Tohumu barındıran toprak/ yer mitolojilerinde anne/kadın arketipi geçmişten bugüne tapınma ve bereketin sembolüdür. Bu benzeştirme, onun doğurganlığıyla ilintili olsa da annenin imge zenginliği tartışma götürmez bir gerçektir. Yokluğu ya da varlığıyla şairlerin düş dünyalarına giren ve çoğu kez de geçmiş imgelerini elinde tutan anne imgesinin kadın imgesinden farklı olarak fedakârlık, sevgi ve sıcaklık anlamları, ilk aklımıza gelen şeylerdir. Dolayısıyla ne zaman bir şiirde “anne” kelimesine rastlasak, belki en son aklımıza “iktidar” kavramı gelir.
Ne tuhaf değil mi “iktidar”ı babayla özdeşleştirirdik. Shakspeare’e sorarsanız Hamlet’te iktidarın anneden başka bir adresinin olmadığını söylerdi ve anneyi aşmanın iktidara ulaşmakla eşdeğer olduğunu kavrardık. Ahmet Haşim’in baştanbaşa anne ile dolu olan muhayyilesi bize bir başka örnek değil midir? Öte yandan babanın yokluğunda bir kale, korunaklı bir şehir gibidirler anneler.
Dayanmanın ne olduğunu anneler bilir,
bir anne gibi dayanıyor bu şehir.(Yatar Bursa Kalesinde-Bütün Şiirleri)
Meşhur şiirinde Necip Fazıl da ölümle ve yoklukla özdeşleştirir anneyi:
Ak saçlı başını alıp eline
Kara hülyalara dal anneciğim
O titrek kalbini bahtın yeline
Bir ince tül gibi sal anneciğim (Anneciğim-Çile)
Edip Cansever’in dizelerinde daha çok duyusal imgelerle karşımıza çıkan anne imgesi, kokularla, renklerle canlı; ama aynı zamanda hareketlilik ve durgunluk çatışmasını barındıran bir imgedir. Şiirsel özneyle anne arasındaki mesafe, oldukça fazladır. Bu mesafeyi dolduran ise çocuğun sevgisi ya da annenin merhameti değil şiirlerin tamamında görülebilecek olan tuhaf bir dalgınlığıdır. Annem bir limon görüntüsünün önünde giyinmiş ölümlüğünü/ Ölüler halinde duracak onlar da/ Dışımdaki ölüler, içimdeki ölüler/ Bir alaşım halinde, donuk güneşin altında/ Ve benim mutluluğumun altında/ Akıp gidecek bütün kötülükler (Düşlüyor Ölümünü Ruhi Bey-Ben Ruhi Bey Nasılım)
Ölüme yaklaşan bir durgunluğu iten tek eylem ışığı kovmaya çalışan bir el hareketidir. Genellikle limon ve limonlukla özdeşleştirilen imgenin temel çatışması, bu rengin bekleyişi yani durağanlığı çağrıştırmasıdır. Asıl durağanlık ise ölümdür. Bu gerçeğin ötesine geçmekse mümkün değildir. Ölüm, bir çatışma olmadığı halde şiirsel öznede temel bir çatışmayı taşır omuzlarında. Bu yönüyle çatışmanın her dizede hatta her kelimesinde görebileceğimiz gibi Cansever, asıl başarısını şiirde ustalıklı karakter oluşturmada yakalarken, bir yandan da anlatımcı yanıyla sinematografik bir tablo çizer.
