“Yıldızlar birbiriyle konuşabilir, insan insanla konuşamaz!”
Türk halkı Doğu ve Batı arasındaki bocalamasına 17. yüzyılın sonlarında başlar. Yine ne tesadüftür ki Hayri İrdal’ın hakkında kitap yazdığı, yaşamadığından emin olduğu fakat yaşamış gibi gösterdiği, Ahmet Zamani Efendi de 17. yüzyılın insanıdır.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü mevsimler gibi, günün vakitleri ya da insan ömrünün aşamaları, kalbin odaları, anasırı erba gibi dört bölümden oluşur. Hacı Bektaşı Veli’nin dört kapı, kırk makamı da akla gelir bu bahiste ister istemez. Sembollere yönelik bir üslup benimseyen Ahmet Hamdi, dört sayısına da oldukça derin anlamlar yükler.
Büyük Ümitler, Küçük Hakikatler, Sabaha Doğru ve Her Mevsimin Bir Sonu vardır.
İlk bölümde Hayri İrdal’ın hurafelerle dolu çocukluk ve gençlik yılları anlatılıyor ki bu dönem takriben Birinci ve İkinci meşrutiyet yıllarına denk gelir. Ömrü boyunca bir daha eline geçmeyecek olan hürriyeti; babası, dört adam ve Mübarek ilk bölümün ana çizgilerini oluşturur. İkinci bölüm askerden dönüşünü, Abdüsselam Bey’in evlatlığı Emine ile olan evliliklerini kapsar. Bu bölümde Abdüsselam Bey’in konağı günden güne boşalmıştır tıpkı Osmanlı Devleti gibi. Üçüncü bölüm Hayri İrdal’ın, elbette Türk halkının da savruluş yıllarıdır. İki çocuğunun annesi Emine başta olmak üzere sevdiği herkes onu terk etmiştir. İşsiz güçsüz ve avare günler yaşamaktadır; çocuklarını, ikinci eşi Hayriye’yi gözü görmemektedir. Hatta bir ara akıl hastanesine bile yolu düşer. Çok sevdiği kızı Zehra’yı onu hak etmeyen bir adamla evlendirmek üzereyken Halit Ayarcı ile tanışır. Bu tanışma onun hayat çizgisinde büyük bir değişim demektir. Üçüncü bölümle ilgili olarak Şehzadebaşı’daki kahvehane, Psikanaliz Cemiyeti ve İspritizma Cemiyeti dikkatlerimizi çeker. Ayrıca Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün kuruluşu da bu yıllara denk gelir. Birinci Dünya Harbi, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in ilanı. Korkunç depremlerin ve müthiş toparlanışların yaşandığı yıllar. Son bölüm ise Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün en parlak dönemini ve iflasını anlatır. Cumhuriyet’in ilk yıllarına denk gelir. İşin ilginç yanı tüm bu toplumsal keşmekeş atlatılırken Hayri İrdal sadece iki cümlede tarihsel olaylara atıfta bulunur. Birinde Meşrutiyet’in ilanını, diğerinde Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasını haber verir. Gerek siyasetten gerekse tarihin hummalı akışından o kadar uzaktır, kendisinin ve çevresindekilerin iç âlemlerini seyre öylesine dalmıştır ki dış dünyada olup bitenle neredeyse hiç ilgilenmez.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü bir hatırattır. Hem de yaşadığı çağ kadar tuhaf bir adamın hatıratıdır. Hatıralar aslında insan zihninin zamanda yolculuk gücünün bir eseridir. Hesap edilemeyecek kadar kısa bir anda, geçmiş zamanı halihazıra taşıma sihridir. Tanpınar, başkahramanının anımsamalarındaki tazelikten yola çıkarak dün, bugün ve yarının aslında bir illüzyondan ibaret olduğu hakikatinin altını çiziyor. Bizim de kavrayışımızda çok derin izler bırakarak.
