adam, aslında onların bizden çok uzaklarda olduklarını, sesimizin onlara ulaşmayacağını ve onların bize seslenmeyeceklerini pekâlâ bilmektedir.
Düş metaforu her şeyin yani dünyanın, yanı başımızdakilerin, yaşamın, sahip olduklarımızın, kendimizin yalan olduğunu anımsatır bizlere. Gemi’deki adam, gerçekle düş arası bir yerde, debeleniyor, uyanması olasılık dâhilinde görülmüyor. Faili meçhul bir ışıkla kendine geliyor. Işığı elinde tutan: “Ne cuma gecesindeyiz ne de sen ağır bir düşün içindesin,” diyor. Sonra bir ses, “Seni götüreceğiz. Ellerin ve gözlerin bağlanacak.” diye ekliyor. “Neden?” sorusuna karşılık bir tokatla geliyor. “Dengemi sağlamak için tutunmaya çalıştığım masa ile birlikte yere yuvarlandım. Artık bir düşte değildim, anladım.” Öykünün sonu olay akışı boyunca kamara olarak betimlenen yerin bir hücre olduğunu ima ediyor. Kamara da hücre de yalnızlık ifade eden metaforlar, fakat bir ayırım var aralarında. Biri seyahat ve özgürlük sunar, öteki ise olanca dehşetiyle her türlü olumsuz kurguya adaydır.
En Büyük Gözler’de yine belirsizlik hüküm sürüyor. Bilinç akışı tekniği kullanılıyor. Son derece düğümlü bir öykü, ana tema yine korku… Bu sefer iğdiş edilme korkusu… Sünnet arifesindeki her erkek çocukta görülebilecek, ömür boyu üstesinden gelinemeyebilecek bir korku bu. Atını dağlara sürmek istiyor çocuk. At ve dağlar, birbirlerini tamamlayan metaforlar. Atın üstünde kendisini her ne kadar hükümdar zannetse de çocuğun içinde bir ürperti hüküm sürüyor.
“Kır bir atın üstündeyim, evet, ama herkeslerden gizlediğim ya da gizlemeye çalıştığım bir biçimde gümbür gümbür vuruyor yüreğim. Korkuyorum. Çünkü kan yitiminden ölmüş çüksüz çocuk mezarlarından söz ediliyordu sokak aralarında. Ya da çükleri yan kesilmiş ya da kökten kesilmiş çocuklardan. Korkuyordum.” Sokaktaki erkek çocukların birbirlerini korkutmak amacıyla uydurdukları yarı efsanevi, abartılı hikâyeler gerçekten de dayanılmaz endişe verici olmalı. “Kır at geniş bir caddeden geçiyor şimdi. Herkes acıyarak bakıyor bana. Çünkü az sonra kan dökülecek, biliyorlar.” Sünnetçi canavara benzetilmekte, ona takılan isim ise Cellat. Öyküdeki çocuk herkesin kendisine acıdığını düşünüyor ister istemez. Ufak bir kaçma girişiminden sonra Cellat’ın eline düşüyor, ötesi malum. Fakat öykünün sonu bir trajedi ile sona eriyor gibi. Sanki gerçekten de çocuğun korktuğu başına geldi. Yoksa bu da yazarın bilinçaltı ve kolektif korkusunu mu işaret ediyor sadece! Cellat metaforu da sıradan bir seçim değil. Celladın siyah ve kıllı ellerinde – ki çoğu çingenelerden seçilirmiş önceleri- can veren gençlere atıf uzak bir olasılık değil.
Aile hayatı ve serseri bir yaşantı arasında sıkışmış bir adam Remzi. “Serpme” adlı öykünün başkahramanı. Motosiklet tamircisi, kendi yağıyla kavruluyor o ve ailesi fakat hercailikleri de var aynı zamanda. Bir de onu baştan çıkarmaya hazır bir arkadaşı. İşbaşındayken gelir Sülo, onu motoruna bindirip şehir kırsalına içki içmeye götürür, sözde balık avıdır niyetleri.
“Remzi’nin belli belirsiz söylenmeleri. Odunluğa hırsla giriyor. Leğenin arkasında da bulamazsa ne olur? Söver. Kapıyı tekmeler. Evi başına yıkar. İki çizme ile çıkıyor odunluktan Remzi. Dış kapıyı çarparak kapıyor. Çizmeleri ve serpmesini motosikletin sepetine yerleştiriyor. Kendi de kara gözlüklü Çingene kılıklı adamın arkasına oturuyor. Gazlayıp gidiyorlar. Cemal sokak başına kadar arkalarından koşuyor. Behiye tülün ardından bakıyor bir süre ve Allah belanı versin diye bağırıp deterjan köpüklerinin patır patır patlayıp söndüğü çamaşır leğeninin başına dönüyor.”
Kenar mahallenin itilmiş ve örselenmiş hayatından kısacık bir kesit, kocasından hem korkan hem de ona ve serseri arkadaşlarına karşı öfke besleyen kadın, babasının peşinden koşan erkek çocuğu… Remzi onları bırakıp âlem yapan arkadaşlarına koşar. Temmuz Suçlu’da alkol, içki meclisleri, şarap, rakı ve bira sık sık karşılaşılan unsurlar. Hemen hemen her öyküde kullanılıyor içki metaforu. Bir kaçışın, sığınmışlığın, boşvermişliğin yansıması olarak. Yoksulluk dahi kendinden geçerek unutulabilir zaman zaman. Ya da yalnızlık hissi harbi kabul edilen içki arkadaşlığıyla savuşturulabilir.
