Son günlerde Türkiye’de de adını sıkça duyduğumuz “in-yer-face” (yüzünüze karşı) tiyatro anlayışı 1990’ların başında İngiltere’de genç oyun yazarları arasında hızla yayılmaya başladı. Fiziksel ve psikolojik şiddeti, işkenceyi, arzuyu, uyuşturucu kullanımını, çıplaklığı, seksi, mastürbasyonu, ensest ilişkileri ve o güne kadar tiyatroda yapılması ender görülen her şeyi içinde barındıran bir başkaldırı tiyatrosu olarak ortaya çıktı, asıl hedef ise seyiciyi şoke etmekti. Bu tür “Cruel Britannia” (Acımasız Britanya), “New Brutalism” ( Yeni Vahşet) ve “New Writing” (Yeni Yazın), “New Theatre” (Yeni Tiyatro) olarak da bilinir; resimde, müzikte, sinemada ve sanatın diğer dallarında da etkisini göstermiştir.
In-yer-face yazarları genellikle dışavurumcu tiyatrodan etkilenmişlerdir ve tiyatrodaki natüralistik öğeleri, yabancılaştırma efektini tamamen reddetmişlerdir. Son yıllarda bu türe artan ilgiyle birlikte büyük salonlarda hatta Broadway’de bile oynanmaya başlanan bu türün oyunları aslında İngilizlerin ‘black box’(kara kutu) dedikleri çok küçük salonlar için yazılmıştı ve dolayısıyla az seyirciye oynanmalıydı ve seyirci oyunun içinde olmalıydı, sahnede olanlara tepki vermesi sağlanmalıydı. Başta Royal Court olmak üzere; Hampstead, Traverse, Almeida, Finborough, Donmar, Tricycle gibi tiyatrolar kapılarını yeni oyun yazarlarına dolayısıyla “in-yer-face”e açmışlardı. Birçok ünlü oyuncu da bu oyunlarda rol aldı çünkü özellikle İngiltere’de iyi bir oyuncu için kariyer tiyatro demekti ve bu tür oyuncuyu cesaretin her türlüsüne davet eden, çok zorlayan bir türdü, oyunlarda gerçekten iyi bir performans gösterirseler, eleştirmenlerden tam not alabilirlerdi. Nithekim Nicole Kidman da bu ünlülerden biri olacaktı ve 1998 yılında David Hare’in yazdığı “The Blue Room” (Mavi Oda) da Donmar’da sahneye çıkacaktı.
“In-yer-face” terimi ilk kez tiyatro eleştirmeni ve akademisyen Aleks Sierz tarafından ortaya atıldı ve Sierz, bu terim üzerine bir kitap yazdı. Aslında bu terim daha önce bir tiyatro oyununda bir sahneyi açıklamada kullanılmıştı (Simon Gray’in “Japes” (Şaka) isimli oyunu) fakat Sierz tarafından dünya literatürüne girdi. Hızla yayılmaya başlayan bu terim Sierz’in de sıkça belirttiği gibi aslında hiçbir zaman bir ‘akım’ olamadı çünkü farklı oyun yazarları kendi metotlarını geliştirdiler ve birbirinden çok değişik türde oyunlar yazmaya başladılar. Bunlardan bazıları “in-yer-face”e uygun agresif, uyumsuz metinlerdi, diğerleri ise duygusallıkla bir şeyleri anlatmaya çabalıyordu.
Bu türün dünyada yankı uyandırması ile birlikte her ülke kendi “in-yer-face” türünü oluşturmaya başladı. Bunların başında Almanya geldi ve ardından bu türü bir çok Avrupa ülkesi odak noktası haline getirdi. Türkiye’de ise ilk kez Martin Mc Donagh’ın “Leanne’nin Güzellik Kraliçesi” ile İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda sahnelendi. Aynı yazarın “Inishman’ın Sakalı” yine DT’de ve “Inishmore’lu Yüzbaşı” Kent Oyuncuları’nda; Martin Crimp’in “Kır”ı Işıl Kasapoğlu rejisi ile İDT’de sahnelendi ve hızla diğer “in-yer-face”yazarlarının oyunları sahnelenmeye başladı Türkiye’deki köklü tiyatrolar tarafından: “Gece Mevsimi” /Rebecca Lenkiewizc, “Kumarbazın Seçimi”/ Patrick Marber (Kent Oyuncuları). Yeni kurulan özel tiyatrolar da bu türe ilgi gösterdi ve henüz Türkçe’de kitap olarak yayınlanmamış ve bu akımın en önemli yazarlarından biri olarak gösterilen Sarah Kane’nin “Phaedra’s Love” (Phaedra’nın Aşkı), “The Cleansed” (Temizlenmiş) isimli oyunları sahnelendi. Kuşkusuz “in-yer-face” in tanınmasında en çok DOT’ un katkısı oldu. Sırasıyla: Bryany Lavery’nin “Donmuş “(Frozen), Joe Penhal’ın “Aşk ve Anlayış” (Love and Understanding), Anthony Neilsen’ın “Sansürcü”(The Sensor), Carly Churchill’in “Çok Uzakta” (Far Away), Tracy Letts’in “Böcek”(Bug), David Harrower’in “Karatavuk” (Blackbird), Phillip Ridley’in “Kürklü Merkür” (Mercury Fur) ve bu sezonda oynanan “Pornografi” (Pornography) isimli oyunları kendi kurdukları salonlarında, bu türe uygun olarak, az seyirciye sahnelendi. Art arda oynadıkları bu oyunlarla DOT, Türk seyircisine çok yabancı oyunları yavaş yavaş tanıtmaya başladı ve 2006/2007 sezonunda genç oyun yazarlarına yönelik “Yeni Oyunlar Projesi” ni başlattı. Türk seyircisi ise bu oyunlardan sonra neye uğradığını şaşırmış vaziyetteydi, oyunlarda bayılanlar, kusanlar, arada apar topar çıkanlar çoğunluktaydı ama yine de tiyatro devam etmeliydi ve her zorluğa hatta bazen seyircisizliğe rağmen bile devam etmeliydi. Bugünün Türkiye ve Avrupa’sına bakacak olursak; eş zamanlı gitmeyen sanat serüveni tiyatroda da kendini gösterip seksenlerde Avrupa’yı kasıp kavuran bu akım Türk seyircisi ile 2000’lerde buluştu ve ne yazık ki Türkiye’de değişik teknikler deneyen kendi oyun yazarlarını fazlaca üretemedi.