Öykü Yazmak Bir Oyun Kurmaktır.
Biz sizi Ayizi yayınlarından çıkan Kırmızı Etek adlı ilk kitabınızla tanıdık. Sonrasında dergilerde ve internet ortamlarında yazdığınız kitap incelemeleri ve söyleşilerle kesişti yolumuz. Geçtiğimiz haftalarda ikinci öykü kitabınız Yarım Kalmasın okurla buluştu. Edebiyata gönül veren bir yazarsınız. Yolunuz açık olsun.
Yazmak ve okumak hem kendimize hem kendi dışımızdaki insanların düş dünyasına yaptığımız sonsuz bir yolculuk. Burada ünlü yazarların yolculukla ilgili söylediği sözler geliyor aklıma. Örneğin Goethe “Gezgin bir yere varmak için değil keşfetmek için seyahat eder,” derken, Albert Camus, “ Yolculuk bizi kendimize getirir,” der yolculuğun insan üzerindeki etkisini anlatmak için. Heidegger ise filozofun yolunun önünde değil arkasında olduğu belirlemesini yapar. Ben size ilk sorumu bu yazar ve düşünürlerin sözleri ışığında sormak isterim.
Hatice Günday Şahman’ın edebiyat yolculuğu nasıl başladı? Hangi kıyıları gözden kaybetme cesareti gösterdi, bu yolculukta neler keşfetti, önündeki yolu yürürken ardında neler bıraktı?
“Kıyıyı gözden kaybetmeye cesaret etmedikçe insan, yeni okyanuslar keşfedemez” der Andre Gide. Şimdi dönüp geriye baktığımda suliet şeklinde görünüyor kıyı, ufka bakmayı tercih ediyorum.
Yolculukta beni en mutlu kılan ilk keşif sabır, azim ve tutkuyla kalemi elimden bırakmıyorsam yazabileceğimi görmek oldu. Bir diğer keşif de edebiyatın ne kadar göreceli olduğunu, aynı metinle ilgili değerlendirmelerin bütünüyle karşıt olabileceğini, hatta bunun edebiyat alanında en prestijli ödülleri almış yazarlar/eserler için dahi geçerli olduğunu, dolayısıyla kalemine, özüne ve sözüne sahip çıkmak gerektiğini öğrenmek oldu.
Kitabı okuduğumuzda pek çok yarım kalmışlık halleri görüyoruz. Yarım kalan öyküler, hayaller, yaşamlar, aşklar… Kitabın arka kapak yazısının girişinde de “Yaşam yarım kalmış bir aşktır. Hevesle içine dalınan yaşam asla tamamlanmıyor. Önce bir şeyler yarım bırakılıyor sonra yaşamın kendisi. Günlerin ardında bir geçmiş çoğalırken gelecek azalıyor.” deniyor.
Yazmak, üretmek, söyleyecek sözü olmak yarım kalmışlığı tamamlama isteği midir? Mario Levi’nin anısına saygımı belirtip onun bir sözünden ödünçleyerek sorarsam, yazmak tamamlanmanın bir izdüşümü müdür? Yazmanın, yazarın değişim ve dönüşümündeki tamamlayıcı etkileri üzerine neler söylemek istersiniz?
Sayın Levi’nin tespitine katılmamak mümkün mü? Kalemin çağrısına uyup yazarken zihninizdeki, yüreğinizdeki saklı düşünce, duygu, anı kırıntıları, tanıklıklar metinde birleşip, somutlaşıyor. Zaman zaman bilinçaltınızdan yükselen itkiyle yazılan her öykü, her cümle, her kelime yazarın kendi içindeki bilinmeyeni açığa çıkaran, bellek ve imgeler dünyasındaki yolculukta yeni bir adım, yeni bir keşif, öz farkındalık, yeni duygulanımlar yaratıyor. Aynanın sırrındaki gizler yüzeye yansıyor. Diğer yandan iç bükey aynada kendi içimize yolculuk yaparken başka yaşamlara da uzanıyor kalem. Kurgu da olsa yazma sürecinde birden çok ve farklı hayatın içinde, öykü kişileriyle zihinsel/duygusal/duyusal bir birliktelik yaşıyorsunuz. Yolu başkalarının ayakkabılarıyla yürürken dünyayı farklı gözlerle görme, anlamlandırma olanağınız doğuyor. Bu özdeşlik sizi çoğaltıyor, değiştiriyor, derinleştiriyor, paletinizdeki renkler çeşitleniyor.
Bir de ben yazacağım temayla ilgili yan okumalar yapmayı, araştırmayı, diğer sanat dallarından, farklı disiplinlerden beslenmeyi önemsiyorum. Bu ön hazırlık metnin daha sağlam bir zemine oturmasını sağlamanın ötesinde kişisel bilgi dağarcığımı da alabildiğine geliştiriyor.