Topal, meyhanenin sahibi Hamdi, kendi içkiye başlama öyküsünü şöyle nakleder: “İlk rakımı yıllar önce bir pazar günü, ağzı altın dişlerle kaplı bir Çingene’nin gözlerini yumup ‘Nereden Sevdim O Zalim Kadını’ adlı şarkıyı söylerken yudumlamıştım. Omzumda kocaman bir el, boğum boğum parmaklarından fışkırmış kapkara kıllar. ‘Hah şöyle be,’ diyordu, ‘adam oldun artık.’ Sulu ayran rengindeki bu zehri ağzımda dolaştırıyor, bir türlü yutamıyordum. Sabun gibi, kusturucu bir tadı vardı rakının.” Bakınız biz Doğu halkları için şarkılar bile başlı başına sarhoş etme gücüne sahiptir. Ve içkinin her türünü içmek açıktan ayıplansa da kapalı olarak erkeklik, adamlık alameti sayılır. Rakıya aslan sütü denmesi de bu metaforik övgünün sonucudur.
Sonrasında Hamdi -ki o zamanlar topal değildir- içkinin müptelası olur. Annesinin üzüntüsü, sitemleri onu üzse, sendeletse de bu böyledir. Galiba içkinin yakayı bırakmaması, kolayca terk ediliverilen insanların kendilerini sahiplenen bir kavrama olan ruhsal minnettarlıklarına yol açmaktadır. “Yazısı kötü yazılmış biçarenin der de ağlar. Hangimizin yazısı düzgün be ana, derim. Kızar bana. Ters ters bakar. Münafık der. Zıkkımın kökünü iç her gece e mi, der. Elimde değil, her sabah uyandığımda artık bu son, içmeyeceğim diyorum. Ama akşam çökünce, ahh, akşam çökünce ben bambaşka bir adam oluyorum ana. Bir kahır, bir kahır, içmesem dayanamayacağım sanki.” Akşamla birlikte çöken hüzün ve tek başınalık hissini “bir kahır, bir kahır, içmesem dayanamayacağım sanki” biçiminde anlatmaya çalışır kahramanımız. Bir güç, bir dayanaktır ona göre içki. Yazar aynı zamanda hüzün, sarhoş olma ihtiyacı ve kederli şarkıları iç içe ele alarak hayat karşısında yenilgiye uğramış bir adamın serencamını aktarmaya çabalar.
Öyküde geçmiş zaman ve halihazır farklı bölümler halinde ve paralel olarak anlatılır. Geçmiş zamanda ben / birinci tekil şahıs anlatıcı, şimdiki zamanda ise o / üçüncü tekil şahıs anlatıcı kullanılır. Bilirsiniz, insan belleği zamanda ve mekânda yolculuğu ışıktan bile hızlı gerçekleştirir. “Yürek yanmış koçum, dedi, fena yanmış,” cümlesi ile sona eren öykü kinayeli bir anlatımla hem Topal Hamdi’nin müşterisi için közde pişirdiği “yüreği” hem de hani şu ancak sarhoş olmakla unutulan “yürek yanmasını” kast eder.
“Kına- Gece” isimli öykü, özellikle taşrada düğünlerin olmazsa olmazları sarhoşları konu alıyor. Akşam boyunca kına gecesini bir kenarda sakince izleyen her düğünde “hazırı mutat zevat” alkolün etkisi ile yavaş yavaş boy göstermeye başlarlar. Oynarlar, sarhoşluğun adabını bozmadan, ona buna sataşmadan naralarını atarlar, havaya kurşun sıkarlar vs. Özellikle havaya sıkılan kurşun öykünün en korkutucu yanı olsa da gece kazasız belasız atlatılır. Bu öykü, dünyaya yarı uyur yarı uyanık, yarı açık yarı kapalı gözlerle bakan insanların dünyalarını gözler önüne sermekte. Normal insanlar onları hangi pencereden izlerlerse izlesinler; onlar kendilerine özgü, yazılmamış kuralların uygulayıcılarıdır. Ve herkesten çok şen -aslında belki de herkesten kederli- bu dünyadan geçerler.
“Rıza’nın göbeğini biçimli biçimli sallaması, parmak aralarına taktığı tahta kaşıkları konuşturarak ortaya çıkması ‘saat gibi’ olduktan sonradır. Gazinolardaki assolist gibidir. Kendini ağırdan satar, ama Konyalı’yı Rıza gibi oynayan yoktur. Kemiksiz Macit’in Avare’yi oynayıp avrat gibi kıvırması da Rıza’lı düğünlerin değişmez kurallarındandır. Kocaman ellerini çarparak Macit’e tempo tutarken, kimi gür kahkahalar patlatır, kimi de yandan çarklı bir gülüşle oyunu izlerdi.”