Ahmet Hamdi Tanpınar her şeyden önce iyi bir şairdir. Dolayısıyla sanata ve edebiyata bir şair penceresinden bakmaktadır. Onun romancılığı değerlendirilirken de bu özelliği asla unutulmamalıdır. Saatleri Ayarla Enstitüsü’nde sözü edilen hemen her şey gerçek anlamının çok ötesinde sembollerle ya da metaforik bir dille aktarılmaktadır. İnsan, eşya, yer, zaman gibi kavramlar tek başlarına değil, işaret ettikleri bir veya birkaç kavramla varlığını sürdürmektedir. İç içe geçmiş anlam yoğunluğu kapalı bir üslubun inşasını kolaylaştırmıştır. Kendisine karakter, hatta kader yüklenmiş olan Mübarek’te -ki Hayri İrdal’ın çocukluk evine damgasını vuran en güçlü eşyadır- sözünü ettiğimiz nitelik oldukça belirgindir:
“O başını almış giden, insanlardan tecerrüt hâlinde yaşayan hususî bir zamandı. Bazen durup dururken üst üste çalmağa başlardı. Sonra aylarca rakkasının gidiş gelişiyle kalırdı. Annem onun bu ihtiyarî hallerini hiç iyiye yormazdı. Ona göre bu saat ya bir evliya idi yahut da onu iyi saatte olsunlar çarpmıştı. Bilhassa İbrahim Bey’in vefat ettiği gece, belki de hemen hemen aynı sularda, haftalardır işlemeyen saatin birdenbire en derin sesiyle vurmağa başlamasından sonra bu korku hepimizin içine yerleşti. Annem o günden sonra ayaklı saatimizden hep Mübarek diye bahsetti. Bu saatin sesi, şadırvandaki su sesleri gibi iç âlemlerin ve ebedi inançların sesidir. O, kendisine mahsus hayatın her budunda genişleyen, hassaları olan, bir taraftan bugünümüzü ve vazifeleri tayin eden, öbür taraftan da peşinde koştuğumuz ebedi saadetin yollarını insanlara açan bir saattir.”
Saatleri Ayarlama Enstitüsü; reel olanı yabancılaştıran, gerçeklerden çok düşsellikle ilgilenen bir eser. Aynı zamanda yalan ve doğruyu harmanlayıp okurun maddesel algılarını sorgulamasına yol açıyor. Eserdeki Muvakkit Nuri Efendi’nin saatlere ve zamana dair değerlendirmeleri, Abdüsselam Bey’in mirasını -ki borçlardan ibarettir- annesi zannettiği küçük Zehra’ya bıraktığı vasiyetnameleri, Seyit Lütfullah’ın hayali sevgilisi ve esrara olan düşkünlüğü, Aristidi Efendi’nin simya çalışmaları, Şerbetçibaşı elması, kurulan birbirinden garip dernek veya müesseseler gerçekliğe itibar ve tenezzül etmeyen bir dünya görüşünün izlerini taşımakta. Okuru hem eğlenceli hem de düşsel bir alana götürüyor Ahmet Hamdi Tanpınar. Olay örgüsünde esrarengiz ve tekin olmayan güçlerin egemenliğine izin veriyor. Bir araya gelmez gibi görünen absürt şeylerin, acıklı olanla komik olanın, yüce değerlerle aldatmacanın müthiş uyumunu sergiliyor. İnsanlı dünyanın ta kendisine eş! Aynı zamanda tamamen bir eksen kayması yaşayan Türk halkının içinde bulunduğu kimlik bunalımını, modernle geleneğin savaşını aktarıyor. Eserin zaman zaman eleştirel kimlik kazanmasının, aslında doğrudan hiciv özelliği taşımasının temel nedeni de tam olarak bu.