Modernist öyküde çokça kullanılan ve okuru aktif kılan, gerçekle kurmacanın sınırlarını belirsizleştiren, okurla yazarı ve hatta öykü karakterlerini birbirine yaklaştıran bu tekniği kullanırken bir yazar olarak yapmak istediğiniz neydi? Yazar, okurlarına yeni oyunlar kuran bir oyunbaz mıdır?
Yaşamda hepimiz farklı öykülerin kahramanları ya da yan karakterleriyiz. Ve hepimizin öyküsü birbirinin içinden geçiyor, kimi zaman teğet olarak kimi zaman da geniş ortak paydalar oluşuyor. Bu yaşamsal örüntüyü, döngüselliği kurmacanın sınırsız olanaklarından faydalanarak öykülere taşımak istedim. Bilirsiniz insan okumayı sevdiği tarzda yazmak ister, metinler arasında bu ilişkilendirmeyi sevdiğim için öncelikle kendim için bu tekniği kullandım. Ve geri dönüşlerden edindiğim izlenim okuyucunun da sevdiği yönünde. Başlangıçta sadece birbirinin içinden geçen iki öykü kurgulamaktı niyetim. Yarım Kalmasın Hiçbir Öykü ve Aynanın Sırrı Dökülünce bu bağlamda birbirini yazdıran, tamamlayan öyküler oldu. Sarmalın tamamlanışı parçalı bir yapıya sahip İlmek İlmek öyküsünü yazarken kendiliğinden gelişti.
Yazmak bir oyun kurmaktır ve sürekli aynı tarza saplanıp kalmamak hem yazar için hem okur için keyifli bir oyun arkadaşlığı yaratır diye düşünüyorum. Mağaralara çizilen resimlerden başlayarak insanlık tarihi kadar eskidir hikâye anlatmak ve oyun oynamak. Dünya döndükçe ikisinin birlikteliği de sürecektir ve ben de kalem döndüğünce bu birlikteliğe eşlik etmeyi, oyun çemberlerinin genişlemesine katkı sağlamayı isterim.
Kitabınızı okurken pek çok koku geliyor burnumuza. Tarçınlı kurabiye kokusu, vanilya kokusu, çocukluğun pamuk şekeri kokusu, köpük köpük beyaz sabun kokusu, gülsuyu- menekşe kokusu, reçel kokuları, yeni demlenmiş çay kokusu…
Kokular, bellek, anılar, geçmiş ve bugün. Uzmanlar bazı kokuların anıları tetiklediğini söylüyor. Nitekim sizin öykülerinizde de kokular anılarla birlikte yer buluyor. Yaşamı algılamada, eğer bir yazarsak yeni bir metin kurgulamada, duyuların önemi konusunda neler söylersiniz?
Öykülerinizde benzetmelerden çok yararlandığınızı gördüm. Bu benzetmeler olayın, durumun, kişilerin iç dünyasının somutlanmasında ve öykülerin görselliğinin artmasında etkili olmuş. Bunlara birkaç örnek vermek isterim: “ Bakışları ıslak kedi yavrusu, tamamlanmamış cümle kurşuni bir bulut gibi kaldı ikisinin arasında, kalbine takılı kancaydı Çiğdem, kırmızı kanatlı kelebekler havalanıyor Ayla’nın kardelen yüreğinden, kadın adamın göz bebeklerinden fırlayan buz parçalarından ürperdi…”
Öykü ve dil konusunda ne söylemek istersiniz?
Sorunuzu edebi metinlerin tümünü kapsayan, Sartre’ın “İnsan bazı şeyleri söylemeyi seçtiği için değil, onları belli bir biçimde söylemeyi seçtiği için yazardır,” cümlesine dayanarak cevaplamak isterim. Kuşkusuz duyarlılıklarımızla bağlantılı olarak yazmaya değer bulduğumuz, mesele ettiğimiz durum ya da olayın ne olduğu önemli ama bunu metne nasıl yansıttığımız daha da önemli. Öyküye taşıyacağımız yaşamın bir kesitini yansıtan fotoğraf karesini yeni bir renkle, farklı bir sesle anlatmak durumundayız. Özellikle öykünün boyutunu düşündüğümüzde; ana izleği, ayrıntıları, duygu ve düşünceleri metne nakşederken estetik kaygıyı yitirmeden, sözü eksilterek anlamı derinleştirmek için dil işçiliğine daha çok emek vermek gerekiyor. Sözün sınırlarını genişleten, farklı çağrışımlar uyandıran metafor, benzetme ya da imge kullanımı anlatımı daha etkili, güçlü kılarken okura da alan açıyor. Bilge Karasu “Bir imgeden yararlanarak üretebileceğimiz ya da bu imgenin içine yerleştirip doldurabileceklerimiz, bu imge yardımıyla kavrayıp yorumlayabileceklerimiz tükenmez, tüketilemez,” der.