“Gezintiler” kitabın en ilginç öykülerinden birisi. Askerden dönen genç, askere giderken bir serseri hatta esrarkeş olarak bıraktığı ağabeyini dindar bir adam olarak bulur. Hani derler ya “gidersen gelemeyebilirsin, dönsen de bulamayabilirsin” işte tam da öyle! Öyküde gelgitler ön planda. Halk arasında tövbekâr olmak bazen hiç hatasız olmaktan bile yeğdir, çünkü onlara umudu aşılar. Fakat öyküdeki tövbekâr ağabey her zamanki gibi ılımlı yaşamayı bilmez, nasıl ki serserilikte tepe noktalarında geziyorsa dindarlıkta da aynı tutumu sergiler. Anne, büyük oğlunun bu iki uçta ortayı bulamamasından şikâyetçi:
“Yemekten sonra anneannem kalktı, bir tüy hafifliğindeki bedenini sürükleyerek odadan çıktı.
‘Ne zamandır böyle?’ dedim.
‘Anneannen mi?’
‘Yok,’ dedim, gözlerimle tavanı gösterdim.
‘Bilmem,’ dedi derin bir soluk alarak, “arada esiyor işte. Ama onun aklını Sabri Hoca denen biri bozdu. Bir sene var, sanayi camiine imam gelmiş bu herif. Öyle vaazlar veriyormuş ki, dinleyenin yüreği ağzına geliyormuş. Bu salak da kanmış ona. İnsanlıktan çıktı. Arada kendine gelir gibi oluyor, sakalını kesip camiyi namazı bırakıyor, işine dönüyor; sonra bir bakıyorsun o cüppe yine sırtında, suratında kapkara bir karış sakal.’ ”
Zira dış dünyadaki dengeyi kurmakta içsel dengeyi sağlamak en önemli şarttır. Bazı insanlar ve bazı toplumlar bunu asla başaramazlar. Gezinti’de çizilen ve bireyselmiş izlenimi veren bir kararda duramama hali düpedüz toplumsal bir olaydır ki neredeyse son kırk yıldır enikonu belirginleşmiştir.
“Abimi tanımıyordum, hiç tanımıyordum. Sıkılgan, içedönük biriydi. Gönlü hep kuru kaldı. Toplumdışı kalmış insanlara ilgi duyardı. O da öyleydi. Kalabalık bir dinleyici kitlesine, birçoğunun artık ezberlediği ‘Keçiler’i bir kez daha anlatıyordu. Sarhoştu. Gülerken yüzü elmacıkkemiklerinde toplanıyordu. Daha o zamanlar, bu gülüşün ardında gittikçe bozulan bir iç dengenin gizleri vardı da anlayamamıştım. Kısık gözleri harcanmış bir zekânın iki yorgun tanığı gibiydi.”
Az önce sözünü ettiğimiz denge problemi öykü kahramanımızın dilinden özetleniyor. Ağabeyin ballandıra ballandıra anlattığı anı da “Keçiler” başlıklı anı da oldukça sıra dışı bir toplu halüsinasyonu hatırlatmaktadır. “Filo” diye anılan ve serüvenleri kahvelerde anlatılan beş altı kişilik bir arkadaş grubu tarafından yaşanmış hezeyanı yansıtır.
“Yaşam güzeldi. Önümüz yazdı” deyip hayıflanır “Duman”da hava kirliliğinden ölen evsiz adam. İki temizlik işçisi sabahın erken saatlerinde onun ölü bedenini bulduklarında açlıktan ve soğuktan öldüğünü sanırlar. Oysa evsiz, şehrin dayanılmaz dumanına maruz kaldığı için ölmüştür. Kısa bir süre önce anlamsız hayatını kendi elleriyle sona erdirmek istediği halde son anlarını kurtulabilme, kaçabilme güdüsüyle geçirir.
“Kocaman elleriyle üst geçit köprüsünün demirine tutunup bedeninin ağırlığını kollarına verdi. Bu cehennemi ilk kez görüyormuş gibi dehşetle irkildi. Sessizlik ve sahipsizlik, elleriyle kavradığı demirin soğuk yüzüne bile sinmişti. Ne güneş vardı ne ışık; ne aydınlıktı ne karanlık; günle gece, ölümle yaşam arası gibiydi baktığı boşluk. Ortalık öylesi bozbulanıktı ki; pişmanlık, acıma, korku ve inançsızlığa benzer karmaşık duygular içindeydi. Gözlerini biraz daha kıstı. Hiç böyle bir boşluğa bakmamıştı. Çölü bilmezdi. Havalanıp bulutların üstünde de uçmamıştı. Denizde boğulan birinin göreceği son görüntü olmalıydı bu.”
Yazar son derece yoksul da olsa ölmek istemeyen evsizin baktığı şehri, görüldüğünde irkinti yaratan bir cehenneme benzetiyor. Çoğumuzun zaman zaman aklına gelen şu soruyu da cevaplar ayrıca: “Ölürken ne düşünür insan?” Öyküde yinelenen siyasi ortam, askeri bir darbenin ardından ülkede yaşanan sıkıyönetim, bir nevi karantina durumudur. Yaşanan bir salgın hastalığın nüksetmesi önlenmeye çalışılıyordur adeta. Oysa bu arada ruhların ölümü sağlanmıştır çoktan:
“Sıkı sıkı yapıştığı demirli bırakıp yeniden yürümeye başladı. Az sonra soluk portakal renkli bir lekenin yoğun dumana sızmaya çabaladığını gördü. Ellerini pantolonuna sildi. Leke gittikçe yoğunlaştı ve iki parçaya ayrılarak ardında kapkara bir oylumla belirip netleşti. İyice yaklaşınca bunun askerî bir kamyon olduğunu anladı. Yanından homurtuyla geçip kısa bir süre sonra yine dumanın içinde yiten aracın branda ile kaplı arka bölümünde miğferli ve bacak aralarına aldıkları silahlarını tutan askerler oturuyordu. Vitrindeki mankenler gibiydiler. Donuk. Ölü.”