“İbrahim Bey, babamın bu iş için verdiği paradan kendisine de bir şeyler arttırabilmek için Süpürgeciler Kahyası’nın gelinini adeta bir fakir cenazesi gibi kaldırmıştı. Diğer taraftan aileden kimse bulunmadığı için yanına gömüleceği rahmetli zevcinin mezarı güç bulunmuş, geç kazılmış, araya bir yığın gecikme ve uygunsuzluk girmişti. Neticede tam kabir açılıp da kapağı ortadan kesilen tabut indirileceği sırada halam birden etrafın ölüm sandığı laterjik uykudan uyanmış ve öyle herhangi bir vaziyetten şaşıracak bir mahluk olmadığı için, tabutun kapağını zorla kaldırarak etrafa bakmış, “Ve daima mütehallik olduğu cevdeti kariha sayesinde” durumu bir lahzada kavrayarak cenazede tek yakından tanıdığı Etyemez imamına, “Hadi beni çabuk eve götür” emrini vermişti. İbrahim Bey’in anlattığına göre cenazede bulunan kalabalığın büyük kısmı korkudan kaçtığı için, tabutun Merkezefendi’den tekrar eve getirilmesi hayli güç olmuş. Hatta halam kaçamayacak kadar korkanları azarlamasaymış, bu iş biraz imkânsızlaşırmış. Filhakika ilk iş olarak imamdan, kazıcılardan birinin orada çukurun yanında bıraktığı paltomsu şeyi isteyerek sıkı sıkıya örtündükten sonra yarı beline kadar dışarıda, yarı beline kadar içeride oturduğu bu garip sedyenin içinden bütün harekâtı halam kendisi idare etmiş, evvela Etyemez’deki konağa kadar kendisini taşıyacak olanlarla sıkı bir pazarlık etmiş, halbuki getirdiğiniz gibi götürün de diyebilirdi ve ondan ziyade de bu beklenirdi, hatta şehre girdikten sonra ilk rast geldikleri poğaçacı dükkanından karnını doyurtacak bir şeyler aldırmış…”
Hayri İrdal’ın çocukluğu Osmanlı Devleti’nin çöküş yıllarına denk gelmektedir. Devlet yuvaya benzetilecek olursa çatısı ve temelleri korkunç bir gürültü ile çatırdamaktadır. Yoksul düşmüş bir ailenin içinde büyüyen Hayri, bu çatırtıları işitse de hakkında konuşmaktan, hatta düşünmekten adeta çekinir. Oysaki anlamlandırmakta güçlük çektiği tuhaflıkların en önemli nedeni zihinlerde çınlayan bu sestir. İyi kalpli, sakin huylu bir anne, daima şen bir baba, her türlü sıkıntıya rağmen mutlu aile tablosunun oluşmasını sağlamıştır. Eserde Hayri İrdal’ın çocukluğu hayal meyal hatırlamalarla aktarılıyor:
“Fakir düşmüş bir ailede doğdum. Buna rağmen çocukluğum epeyce mesut geçti. Fakirlik, içimizde etrafımızda ahenk bulunmak şartıyla -ve şüphesiz muayyen bir derecesinde zannedildiği kadar korkunç ve tahammülsüz bir şey değildir. Onun da kendine göre imtiyazları vardır. Benim çocukluğumun belli başlı imtiyazı hürriyetti.”
Çocukluk pek de uzun olmayan bir dönemi hayatımızın, buna rağmen gerek kişiliğimizde gerekse hayatımızda oldukça önemli etkiler bırakır. Bu çağda çocuklar özgür büyütülmelidir ki özlerindeki cevher kararmasın ya da hırpalanmasın. Ahmet Hamdi Tanpınar kahramanının dilinden pedagojik açıdan oldukça önemli olan hürriyet kavramının altını ısrarla çiziyor:
“Hayır, benim çocukluğumun hürriyeti, hiç de bu cinsten bir hürriyet değildir. Evvelâ, burası zannımca en mühimidir, onu bana hiç kimse vermedi. Bu sızdırılmış altın külçesini birdenbire kendi içimde buldum. Tıpkı ağaçta kuş sesi, suda aydınlık gibi. Ve bir defa için buldum. Bulduğum günden beri de küçücük hayatım, fakir evimiz, etrafımızdaki insanlar, her şey değişti. Vakıâ sonraları ben de onu kaybettim. Fakat ne olursa olsun bana temin ettiği şeyler hayatımın ne büyük hâzinesi oldular. Ne dünkü sefaletim, ne bugünkü refahım, hiçbir şey onun mucizesiyle doldurduğu seneleri benden bir daha alamadılar. O bana hiçbir şeye sahip olmadan, hiçbir şeye aldırmadan yaşamayı öğretti.”