Öykülerimde becerebildiğim ölçüde ve belli bir denge gözeterek benzetme, metafor ve imge kullanımına yer veriyorum ama metni söz sanatlarıyla boğmaktan kaçınıyorum. Çok çarpıcı giriş cümlesi, vurucu finalden çok metnin bütünün yaratacağı etkiyi, yalınlık ve akıcılığı önceliyorum. Bir de sezdirme yöntemini.
Üslubu bir ölçüde hikâyenin kendisi ve karakterler belirliyor. Mesela Yarım Kalmasın Hiçbir Öykü’de dil daha tutuk. Çünkü anlatıcı kahraman bir terzi, ilk kez hikâye anlatıyor. Cümle kalıbını, sözcük seçimini karakterin kişilik özelliğine göre oluşturuyor, kimi öykülerde yerel söylem ve şive kullanıyorum. İstiyorum ki her karakter kendi dramını / meramını kendi diliyle anlatsın.
Öyküyle örtüşecek şekilde olmasına özen göstererek şarkılara, türkülere, şiirlere, mitolojik hikâyelere, kurmaca karakterlere, farklı yazarların eserlerine gönderme yapmayı seviyorum.
Çok yönlü anlatıyı yeğliyorum, zaman zaman bilinçakışına uzanan öykülerimde iç ses daha çok duyuluyor.
Kimi öykülerinizi açık uçlu bırakarak okurunuza alan açıyorsunuz. Böyle öyküler performatif bir okurluk istiyor, öykünün bittiği yerden okurun yolculuğu başlıyor; yazar okuru öykünün parçası, bileşeni kılıyor. Günümüz edebiyatında çokça uygulanan bir yöntem bu. Kimi okur yakınıyor bundan kiminin de istediği bu. Ünlü yazarlar da konu ile ilgili görüş belirtiyorlar. Örneğin Turgenyev yazar öze ait olanı ortaya koymalı, geriye kalanı okura bırakmalı, derken Dostoyevski, okura mümkün olan her türlü yardımda bulunmak yol göstermek gerekir, düşüncesindedir.
Metindeki anlamı çoğaltmak biraz da okurun işi diye düşündüğüm için Turgenyev’in düşüncesine daha yakın hissediyorum kendimi. Siz ne dersiniz bu konuda?
Performatif okurluk konusundaki tespitlerinize katılıyor ve kendimi Turgenyev’in düşüncesine daha yakın hissetmekle birlikte, okurların yakınmasını da anlayabiliyorum. Bunu da gözetmemiz gerekir, nihayetinde yazdıklarımızın okurda karşılık bulması yazma nedenlerimizden ya da en azından benim tercihim bu yönde. Burada kendimce bir denge tutturmaya çalışıyorum. Ne çok açık yazmaktan yanayım ne de çok kapalı. Sezdirme yöntemini kullanırken, metinler arası göndermeleri, mitolojik unsurları kurguya dâhil ederken ufak dokunuşlar yapmayı, küçük işaretler yerleştirmeyi tercih ediyorum hikâyenin iç mantığı, felsefesiyle tutarlı olacak şekilde. Her şey bir anda okurun önüne dökmektense, parçalı bir yapıda, zaman dizinsel olmadan, sınırları esneterek, farklı çağrışımlarla katman katman açılan metinler ortaya koymaya çalışıyorum. Gönlüm yazdığım metinlerin okurda çoğalmasından, sorgulamasından, yan okumalar yapmasından, araştırmasından yana, sizin söyleminizle öykünün bittiği yerde okurun yolculuğunun başlamasından.
Öykü finalinin kapalı mı açık uçlu mu olacağı meselesine gelince, hangisini seçeceğimi öykünün kendisi belirliyor, baştan tasarladığım bir durum değil.
Emel’in hikâye avcılığından hareketle soruyorum. Hatice Günday Şahman öykü konularını nerelerden, nasıl seçiyor? Bu öyküler hangi süreçlerden geçip okura ulaşıyor?