Yazar “Bozgun” isimli öyküsünde sıradan bir kurban bayramı ve kurban kesme ritüelinin toplumsal hayatımızda üstlendiği görevler üzerinde durur. Bir erkek çocuğunun gözünden bayram günü aile içinde yaşanan olaylar aktarılır. “Her Kurban Bayramı yinelenen bir tören bu, zamana karşı bir yarış. Koyunun kesilmesi, yüzülmesi, parçalanması, dağıtılacakların ayrılması öğleye dek bitecek, öğle yemeği yendikten sonra giyinip süslenerek -ama her şeye karşın o iğrenç koyun kokusundan tam olarak kurtulamadan- amcam basılacak.” Baba ve amca arasında gerçekleşen sevimli bir yarış söz konusu. Her sene babanın kazandığı bir yarış bu. Erkek kardeşler arasında yaşlar ne kadar ilerlerse ilerlesin genel hatları değişmeyen bir rekabet söz konusudur. Biri diğerini mutlaka alt etmek ister. Çocuklar bu tabloyu tebessümle izleseler de onların da böylesi bir rekabeti yaşadıkları ve yaşayacakları malumdur. Kurban, bayram ve kardeşler arası kendini önde görme isteği bir arada kullanılıyor. Orta halli ailelerin özellikle törelerce kısıtlanmış küçük dünyaları bu kavramlarla abartılı bir doğallıkla aktarılmaktadır.
“İşsizliğin Uzun Günlerinden Biri” işsizliğin ruh bunaltıcı havasını aksettiriyor. Genç ve işsiz bir adam, seksen sonrası tırmanış gösteren bunalım ve buhran ortamını iliklerine kadar hissetmektedir. Verdiği sözde durmayan arkadaşının ona hediye ettiği can sıkıcı bekleyiş her şeyden vazgeçmiş bir içki âlemin kucağına atar onu.
“Bir çıkış yolu aramıyorum artık, eski özlemlerimi yitirdim. Umut da gitgide aşınıyor. ‘İnsan umutsuz da yaşar,’ diyor bir şarkı. Eskiden gülerdik, narkoz derdik bu tür şarkılara. Şimdi bal gibi dinliyoruz. ‘Yüzü gülen adam gösterin bana,’ diye bağırıyorum, ‘yüzü gülen insan. Işıkları yakın,’ diyorum, güneş nerde. Karamsarlığa yuvarlanıyoruz. Kimse o boş gözlerini döndürüp de bakmıyor bana. Yüzler sabun, yüzler alçı. Bedeli çok ağır ödenen bir dönemden geçiyoruz, diyorum, ne kadar az yara alırsak, yani bu dönemi atlatırsak… Duymuyor kimse. Karı, kocaya yabancı, kardeş kardeşe. Sağırlar… sağırlar… Evet bu nedenle içki bardaklarını koltuk değnekleri gibi kullanıyoruz. Gün batınca yük daha da ağırlaşıyor. İçmesem olmuyor. Olmuyor. Rahatlamanın soysuz yolu. Macit böyle bir akşamda çıktı karşıma.”
Aranan çıkış yolu, yitirilen eski özlemler, ki büyük bir bölümü kolektifti, aşınan umut, geçmişte narkoz kabul edilip şimdilerde bal gibi dinlenen -büyük olasılıkla- arabesk şarkılar, yüzleri gülmeyen insanlar, ışıksız kalma, karamsarlık ve güneşsizlik… Ardı ardına sıralanan tüm bu metaforlar yazar tarafından “bedeli ağır ödenen bir dönem”den geçiliyor olunmasına bağlanıyor. Ülkede belki de yüz binlerce genç gibi kendisini içkiye veren öykü kahramanı alkol almaktadır. Bu tercihi “rahatlamanın soysuz yolu” olarak görse de bu böyledir.
Umursamazlık. Ölüm ve kendinden bile vaz geçmişlik yan yana bu öyküde. Bir cambaz içki içen adamların önünde yere çakılır. Korkunç bir ölüm karşısında dıştan tepkisiz kalan insanlar, bir iki yorumdan sonra içlerine kapanırlar, konuştukları konular bambaşka olsa da her birinin bir parçası cambazla birlikte yere çakılmıştır aslında. Çünkü onlar da birer cambazdır hayat karşısında. Ya ip üzerinde yürekleri ağızlarında yaşamaktadırlar ya da düşüp can vermektedirler tek tek. Cambazın ölümünün sonrasında içki meclisi devam eder. Her şey yine her zamankinin aynıdır.