Muvakkit Nuri Efendi, Abdüsselam Bey, Seyit Lütfullah ve Aristidi Efendi Hayri İrdal’ın ilk gençlik yıllarına damgasını vuran kişiler. Her birinin karakter özelliklerine baktığımızda tamamen zıt insanlar olduklarını görsek de onlar muazzam bir bütünün ahenkli parçalarına benzerler. Ve Hayri İrdal onların ruh aynaları olduklarını söyler durur. Yıllar boyunca onların rüyaları içinde yaşar; bazen kılıklarına girdiği, mizaçlarını benimsediği olur. Kâh Nuri Efendi’nin kendini yenmiş gülümsemesi yüzünde dolaşır yahut Lütfullah’ın yalanı benimsemiş bakışlarını kendinde yakalayıp utanır. Kâh Abdüsselam Bey’in insancıllığına bürünür ya da Aristidi Efendi’nin hayalperest yanıyla, olmayacak işlerin peşinde koşar. Tüm bunlar sadece Hayri İrdal’ın aynası değil, Türk insanının genel bir panoraması gibidir.
Yazar Muvakkit Nuri Efendi’yi uzun uzadıya betimler. Bu betimleme aynı zamanda Hayri İrdal’ın dolayısıyla Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ideal insan tanımı gibidir. Nuri Efendi her şeyden evvel kendi nefsinin pehlivanıdır. Onunla güreşir, fakat ne öldürür ne yaralar ne de incitir onu. Birine sinirlendiğinde bile koca koca kayaları oradan oraya taşıyıp sakinleşen bir adamdır.
“Uzun, dört köşe yüzü, beyaz, seyrek sakalı, büyük, kestane rengi çok yumuşak bakışlı gözleriyle insanın üzerinde garip bir tesir yapardı. Bu bakışlarla karşılaşanlar onu sadece iyilik yapmak için yaratılmış tasavvur ederlerdi. Hani o masallarda başınız sıkıldığı zaman yakıp imdadınıza çağırmak için size sakalından üç tel verip kaybolan ihtiyarlar gibi bir şey. Muvakkithaneye yerleştiğinden beri otuz beş sene geçtiği hâlde bir kere hiddet ettiğini, bir kere bağırdığını gören olmamıştı. Nuri Efendinin konuşması çok tatlı idi. Tane tane, kelimelerine dikkat ederek, onları âdeta seçerek konuşurdu. Bilhassa saatçilik üzerine sohbetten çok hoşlanırdı. Tanıdıklarının bir kısmı onu büyük bir âlim, bir kısmı ise yarı evliya addederlerdi. Hakikatte pek az tahsil görmüş, ancak bir iki sene cami derslerine devam etmişti. Bunu kendisi de gizlemezdi. Sık sık, “Beni adam eden saatlerdir!” derdi.”
Dünya kocaman bir yalan değilse nedir! Bizler bu yalana çoğunlukla ve kitleler halinde inanırız. Çok azımız dünyaya kanmaz, onun kuruntu ve safsatalarına eğilim göstermez. Hayri İrdal’ın düşünce yapısına şekil veren şu meşhur dört adam dünyaya inanmayanlardandır. Onları kalabalıklardan ayıran da budur:
“Hakikatte bütün bu insanlar hakikat denen duvarın ötesine geçmek için birer delik bulmuş yaşıyorlardı. Abdüsselâm Bey Seyit Lûtfullah’a inanıyor muydu? Burasını bilmem. Bana kalırsa inanmaktan daha mühim bir şeyle hareket ediyorlardı. Bu mühim şey üçü için aynı şekilde mühimdi. Onlar için ‘imkân’ denen şeyin hududu yoktu. Her şeyin mümkün olduğu bir âlemleri vardı. Eşya, madde, insan, her şey bu hudutsuz imkanın eşiğinde, her an kendisini değiştirecek mucizeli kelimeyi, formülü, duayı, yahut ameliyeyi bekliyordu. Evet onların gördükleri, elleriyle yokladıkları, duygularına cevap veren şeylere herkes gibi inanmamaktan başka hiçbir günahları yoktu.”