Benim edebiyat yaklaşımımın özünü yazdıklarımın hayata temas etmesi, insanı anlama ve hayatın farklı yüzlerini işaret eden insani durumları kalem döndüğünce anlatmak oluşturuyor. Öykü konularımı büyük ölçüde yaşadığımız coğrafya ve zaman dilimi belirliyor. Metinlerin ana damarını toplumsal yaralarımız, mesele ettiğimiz, canımızı yakan ne ise onlar oluşturuyor. Bu açmazları bireylerin iç dünyalarındaki yansımalar üzerinden taşıyorum öykülerime.
İlk kitap Kırmızı Etek’te yıllardır içimde biriktirdiğim, birinci elden tanıklık taşıyan, emanet edilmiş hayatlar, anlar vardı. Ataerkil yapı içerisinde kadın olmanın sert gerçeklerini odağa alan öyküler ağırlıktaydı. Yarım Kalmasın’daki öyküler ise (arka fonda toplumsal dayatmalar, kalıplar kendini hissettirse de) grift ikili ilişkiler, bireylerin kendileri ve çevreleriyle çelişkileri üzerine kurulu. İktidar olgusunu ilk deneyimlediğimiz aile içi çatışmalar, kadın erkek ilişkileri, aşkın farklı yüzleri… Yaşamın her alanında olduğu gibi aşkta da bir iktidar sorunu var. Dönüştürmeye, eğmeye, bükmeye zorlayan bir yan. Sosyokültürel verili kodlar, heteronormatif kalıplar dışında kalan, yadsınan aşklar var öykülerde.
Yazma sürecim uzun ve yavaş oluyor. “Öykü bir çırpıda yazılmalı ve okunmalı” söylemi benim için geçerli değil. Öykü nüvesini zihnimin labirentlerinde uzun zaman gezdiriyorum, kısa kısa notlar alıyorum, ihtiyaç duyuyorsam yazmayı düşündüğüm tema ile ilgili okumalar yapıyorum. Bu süreçte çekirdek kabuğundan çatlamaya başlıyor, farklı çağrışımlarla, düşüncelerle birleşerek büyüyor. Toprakta boy vermeden önce kökleri güçleniyor. Kâğıt üzerinde önce taslak oluşuyor. Öncelikle anlatıcı seçimi ve kullanılacak tekniği belirliyorum. Sözünü ettiğim kısa notları, cümleleri bütünleştirmeye, teğellemeye, makaslamaya başlıyorum. Sahne kurulumu, atmosfer yaratımı üzerinde titizlikle durduğum noktalar. Duygu geçirimini nesneler üzerinden kurgulamak da aynı şekilde. Diyaloglar ve monologlarda karakterleri kendi meşrebince konuşturmaya özen gösteriyorum. Metaforlar, göndermeler, alıntılar yazım aşamasında çağrışım yoluyla, belleğin gizini çözemediğim bir ilişkilendirme mekanizmasıyla giriyor metne ve kurguya farklı kapılar açılıyor. Öykünün iskeleti, gidilecek yol belli olsa da kimi zaman öykü kişilerimin özellikleriyle bağlantılı olarak yol kendiliğinden sağa ya da sola kıvrılabiliyor, öykü başka yöne evriliyor. Böyle bir durumda eksen kayması yaşanmıyorsa, öykünün dallanıp budaklanmasından kaygılanmıyorum. Nasıl olsa kalem de silgi de benim elimde Ve sonrasında cümle, kelime düzeyinde ince işçilik aşaması başlıyor ve kitap matbaaya gidene dek sürüyor değiştirme, silme, düzeltme işlemleri.
Edebiyat Burada portalı için yaptığınız dizi söyleşide yazarlara yazmadıkları yerlerden sorular sordunuz. Şimdi sıra bende. O sorulardan birini de ben size yöneltmek istiyorum.
“Edip Cansever’in ‘Masa da masaymış ha’ dediği gibi bir masanız olsa, zamanın ve mesafelerin getirdiği sınırlamalar olmaksızın, hangi yazarları ya da kurmaca karakterleri konuk etmek, söyleşmek isterdiniz? Onlarla neler konuşurdunuz?”
Cevabım çoktan hazır, hep istemişimdir birileri de bana bu soruları sorsa diye, çok teşekkür ederim Münire Hanım, bu arzumu gerçekleştirdiniz.
Masada yazarlar yerine kurmaca karakterler olsun isterim. Suat Derviş’in Fosforlu Cevriye’si, Leyla Erbil’in Zenime’si, Sevgi Soysal’ın Tante Rosa’sı, Ayla Kutlu’nun Liyotani-Nippukir’i, Ayfer Tunç’un Şebnem’i, İnci Aral’ın Suna’sı olsun isterim. Onların hepsi bir aradayken yaşanacak doyumsuz sohbeti kendileri belirler, ben sesiz izleyici olayım, yeter ki şiirli, şaraplı bir gece olsun.