Bidoncular olarak anılan bir grup adam hayatın kıyısında yaşıyor gibidir. Para kazanma, aile geçindirme, sorumluluk gibi bilindik duygularla cebelleşmeyen bu adamlar günlük yaşamaktadırlar. Ceplerinde para varsa kendi paralarını verip içmekte, eğer paraları yoksa kendilerine birilerinin içki ısmarlamalarını beklemektedirler. Yazar, öykü kahramanı gencin bakış açısıyla onları gözler. Şimdilik onların içindedir fakat onlardan biri değildir. Tıpkı onun gibi fakat yaşlı bir adamla o anda orada tanışır ve yaşlı adamdan dostum diye söz eder. Bakınız yaşlı dostu Bidonculara hitaben ne der:
“Siz yaşıyorsunuz,” dedi yaşlı dostum, “günün her saatini, dakikasını, hatta saniyesini yaşıyorsunuz. Para denen o iğrenç nesne karşısında alabildiğine yüreklisiniz. Ona tapmıyor, günlük yaşıyorsunuz. Oysa ben yaşamıyorum, katlanıyorum. Birtakım gereksiz düşüncelerden sıyrılıp biraz değişiklik bulmak için buraya geliyorum. En büyük desteğim, yol arkadaşım olan eşimi yitirdikten sonra yapayalnız kaldım. Oğlumun yanında kalıyorum. Ama onların yaşamına bir kara çalı gibi girdiğimi, gelinimin benden hoşlanmadığını bildiğim halde gecenin ileri bir saati o kapıyı çalıyorum. Artık yemeği neden dışarıda yediğimi de sormuyorlar… Onursuz yaşıyorum…”
“Sokak” isimli öykü ise şöyle başlar:
“Genç adam sokağa adımını attığında, ardına düştüğü şeyi burada bulacağını anlamıştı; çünkü bir ikindi güneşi serilmişti sokağa, bir de sere serpe bir çoban köpeği eskisi. İşte giz buradaydı; utanmaz bir güneş ve boynunu tamamen yere yapıştırmış ölü gibi yatan bir köpek. Çoktan tükenmiş bir pire torbası. Gözleri düşük. Eski boğuşmalarda kurt dişlerine kaptırmasın diye kökünden kesilmiş kulaklarında koyun, kuzu melemeleri, çıngırak sesleri ve ulumalardan derlenmiş küçük anı kırıntıları. Ama ikindi güneşi eskimiş postunda, kulaksız başında, kuyruksuz kıçında.”
İkindi güneşi ve yaşlı bir çoban köpeği aynı anda betimleniyor. İkindi güneşi metaforik olarak genellikle ömrün orta yaşlarını simgeler. Bitmeye yüz tutmuş bir günün ve ömrün kendinden geçmişliği hüküm sürmektedir bu kapalı benzetmede. Tabloya çoban köpeğinin eskimişliği de eklenince neşeden çok hüzne meyilli bir duygu dünyası göze çarpar.
“Sokak”ta genç bir adam var. Kitaptaki hemen hemen her öyküde olduğu gibi hayatına dair ayrıntılara değinilmeyen, çağının ortak kimsesizliklerinden yola çıkıp kendi yalnızlığına varan genç bir adam. Monoton hayatının sözde sakinliği içinde ufacık da olsa bir serüven arıyor.
“Bilgece bir büyüklenme. Uç bir adam –ya da uçlarda gezindiğini sanan bir adam– uç bir sokakta! Geçiş bu; ne ilçedeyim ne köyde. Elektrik direkleri yama gibi. Duvar badanaları tam bir şenlik. Şimdi, dedi (daha sokağın başındaydı. Ölçülü ve ürkek adımlarla yürümeye başlamamıştı) koyu yeşil badanalı evin kapısı açılacak. Dışarı biri çıkacak. Olay, serüven, her neyse işte bir şeyler başlayacak…”
“Uç bir adam ya da uçlarda gezindiğini sanan bir adam,” der Cemil Kavukçu genç kahramanı için. İsmi, mesleği, öğrenim durumu belli olmasa da korkuları, kırılganlıkları ve terk edilmişlikleri sinmiş satır aralarına. Ölçülü ve ürkek adımlarında, bilgece büyüklenmesinde hem kaçıp gitme arzusu hem de varoluşsal kaygılar yatmaktadır. İnsan ruhu nihayetinde geçmiş zamanların değil, şimdiki zamanın devasa bir aynasıdır. Sokak’ta gezinen genç adamın ruhu da yaşadığı çağı yansıtmaktadır.
Öyküde öküz metaforu da dikkat çeker. Bu metaforda paralel olarak bir alegori de vardır. Negatif alegoriler her ne kadar övülesi bir insanlık manzarası sunmasa da aynı anda birçok olguyu özetler bize:
“Türlerinin iki efendi yaratığı kırılmış ön dizleri üzerinde öyle tasasız uzanmışlardı ki, sanki mutluluğun tanımını somutlaştırmak için özellikle bu biçimi almışlardı. Gözleri hazla kapanmıştı öküzlerin, ağızlarında ak bir köpüğü geveleyip duruyorlardı. Onları uzun, ucu sivri bir değnekle butlarından dürterek ‘Ooolaa!’ diye bağıran adam görünürlerde yoktu.”