Söz edilme sırası Halit Ayarcı’ya geldiğinde Hayri İrdal’ın hayatını, Halit Ayarcı ile tanışmadan öncesi ve onunla tanıştıktan sonrası olarak bölümlendirmesinin üzerinde durmak gerekir. Kahramanımızda velinimetim diye adlandırdığı bu adama karşı hem sevgi hem çekememe, hem öfke hem peşinden koşup gitme arzusu vardır. Birbirlerine tamamen aykırı gibi gözüken iki adam aslında karşısındakinin tamamlayıcısı hükmündedir. Hayri İrdal Halit Ayarcı’yla Şehzadebaşı’ndaki meşhur kahvehanede tanışır. Akıl hastanesindeki tedavisini yürüten Doktor Ramiz bu tanışmaya aracılık etmiştir. İlk tanışma her iki tarafta da karşılıklı hayranlık hissi uyandırmıştır. Hayri İrdal üçüncü evladına kız çocuğu olduğu için Halide ismini vererek Halit Ayarcı’ya ilişkin duygularını ifade eder. Ona göre bu çocuk gün geçtikçe ismine ilham olan adama benzemekte, yüzünde onun çizgileri belirmektedir. Tabiatı yavaş yavaş Halit Ayarcı’ya doğru kaymaktadır. Onun gibi iradesini çevresindeki herkese kabul ettirmekte, hoşuna giden her şeyi istemeden almaktadır.
İşin gerçeği şu ki, enstitünün bütün çalışanları Halit Ayarcı’nın elinde birer kukla gibidir, her biri rollerini ezberlemişlercesine ona tabi olmaktadır. Bu durumu izleyen ve bizzat yaşayan Hayri İrdal’ın içinde hiddet, kin, isyan ve hayranlık duyguları birbirine karışmaktadır. İçindeki hisleri şöyle özetler: “Ben insanların en naçizi ve mânasızı, karımın, vaktiyle enstitümüzün kurulmasından evvel hakkımda kullandığı dille, en sünepesi, hakikaten büyük, icat dehasıyla doğmuş bir adamı tanıdım. Yıllarca yanı başında yaşadım. Çalışma şeklini gördüm. Fikrin kafasında nasıl tutuştuğuna, nasıl birdenbire büyüyen bir ağaç gibi dal budak salıp âdeta bütün vücudunu kavradığına ve oradan hayata yayıldığına şahit oldum.”
Cemal Bey belki de dünyada Hayri İrdal’ın en çok nefret ettiği adamdır. Bir gün ona kendi elbisesini hediye eder. Bu hediye ediş, kahramanımız için oldukça önemli bir olaydır. Ona göre herhangi birinin eşyasını kullanmak ilk sahibinin karakter özelliklerinin ikinci sahibine geçmesine yol açmaktadır. Türlü Meslekler Bankası’dan atılmasına, birçok felâkete düşmesine sebep olan müdür Cemal Bey’in hediyesi; olası değişimi iki adam arasındaki devasa mizaç farkından dolayı gerçekleştiremez. Cemal Bey, insanları küçük düşürmekten hoşlanan, her şeyi titiz ölçülerle ölçüp tartan bir adamdır. Hayri İrdal’ın ise uysal, yalnızca geçim derdine düşmüş bir benliği vardır. Dolayısıyla böylesi bir benzeme hâli onun için imkânsız bir şeydir. Bu tuhaf kıyafet değiştirmenin sonu oldukça derin ve liriktir. Hayri İrdal’ın kalbine düşen; önceleri oldukça kederli, sonrasında ise mesut bir aşka kaynaklık eder. “Fakat tek zaafı, refikasına karşı beslediği sevgi sanki bu elbiseden bana geçti. Üzerime giydiğimin haftasında sıkı Müslüman terbiyeme, üç çocuk babası olmama, Pakize gibi her cihetle bana üstün bir kadının kocası bulunmama rağmen, Selma Hanımefendi’ye delicesine âşık oldum, bankadan ayrıldım, seneler geçti, bu elbise üstümde lime lime oldu. Fakat bu sevgi yakamı bırakmadı.”