Kemal Özer, bu çok bilinen ve Berna Moran’ın şiirsel özne üzerinden tartıştığı şiirinde bu kez annenin “fedakârlık” niteliğini öne çıkarır. Ancak öte yandan “anne” ve “kadın” kelimeleri aslında bir çocuğun dilinde iki ayrı uçta yer alır. Biri yakın diğeri ise oldukça uzak bir mesafeyi içerir. Çocuğa ait bu gözlem, onun içindeki çatışmayı da ortaya çıkarır. İster çalışmak için isterse kocasının mezarını ziyaret için gitmiş olsun anne, yabancılaşmayı beraberinde getirir. Dolayısıyla çocuğun gözünde bu bir kopuş, bir parçalanmadır: annem mi bir kadın/ geciken bir kadın geceyatısına/ ölüm kendini göstereli babamın saçlarından/ günübirlik bir kadın/ Üsküdar’ la İstanbul arasında (Ağıt)
Behçet Necatigil, yazınsallığın ötesinde, gerçekçi bir imge anlayışıyla ilk dönem şiirindeki dizelerinde anne ile olan ilişkisini ateş imgesiyle verir. Maddesel bir imge olmakla birlikte ateş, bu şiirde bir kaygıyı, endişeyi de beraberinde taşır. Bu duygulanımda iki aşırı uca çekilmiş çocuk henüz çok küçüktür ve üstelik anne de özürlüdür: Parlar gaz ocağı, sıçrar kıvılcım/ Merdiven başında bir sigara/ Belki söndürmediniz./ Çok küçük çocuk, yaşlı sakat anne/ Seslenir akşamlara alevlerin içinden/ Aklınız evde.(Sınır-Tüm Şiirleri)
Aynı endişe anne imgesini içeren bütün şiirlerde göze çarpar. Geçmişle ilintili bu kaygı, şimdiye taşınırken Necatigil, anneyi aşağıdaki dizelerde bu kez sessizlikle anar. Fedakârlık, annenin en temel gösterenidir. Ancak tıpkı sinsi bir hastalık gibi beliren ölüm, bu sessizliği bozacak ve anne imgesi, sessizliğe gömülecektir: Çıt yok bellekte/ Acı anılan ilerlere kaçırmışlar/ Çocuklarını kurtaran. bir anne gibi.(Bronskopi-Bütün Şiirleri)
Babaya olan bağlılığıyla ve hayranlığıyla bildiğimiz Can Yücel, bir masal dünyası içinde birlikte geçen günlerini anlattığı şiirinde tekerlemelerin de dilini kullanarak anne karşısında yaramazlıkta özgür olduğunun altını çizer: kurbağa yarışlarında annemin/ çatal matal kaç çataldım kimbilir./ bin dereden bir kendimi getirdim/ haydan gelip huya giden bir huysuz/ heyheyler içinde bir heydim/ belkim yedi belkim sekiz belâydım (Belkim Bir Kertenkeleydim-Şiir Alayı)
Çocukluğunda mutlu olan şairin arkasında özgürlüğü tattıran güçlü bir annenin olması ender bir durumdur. Bu yönüyle diğer şairlere göre geçmiş, mutlu bir şekilde hatırlanır. Geçmişin bu gücü, şimdiye sarktığında şairin özlemden başka bir duyguya yer açmaması da dikkat çekicidir.
Ataol Behramoğlu da anne yokluğunu sorunsallaştırdığı dizelerinde “rüzgâr” kelimesiyle unutmayı; “yağmur” kelimesiyle de kederi, ağlamayı dile getirir: Unuttum, elleri nasıldı annemin/ Unuttum, gözleri nasıldı bakarken.
Kuru ot kokusu getirsin rüzgar/ Yağmur usulcacık yağarken. (Unuttum, Nasıldı Annemin Yüzü)
Annenin etrafında örülen bu yokluk bir yılgınlığı, bungunluğu, Ahmet Haşim örneğinde olduğu gibi derin bir yalnızlık duygusunu beraberinde getirirken yabancılaşma, şiirsel özneyi geçmişten uzaklaşmaya doğru sürükler.
Neşe Yaşın, Sanat Emeği adlı kitabına aldığı şiirinde çocukla anne-baba ilişkisinde ailenin rolünü irdeler. Anne ve babanın birlikteliği, hayatın canlılığını ortaya çıkaran temel öğedir çocuğun gözünde. Aile mutluluğu, şiirsel öznenin gözünde ebeveyni bütünleştirirken babanın donuk imgesini de anneyle birlikte canlandırmayı da salık verir: Babamın resmini çizdim bugün,/ Ama benzemedi babama./ Kemanını da çizdim sonra,/ Yine benzemedi babama./ Sigarasını bile çizdim,/ kağıttaki babam değildi yine./ Annemi çizdim sonra yanına/ Babam eğilip öptü annemi/ kemanını tıngırdattı/ külünü silkti sigarasının. (Babam-Sanat Emeği)
Neşe Yaşın, geçmişin belirsizliği içinde ilerlerken anne ve baba birlikteliğinin bu belirsizliği dağıtmaya yetecek kadar güçlü bir duygu olduğuna vurgu yaparken annenin belirleyici rolünü de öne çıkarır. Anne, sevginin ve elbette ki ailenin temel imgesidir.