Çocukluk anıları küçücük bir bahçeye sığdırılmış bir çocuk ve evladını dış dünyanın bütün kötülüklerinden sakınan bir anne anlatılıyor “Şimdi Öldün Sen”de. Annenin baktığı pencereden dışarısı alabildiğine kirli, çocuğunun da kirlenmesinden korktuğu için onu sokağa salmıyor. Arkadaşları geliyorlar bahçeye ve orada oyunlar oynanıyor, elbette annenin endişeli gözetimi altında… “Kendi kurallarıyla sürüp giden bu oyun alanında başka çocuklar da olurdu. Ama bunlar, iyi aile terbiyesi almış benimle oynayabilmek için kimi kurallara uymak zorundaydılar. Örneğin sövmek kesinlikle yasaktı. Belki ömrümüzü bu bahçede oyunlarla yaşayarak geçirseydik sövmesini, sigarayı, içkiyi, kavgayı ve yarım yamalak da olsa ‘hakkını arama’ kötü alışkanlıklarını edinmeden, aynı ulu terbiye sınırları içinde sürüp gidecekti her şey. Ama ne yazık ki büyüdük…” Duvarların arkasındaki hayattan habersiz çocuk, okulda işittiği küfürler karşısında şaşırıyor, afallıyor, arkadaşları için o bir süt çocuğundan ibarettir. Öyküdeki anne belki fazlasıyla duyarlı belki de hezeyana varacak kadar sağlıksız düşünüyor. Duvar, bahçe ve sokağa çıkamama durumu birbirlerini öykü boyunca yalnız bırakmayan metaforlar. Adeta bir tutsaklık öyküsü, “Şimdi Öldün Sen”. Anne çocuğunun kötü alışkanlıklar edinmesinden korkar fakat çocuk bir gün bu bahçeden dışarı çıkar ve her şeyi öğrenir. Yazar “hakkını aramak”tan da kötü alışkanlık olarak söz ediyor. Kahramanın dilinden hak aramaların bile “yarım yamalak” oluşundan şikâyet ediyor. Şu da bir ihtimal ki bu alışkanlık tam anlamıyla yerine getirilemediği içindir tüm diğer olumsuzluklar…
“Kapı hemen açılmadı. Oysa ben, ipi çözer çözmez, sanki yıllardır bu tutsaklıktan kurtulmak istiyormuş gibi sonuna dek açılacağını ve sınırsız bir cenneti bana sunacağını sanıyordum. Yağmurdan şişmiş olacaktı. Önce ayağımın ucuyla dokundum, sonra da elimle iteledim. İsteksizce açıldı ve kararsız bir devinimden sonra yaptığını beğenmeyerek gerisin geri geldi. Ayağım, önüne geçilmez bir set gibi dikildi bu kez. İstenmeyen biri gelmiş de kapı yüzüne kapanıyor gibiydi. Kendiliğinden boy atmış bir bitki karmaşası ile karşılaştım önce. Büyüteçle bakılan bir ormandaydım sanki.”
Kapı sadece koruyup kollamaz bizi, aynı zamanda özgürlüğümüzü de alır elimizden!
Amerikan emperyalizmi yıllarca Kızılderilileri barbar, haksız ve acımasız gösterdi. Çoğu erkek çocuk oyunlarında kovboy olurken öyküdeki çocuk Kızılderili olup kötü maçlı kovboylarla dövüşüyor. Peki ya kovboylar acaba amaçlarının ne kadar kötü ve utanmazca olduğunun farkında mıydılar?
Eserin belki de en müphem, karamsar ve dehşetli öyküsü “Sanrı”. Genç bir adam sık sık aynada bir canavarla karşılaşıyor. Canavarla ilk karşılaşması bir camii tuvaletinde gerçekleşiyor. Bedeni insana, kafası aslan kafasına benzeyen yaratık ona saldırmaz, hiçbir şey söylemez, hatta dokunmaz bile. Talihsiz bir dönemin en az onun kadar talihsiz tanığı olan genç kaçmak kurtulmak istediği hiçbir şeyden uzaklaşamıyor. Gördüğünün bir sanrı olduğunu bilse de içindeki korkuyu silip atamıyor. “Gözleri açıkken gördüğü bu düşü günlerce unutamadı. Uzun bir süredir iç huzuru yoktu. Bedenen çökmüştü. Uykusuzluk ve içki iyice tüketmişti onu. Birçok tutuklamaların yapıldığı, onun da tutuklanıp kısa bir süre sonra salıverildiği, bu nedenle de birçok kuşkulu söylentiye neden olduğu ilçesinde pek dostu kalmamıştı. Arkadaşlarının çoğu tutukluydu. En yakınları bile onlardan bir haber alamamıştı. O ise içkiye sığınmıştı. İçmediği geceler uyuyamıyordu. Uykuları birer karabasandı.”
Yazarın öykü boyunca en ince ayrıntısına kadar ele aldığı sanrı gencin yakasını bir türlü bırakmaz. Öykü aslında beklediğimiz, yine de şaşırdığımız bir biçimde son buluyor. Öykünün çekirdeği tekinsiz bir varlıktan ya da canavardan bir ispiyoncuya evriliyor. Anlıyoruz ki öykü kahramanının aynada gördüğü tuhaf yaratık kendi pişmanlık duygusudur. Toplumların zor günleri bireyler için de oldukça çetin sınavlardır. Ve ne hazindir ki çok büyük bir kısmı bu sınavı geçemeyip kendi sanrıları içinde acı çeker.