Hayri İrdal’a ikinci elbiseyi Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün ilk kuruluş günlerinde o zamanki kıyafetiyle müesseseye gelemeyeceğini düşünen Halit Ayarcı hediye eder. Halim selim, hatta fazlaca yavaş olan kahramanımız, bu elbiseyi sırtına ilk geçirdiği günde bütün varlığının değiştiğini fark eder. Birdenbire bakış açısı genişler, hayatı velinimeti gibi bir bütün halinde ele almaya başlar. Zorunluluk, imkânsızlık, isteksizlik gibi kelimeleri sözlüğünden çıkarır. Kendi kendisine ürkmesine yol açan ölçüsüz karşılaştırmalara, düşünce üretimlerine başlar. Günden güne, hayranı olduğu adama evrilmektedir artık. Ahmet Hamdi Tanpınar böylelikle yine metaforik bir dille; son birkaç asırdır Batı’ya görünüş açısından öykünen Türk halkının düşünce, zihniyet ve ülkü değişimi yaşamasını işaret etmektedir. Hayri İrdal’ın Halit Ayarcı’ya benzeme hikâyesine devam ederek eserin ikinci başkişisini daha yakından tanıyabiliriz:
“Onun gibi, insanlara “Acaba ne işe yarar?” diyen bir gözle bakıyor, hayatı kendi teknemde yoğuracağım bir hamur gibi görüyordum. Bir kelime ile onun cesareti ve icat kudreti bana aşılanmış gibiydi. Sanki bu elbise değil bir büyü idi. Hattâ Cemal Beyin refikası Selma Hanımefendi’yi bile artık erişilmesi imkânsız bir varlık gibi görmüyordum. Bittabi bütün bunlar Halit Ayarcı’da olduğu gibi pürüzsüz geçmiyordu. Yumuşak ve uysal, merhametli, sefaleti tatmış tabiatım ikide bir işe karışıyor, lafımı kesiyor, kararlarımı değiştiriyordu. Hulâsa birbiri arasından düşünen, karar veren, konuşan bir adam olmuştum. Rahmetli Halit Ayarcı’ya bunu anlattığım zaman gülmüş, sonra büyük bir iyi kalplilikle, “Böyle olması hususî bir çeşni veriyor, devam edin!” demişti.”
Şehzadebaşı’ndaki kahvehane eserin kırılma noktasının yaşandığı mekândır. Yazar, kahramanının hayatında gerçekleştirdiği devrim için tesadüfi olarak bu mekânı seçmemiştir. Zaten dürtüsel olmayan hiçbir seçimde tesadüfler rol oynamaz. Doktor Ramiz, Hayri İrdal ve Halit Ayarcı üçlüsü ilk defa burada bir araya gelirler. Etraflarındaki ortam bu türden sıra dışı bir buluşmaya uygundur. Kahvenin müdavimleri devirlerinin hemen hemen bütün özelliklerini üzerlerinde taşıyan kimselerdir. İşsiz güçsüz tayfası, serüven dinlemeye ve anlatmaya istekli tiplerdir. Yazar onlardan ve hakkında konuştukları meselelerden söz ederken genel bir sarhoş olma, kendinden geçme hâlini betimler gibidir. Türk halkı hep bir kendinden geçme aracı icat etmemiş midir gerçekte de? Kimi zaman aşk, kimi zaman hüzün, kimi zaman neşe, kimi zaman inanç, kimi zaman ideoloji… Uyanık kalmak, tetik olmak işlerine gelmeyen kahve ahalisi ve meşgul oldukları kendileri gibi rengârenk konular Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde şöyle anlatılır:
“Bu kahvede neler konuşulmazdı? Tarih, Bergson felsefesi, Aristo mantığı, Yunan şiiri, psikanaliz, ispritizma, alelâde dedikodu, çıplak hikâye, korkunç veya meraklı macera, günlük siyasî hâdise, birbiriyle sarmaş dolaş, biri öbürünü yarıda bırakarak, çok yüklü, beraberinde her rast geldiğini taşıyan bir bahar seli gibi kabarık bu konuşmada beyhude ve şaşırtıcı, akar giderdi. Tabiî hiçbirinden tam bahsedilmezdi. Hepsi çok uzun bir uykudan, bir çeşit ölümden sonra hatırlanır gibi bu kahveye gelirdi. Büyük İskender veya Annibal, Kant’ın imperataif’leri, bu sayıklamağa benzer konuşmada sadece günlük hayatı uyuşturmak için icat edilmiş şeylerdi. Zaten en sıhhatli vak’a bile söyleniş tarzı için anlatılırdı.”