Müntehir şairlerden biri olan Nilgün Marmara, iktidar karşıtı iç dünyasıyla saflıkla geçen çocukluğunu karmaşıklaştırdığı için anne ve babasını suçlayıcı bir dil kullanır genellikle. Bu olumsuzlama imge seçimine de etki eder. Çatışmacı bir dille beliren olumsuzlama, “kovma”, “savaşmak”, “hiçleme” ve “ürkünç” kelimeleriyle belirir. Her biri ağır bir suçlamaya dönüşen kelimeler, derin bir mutsuzluğun da habercisidir: Ah, ben pembe fıstanımla kuşanırdım,/ Dantelalı tafra yumuşaklıkla./ Savaşırdım kovmaya çifte yetkeyi,/ Hiçlemeye annemi ve uykuyu/ Öğle sonlarından ürkünç odaların.(Ancak Yazgıdır Bu-Daktiloya Çekilmiş Şiirler)
Mustafa Ruhi Şirin, çocuğun dilinden yazdığı hemen bütün şiirlerde olduğu gibi anne ve çocuk arasındaki sıcak bağa vurgu yapar. Bu vurguda masallar, yıldızlar, beşik ve ninniler vardır. Ancak ölümde bu dizelerde varlığını hissettirir. Çünkü çocukluğa geriye dönüş bir özlem ama daha çok da saflığa dönüşle açıklanır: Ninniler söylesem yıldızlara/ Yıldızlar uyur mu?/ Ninniler söylesem anne/ Gözlerin yumulur mu? (Anneme Ninni)
Arif Ay, direncin sembolü olan bir anne çizerek annenin sorumluluk duygusuna tercüman olurken tarihsel bir atıf olarak geçmişle bugünü yan yana getirir. Umut ve zulüm, geçmişle bugün arasındaki çatışmanın benzerlik alanı oluştururken şairin bu iki duygudaki sürekliliği anne imgesiyle vermesi bir farklılık olarak göze çarpar: taşları tencerede kaynatan anne/ çocuklara umudu sabrı öğreten anne/ seni bir Ömer arar bulur/ beni bir zulüm boğar öldürür/ taşları tencerede kaynatan anne (Anne)
Geçmişin kırık bir aynada yansıdığı şiirlerinde Küçük İskender, anne imgesini çocukluğun tek başınalığıyla birlikte düşünür. En büyük sorun yanlılık değildir sadece. Birlikte verilmesi gereken mücadelede bu kez anneye arka çıkmak, ona yön vermek isteyen güçlü bir çocukluk isteği görürüz. Çünkü anne, birçok kez dövülmüş, öldürülmüştür. Ancak son dizede bu istek kırılarak yerini mutlak bir olumsuzluk alır: seni ne çok öldürmüşler anne/ beni ne çok dövmüşler/ artık evlenelim anne hayata karşı/ ve gel, beraber kaybedelim bu mor savaşı/ benimle birlikte intihar et anne (Ne Çok-Güzel Annemin Hayal Gücü)
Tanrısal anıştırmalardan bereket sembolüne kadar anne, arketip-sembol-imge hiyerarşisinde önemini korurken ondaki gücün devamlılığın bir sebebi de modern bireyin babayla olan mesafesidir. Otorite, karşıtını sevgide yani annede bulur. Bu yüzden olsa gerek anne, bir sığınma, geçmişin kuyularından çıkabilmek için sarkıtılan ipi tutan kişidir. Kadın olma niteliği göz ardı edildiğinde bir oğulun anneye bakışı akla gelmelidir. Bunun dışında bakıldığında bile şairin imgeye vardığı yerde hem geçmiş ve şimdi çatışmasını yaşadığını hem de güçsüzlüğünü, kimsesizliğini, sığınma ihtiyacını tescillemiş olur.
Annenin güçlü bir imge olarak varlığı, kimi zaman çocuğun bakışını, şimdideki anlamını örter. Şairin çocukluğa bakışı, bu yüzden kimi zaman belirsizleşir. Dolayısıyla başlı başına bir imge olarak tasarlanışı boşuna değildir.