“Temmuz Suçlu”, kitaba ismini veren öykü. Öyküde en belirgin metafor “hastalık” metaforu. Tuhaf ve kitlesel bir hastalıktan söz ediliyor “Temmuz Suçlu”da. Ölümcül olmayan, aslında bedensel özellik taşımayan bir hastalık bu. Öyküde birçok belirtisi ele alınsa da tedavisine değinilmemiş. Anlaşılan o ki, yazar iyileşme umudu taşımıyor. Eski ideallerini yitirmeseler de bu idealden bazı sapmalara yaşayan bir grup genç insan, arkadaşlıklarını devam ettirmektedirler. İçlerinde evlenenler ya da sevgilisi olanlar var, öykü kahramanımız henüz evlenmemiştir, üstelik sevgilisi de yoktur. En dokunaklı yanı ise şu, eski sevgilisi grup arkadaşlarından başka biriyle evlenmiştir, daha doğrusu eş olarak onu değil arkadaşını tercih etmiştir. Öyküdeki karamsar havanın önemli bir nedeni de kuşkusuz bu olsa gerek:
“ ‘Halkımız,’ demişti, Tülin de dudağını büzüp gözlerini süzerek belli belirsiz gülümsemişti. Necati’yi küçümseyen, yok sayan bir gülüştü. Bu sözcük, bir zamanlar uğruna ölümlere gidilen, dizeler dizilen bu soyut kavram, artık anlamını yitirmiş, eskimiş, yıpranıp gitmişti. Başımıza ne geldiyse bundan gelmemiş miydi? Biz bu nedenle hastalanmamış mıydık? Halkımız! Bu büyük sözcük uğruna ne büyük serüvenlere atılmaya hazırdık. Her birimiz gözlerinde şimşekler çakan birer devdik. Adlarımız tarihi değiştirecek, yarına kalacak birer kahraman adıydı. Sonra baktık olmuyor, hastalandık.”
Hastalığın tam adı belki de umutsuzluktu, çok güvendikleri halkın bu gençleri yapayalnız bırakmalarından doğan kederdi. Halk elbette mecburdu, korkuyordu bir şeylerden. Yazar yaşanılan genel korku halini eser boyunca birçok kereler betimlemeye ve açıklamaya çalışır ve bunda başarılıdır. Öykü kahramanı, “Biz temmuzu suçluyorduk; oysa hastaydık,” der.
“Şimdi hepimiz kente bakıyorduk. Güneşin battığı yerden başlayan kirli bir kızıllık dalga dalga yayılarak, çirkinliklerin yaşandığı bu kenti düşlerdeki o ağır sıkıntı ile örtmeye çalışıyordu. Beklenen alaycı esinti daha çıkmamıştı. Uzakta bir gökdelenin yüzlerce penceresi kan rengiydi.”
Karşıdaki gökdelenin -eski müstakil yuvalarımıza inat- yüzlerce penceresi var ve bu pencereler kan rengidir. Yazar gökdeleni içerisinde yaşayan insanları yemiş, dişleri kana bulanmış bir deve benzetiyor. Belki de bu his yalnızca bizim kuruntumuzdur, akşam güneşinin alacasında kızıla boyanmış da olabilir pencereler. Yine de pencerelerinin gül kırmızısı ya da şarap kızılına değil de kan rengi olarak betimlenmesi bile başlı başına içsel bir ürpertiyi ya da kendine yakın hissedemeyişi aktarmaktadır.
“Bu ölümcül bir hastalık da değil,” dedim, “süründüren, insanın kendine olan saygısını her gün kemiren bir illet. Sen, ben, Faruk, Necati ve ötekilere baş döndürücü bir hızla ölüleştik.”
Yaşadığı sanılan, oysa içten içe ölüleşmiş insanlar kendilerine olan saygılarını kemiren bir illetin pençesinde sürünmektedir.
“Önlem” yeni bir öykü değil de sanki “Temmuz Suçlu”nun devamı gibi. Yine aynı arkadaş grubu bir kez daha toplanacaklar, yasal olmayan bir durum varmışçasına hepsi de -en azından öykü kahramanımız- tedirginlik içindeler.
“Yorgundum. Yeniden yaşama dönen, yani ölümle yaşam arasındaki sınır çizgisine dek giden, hatta o ince çizginin tellerine burnu ile dokunan birinin yorgunluğu. Aynadaki adam ben miydim? Paltom gülünçtü. Uzun yüzümde leylek yuvasını andıran saçlarım da öyle. En çok da göz çukurlarımda iki mor halka ile sınırlanmış boşluklar ürkütmüştü beni. Daracık pantolonlu, lüle lüle saçlı, gülüşüp şakalaşan genç kızlar ne kadar da uzaktı bana. Uzun süredir sırt sırtayız; gülünç yansım ve ben…”
“Gülünç yansım ve ben” diyor öykü kahramanı, “uzun süredir sırt sırtayız!” Ayna metaforu genel kullanımından oldukça farklı bir biçimde kullanılmış. Genç adam aynadaki yansımasını gülünç buluyor, üstelik sırtını ona dönmüş; demek ki kendisini de gülünç buluyor ve ona da dargın. Aynadaki adamı tanımakta güçlük çekiyor. Paltosu, yüzü, saçları, göz çukurlarını dolduran mor halkalar onu ürkütüyor. Yaşadıklarından, aslında yaşamadıklarından ötürü duyulan kendine yabancılaşma kavramı seziliyor.