Eserde neredeyse birbirinin peşi sıra üç kurumdan söz edilir. Bunların ilki Doktor Ramiz’in altı sene üzerinde düşünüp fiile geçirdiği Psikanaliz Cemiyeti’dir. Yirmi bir üyesi olan bu kurumda müessesenin müdürü sıfatıyla Hayri İrdal da görev yapmıştır. İnsanın bilinçaltına yolculuk yapmak amacıyla bir araya gelenler türlü ruhsal açmazlarda buluşmuşlardır. İkincisi İspritizma Cemiyeti’dir. Kahramanımız bu cemiyetin Psikanaliz Cemiyeti’ne benzemediğini, şenlikli bir yer olduğunu söyler. “Orada bitmez tükenmez münakaşalar, tecrübeler yapılırdı. Hemen her üç günde bir yukarı âlemden gelen tebliğler yayınlanır, onlar tefsir edilir, çok âlimane fikirler söylenirdi. Bir farkı da kadın azasının bolluğu idi. Medyum olanlardan başka sadece meraklı yedi sekiz kadın azamız vardı,” der. İki dernek de sıra dışı insanlarla doludur. Sonuncu ve esere ismini veren kurum ise Saatleri Ayarlama Enstitüsü’dür. Halit Ayarcı bu ismi de içeriği de tuhaf enstitüyü Hayri İrdal’ın saat sevgisinden aldığı ilhamla açmıştır. Eski zamanların muvakkithanelerini taklitle kurulan müessese için Halit Ayarcı, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü her şeyden evvel kendisine inanılmağa muhtaçtır!” cümlesini kurar. Ne büyük tezattır ki ona ilham kaynağı olan Hayri İrdal hiçbir zaman kurumun faydasına inanmamış, sürekli ne iş için kurulduğunu irdeleyip durmuştur. Halit Ayarcı ondaki inanmama durumunu bazen yıkmaya çalışır, bazen de içindeki şüphe sayesinde başarılı olduğunu dile getirir. Zira ona göre başkalarının “otomat gibi hareket ettikleri” yerlerde Hayri İrdal, canlı bir insan gibi yaşayıp tepki vermektedir.
Halit Ayarcı’ya göre işler insanlardan sonra dünyaya gelmişlerdir. İşleri onları yerine getirecek kişiler icat etmektedir. Onlar da bu işi, yani saat ayarlama işini kurumsallaştırmayı icat etmişlerdir. Bunu onlardan önce başka birisinin düşünmemesi faydalı bir iş olmasına engel değildir. Onlar önemli ve faydalı bir iş yapmaktadır. Çalışmak, zamanına sahip olmak, onu kullanmasını bilmektir. Saatleri Ayarlama Enstitüsü bunun yolunu açacaktır. Etrafa zaman bilinci verecektir. Belki de Halit Ayarcı son derece haklıydı. Özellikle Doğu halkları her ne kadar “zaman felsefesine” vakıf olduklarını zannetseler de bu izafi kavramın özünü kavrayamamış, en çok kendi zamanlarına haksızlık etmişlerdir.
Teoride hedefi ülkedeki tüm saatleri aynı ayara getirerek, saatler arasındaki farktan doğan kaybı engellemek olan bu kurum, pratikte birçok kişinin çıkar elde ettiği bir yer olmaktan öteye gidemez. Hem yoksul hem de işsizken enstitü aracılığıyla refaha kavuşan İrdal, gerçekle yalan arasında sürekli bocalamıştır. Halit Ayarcı ve Hayri İrdal arasındaki şu diyalog eserin can alıcı noktalarından birisidir:
“- Yanılıyorsunuz Hayri Bey, başlamak, başarmaktır. Bakın, bu şartlar içinde, bu küçük odada büyük bir işe kendimizi vermemiz, bu daireyi kurmamız bir başarı değil mi? Birdenbire durdu, yüzüme dik dik baktı:
– Hayri Bey, bize niçin inanmıyorsunuz? diye sordu. Yan gözle masamın bir kenarına koyduğum öteberiye baktım. Galiba toparlanıp gitmek zamanı gelmişti. O, bunu fark etmiş de beni temin etmek istiyormuş gibi gülümsedi:
– Hayır, telâş etmeyin. Sizden ayrılmak istemiyorum. Sizinle bu müessesede yapacağımız çok iş var. Fakat öğrenmek istiyorum. Niçin inanmıyorsunuz?