Onlarca kurgu ve onlarca kuruntu “Önlem” olarak belirgin bir hal alıyor. Buluşma yerinin seçimi, zaman konusundaki yaşanan gelgitler, farklı farklı yerlerde ayarlanıp sonuçlanmayan buluşmalar bir araya gelmeye çalışan insanların tereddütlerinden ve korkularından kaynaklanıyordu.
Öyküde bu korku şöyle aktarılıyor:
”Korku,” dedi usulca.
“Ne korkusu?”
“Her şeyin. Belirsizliğin… Yalnızlığın korkusu.”
“Anlamadım.”
“Anlamazsın tabii. Sen o yatakta mıhlanmış yatarken –aylar, belki de yıllar oluyor değil mi?– neler değişti… neler… Sana neden kimse gelmedi?”
“Bilmiyorum. Bilmek de istemiyorum, çünkü hiçbir özür kırgınlığımı onaramaz.”
“Sen öyle san. Bizi evinin çevresine yaklaştırmayan yine o korkuydu.”
“Hastalığın size de bulaşacağını mı sandınız yoksa?”
“Hayır. Herkes hasta zaten. Biz özgürlüğümüzü yitirmekten korkuyorduk. Hasta ziyaretlerini yasaklayan hiçbir yasa olmamasına karşın biz bir ÖNLEM olarak kendi aramızda yasaklamıştık bunu. Sonra o söylentiler… Kulaktan kulağa yayılan fısıltılar… Yalnızlığın kendine özgü sesleri vardır, bilirsin; bunlar kedilerin kulak duyarlılığını bile aşarlar. Ama biz duyarız, taa içimizde duyarız bu sesleri. Bunlar korkuyu besleyen, büyütüp geliştiren kaynaklardır.”
“Saçma!”
“Saçma değil! Birahane, kahvehane ve benzeri yerlere de gitmiyoruz: ÖNLEM! Sokaklarda dolaşmak da bize göre değil artık…”
“Özel Ulak” Temmuz Suçlu’nun son öyküsü. Bu öyküde düşle gerçek yine birbirine giriyor. Karamsar, bir o kadar da tereddütlü ve mutsuz bir adam; güzel bir haber bekliyor, çok güvendiği sezgileri ona “bu gece bir haber alacaksın” diyor. Karanlığı, korkuyu, umutsuzluğu bir rüzgâr gibi dağıtacağına inanıyor alacağı haberin.
“Güzel haber… Şimdi yağmur daha belirgin. Kapkara bir taksi bu. İçinde kaç kişi olduğu belli değil. Arka sağ kapısı açılıp yere bir beden yuvarlandı. Sanki arka koltukta oturan birileri onu dışarı ittiler. O anda perdeyi kapattım. Soluk soluğayım. Ellerim ve alnım buz gibi olmuş. Gördüklerim inanılır gibi değil. Yok, hayır, beklediğim haber bu olamaz.”
Beklenen haber güzel bir haberdi oysa sokağa kapkara bir taksiden atılan cesetlerle karşı karşıya kalıyor. Ölüm kokan, belirsizlik kokan bir manzara. Yazar faili meçhul ölümlerin habercisi olan bu taksi için karanlık ve kapkara sıfatlarını kullanıyor. Derin ve kederli bakışlarla kim bilir kaç kez seyrediyor bu manzarayı, en sonuncusunda dimdik karşılarında duruyor. Çoğu kez susuyoruz, onlarca nedenden ötürü yaşadığımız bir suskunluk bu. Öykü kahramanı yılgın ve yorgun düşüyor sadece izlemekten. Ve en son faili meçhulün maktulü kendisi oluyor, belki gerçek belki de düş bu:
“Yağmur? Evet, yağmur yağıyor. Arka kapısı açılıp yere bir adam yuvarlanıyor. Gözlerimi kırpmadan bakıyorum. Adam bir su birikintisinde kıpırtısızca yatıyor. Taksi yeniden farlarını yakıp motorunu çalıştırıyor. Tekerlekleri ağır ağır dönüyor. Adamı değil de taksiyi izliyorum nedense. İki küçük kırmızı lambası gözden yitince yine yerdeki adama bakıyorum. Öylece yatıyor. Ölü gibi. Sırtındaki palto benimkinin aynı. Pantolon ve botları da benimkilere benziyor. Birden başım dönüyor. Yerde yatanın yüzü… Sıkılan mermilerden paramparça olsa da tanıyorum bu yüzü; kimlik cüzdanımdaki fotoğrafın aynı. Birden ıslandığımı duyumsuyorum. Yağmur üstüme yağıyor.”
Temmuz Suçlu; kanlı, kaotik ve acımasız bir ihtilalin ardından yaşanan onlarca yıllık devasa bir korkunun öyküleriyle kurulmuş. Toplumsal bir yıkımı resmediyor. Hem soyut hem de somut birçok öğenin bir araya gelmesiyle oluşmuş panoramamız; korku, endişe, belirsizlik, yılgınlık, kaçma isteği gibi temeller üzerine kurulmuş. Bu nedenden olsa gerek kullanılan bütün metaforlar olumlama değil, hezeyan ve sarsıntı içeriyor.