– Bana müsbet bir işimiz yok gibi geliyor…
– Müsbet işten kastınız nedir? Herkesin inandığı aklın bir lahzada kavradığı değil mi? Meselâ hamallık! Eşya var, bir yerden bir yere gidecek, götürülecek.
– Sade bu kadar mı?
– Ama sizin aklınızla, yani mantığınızla hepsine itiraz edilebilir! On dakika, hattâ beş dakika, üç dakika üzerinde düşünmek her işi gülünç yapabilir. Herhangi bir şeyi mantığın dışına çıkarmamız için ona biraz dikkat etmemiz kâfidir.”
Ahmet Hamdi Tanpınar bir şiirinde “Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında/ Yekpâre, geniş bir ânın / Parçalanmaz akışında” der. Zaman göreceli ve değişken bir kavramdır, parçalanamaz bir bütündür. Tek parça halindeki bir ânın başlangıçsız ve sonsuz akışıdır. Evrensel hesaplarla ömrü bir kelebeğinkinden bile daha kısa olan biz insanlar ise, azıcık bile böylesine komplike bir kavram hakkında kafa yorsak işin içinden çıkamayız. Dünyevi zamanla meşgul olmak zorunda kalan bizler saat, takvim gibi uğraşılarla parçalanmaz bir bütünü bölme çabasına düşmüşüz. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde nefes alan tüm karakterler, garip bir masal havası içinde yaşar. Her biri başka bir çekime kendisini kaptırıp gerçek (?) zamandan soyutlanmışlardır. Dış dünya tüm kaosuyla savrulup giderken onlar tamamen tecrit edilmiş izlenimi veren iç dünyalarında varlıklarını sürdürürler. Düşününüz ki eserin konu aldığı yıllarda ne büyük tarihsel olaylar yaşanmıştır, fakat onlar adeta dar bir akvaryumun içinde yüzen balıklar gibi reel zamanlarına yabancı kalmışlardır. Hayri İrdal “Vâkıa meslek, iş, kazanç düşünmüyordum. Fakat gün ve zaman denen bir şey vardı ortada. Onu harcamak lâzımdı,” der sonsuz can sıkıntısını anlatabilmek için. Yine bir seferinde Halit Ayarcı, “Ne garip, bir saatçinin mutlak değerler peşinde koşması. Zaman gibi izafi bir şeyle meşgul olan bir adamın… Hakikaten anlamıyorum,” deyişindeki itiraz da zamanla ilgilenen, zaman felsefesi üzerine kafa yoran bir kişinin “mutlak değerler peşinde koşması” tezadına yöneliktir. Çünkü böylesi bir çabanın boş olduğundan haberdar olması gerekmektedir.
Öyleyse son sözü belki de en mühim meselemiz olan zamana dair kült bir eser kaleme almış üstadın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nden alınmış satırlarına bırakalım. Sanki hiçbir şey, hiçbir yerde ve hiçbir zaman bitmeyecekmiş gibi:
“Benliği, kökü ve yaprağı birbirinin aynı bir ağaç, kozmik bir sarmaşık olmuş zamanın üç budunda yüzüyor. Onun için mazi, hal, istikbal bir hatıradır. Bizzat kendisi, binlerce varlığın, sayısız varlıkların terkibini nabzıyla idare ediyor. Kapısız duvarlardan geçiyor; yüksekliklerden atlıyor, imkânsız satıhları kaplıyor, adını işitmediği dinlerin ayinine iştirak ediyor, tasavvurun derhal bir hatıra olduğu bir âlemde tanımadığı ölülere ağlıyor, bilmediği lezzetlerin hasretini çekiyor, cam bir kavanozda ağlayan bir yüz, bir mercan dalında haşin ve kudretli bir Tanrı buluyor.”