Yunan mitolojisine göre, dünya var olmadan önce kaos vardır. “Khaos” kelimesi Yunanca açık, boş olmak anlamına gelen “khainein” fiilinden türemiştir. Khaos’tan ortaya çıkan boşluk, daha biçime girmemiş, varlığa kavuşmamış öğelerin karışımı ya da İslam tasavvufundaki gibi oluş âlemindeki karmaşa akla gelebilir. Boşluk, yine tasavvufta “fenâ” kelimesiyle tanımlanıyor gibi görünse de fena, maddi bir boşluktan ötede bir yerde durur.
Boşluk, bir şeyin yokluğu ya da varoluşun zıt uzamı değil varlığın kendiliğini üstlenen bir oluştur. Yalnızca mekânın değil mekânın dışının da önem taşıdığı modern sanatta, ifade kadar suskunluğun da önem taşıdığını görüyoruz.
Boşluk, doluluğun zıddı değil aksine tamamlayıcısıdır. Bir başka açıdan bakıldığında mekân, boşlukla olan sınırdan itibaren varlığını koparan, ayırandır. Bu sebeple boşluk, mekânın dışında kalan sonsuzluktur.
Türk müziğinde klasik şarkı formu, bu boşluğu ifşa edemediği anlam katmanını anlamsız kelimelerle örüntülü bir dille açıklarken yine klasik mimari, taşın ya da diğer objelerin gölgeleriyle doldurmaya yönelir. Objelerin gölgelerinin aksi boşluğa hücum eder ve varlıkla yokluk arasındaki uyum kendiliğinden sağlanmış olur.
Şiirin de boşlukla buna benzer bir ilişkisi söz konusudur. Kimi şairler, dile döktükleri kadar kendini ifade edemedikleri yahut yetersiz kaldığını düşündükleri yerlerde uzun bir çizgi ya da üç nokta işaretlerine yönelirler. Cahit Zarifoğlu’nun aşağıdaki dizeleri de buna bir örnektir:
– ah şu yalnızlık
kemik gibi
ne yanına dönsen batar
…
Küçük (Çağının Küçük Bulanığı)
Bu dizelerde biçimle ifade edilen boşluk, tek başına modern şiirin de en önemli imgelerinden biri oluvermiştir. Şehirden yahut insanlardan tiksinen bir bilincin kendini de ötekileştirmeye çalışması, hatta çirkin, ölümcül bulması, şiirsel özneye içini dolduramadığı bir boşluğa sürükler. Boşluk ya da hiçlik, tasavvuftaki “fenâ” kadar işlevsel değildir. Daha içkin hatta kötücül bir işleve sahiptir. Bu eşikten atlatıp boşlukta kendini bulma arayışının umutsuz bir arayış olduğunun bilincine rağmen şiirsel özne, kendiliğine ait bir hamleyle son bir adım atar. Hatta bu adım bile var oluşunu tanımlamak için bir can simidine dönüşmüştür. Bu sebeple boşluk imgesi, ölüm ve umutsuzlukla eşdeğerdir.
kayıp gider sonunda birinci tekil kişi
ve kokular uçup gider
bir garip boşluk kalır
o kokuyu anımsatan (Santigrad 100)
Algısal dünyayı imgelerle dolduran Uyar’ın tutunduğu şey, yine algılardır. Bunun tam da karşısında geniş bir boşluk durur. Sanki boşlukla algısal dünya eşitlenmiş, Turgut Uyar’ın bu dizelerde tanımladığı insan imgesi belirginleşivermiştir. İnsan, algılardan ibarettir. Görülen, duyulan bir insan… Ötede ise geniş bir boşluk vardır. Yalnızca bir boşluk…
ölesiye çalıştın ya da hiç çalışmadın
hiçbir sevinç -sevinç ne- hiçbir şey yok
şu gecenin ucunda
ve öteki boşluklar ürpertiyor insanı
tek başına olmanın dengesine vurunca (Ne Var ki Avucunda)
Uyar’ın boşlukla yan yana getirdiği gece ya da karanlık da bu imgeyi tamamlayan bir başka unsurdur. Boşluğun ölümle olan ilintisi uç, hiçbir şey, tek başına kelimeleriyle tamamlanırken bunların verdiği duygu “ürperti” olarak tanımlanır. Bu, ölüme ait ürpertidir. Yoklukla tanımlanan ölümün verdiği bir mutlak korkuya ait duygudur.
Nilgün Marmara da şiirlerinde boşluğu öne çıkaran şairlerdendir.
Karanlıkta durakalınan bu boşluk değil
Başlatan bakışımı ve eşlenmesini artık zamanın, (Petra Von Kant’ın Acı Gözyaşları*)
Işığın karşısında duran karanlıkla elde edilen bir boşlukta ışık, beklenildiği üzere gerçekliği olduğu gibi gösterirken yaraların görünmez olabilmesi için boşluğa sığınılır. Ancak dikkati çeken merdiven imgesi, şiirsel öznenin içinde her şeye rağmen bir umudun varlığını gösterir. Merdivenin yönünün belirsizliği bir yana boşlukta olması, bu yorumu imkânsız hale getiriyorsa da “yaslanma” eylemi, bir çıkış noktasını işaret eder.
En yakın yabancı sendin,
Daha sürülmemişken ışığın biberi
yaramıza,
Yaslanırken boşlukta duran bir merdivene
henüz.(Yabancı)
Edip Cansever de boşluğu görsel ve somut imgelerle ifade eder. Nesnelerle kurulan ilişkide boşluk, tanımlanabilir, elle tutulabilir algısal bir uzamdır.
Takındı kırmızılarını sonra
Süslendi
Bir boşluk edindi orda kendine
Hemen oracıkta bir boşluk
Açtı şemsiyesini ve gitti.(Bir Çiçek Sergicisi Der Ki)
Melih Cevdet Anday, aşağıdaki dizelerinde boşluğu maddeyle varlığını ifade eden uzamsal bir boşlukla tanımlar.
Ve giysisiz boşluk, yılgın uzay, o bitmeyen
Koşu… (Troya Önünde Atlar)
Anday, boşluğun sonsuzluk tarafına bakar. Ancak bu bakışta umutsuzluk ve yılgınlığın bitmeyen koşusu öne çıkar.
Bu imgenin bir başka yansıması Murathan Mungan’da karşımıza çıkar. Şair, “Yalnız Bir Opera” adlı şiirinde ölüm imgesiyle birlikte akla gelen boşluğa, insanların birbirini anlama eylemini de katar. İnsanlar arasındaki boşluk, iki yıldız arasındaki boşluk kadardır.
Boşlukta iki yalnız yıldız gibi
Acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz (Yalnız Bir Opera)
Boşluk, dışa ait bir uzam olmasına rağmen unutulmamalıdır ki kastedilen aslında iç dünyadır. Boşluğun içe çekilmesi yahut iç dünyanın boşlukla ifadesi, modern şiirde sık sık karşımıza çıkar.
Vural Bahadır Bayrıl’ın şiirlerinde çocukluk ve ayna imgeleri arasında derin bir boşluk vardır. Bu boşluk, zamanla doldurulmaya çalışılır. Bir diğer deyişle şairin zamanla aynileştirdiği bu boşluk, derin bir hiçliği barındırmaz. Aksine zamanın gelgitleriyle adlandırılır. Elbette ki her adlandırma, keskin bir öznelliği barındırır. Poetik omurgasını sıraladığı bir yazısında Bayrıl, “özel bir imaj sistemi, ses, anlam ve üslupta örtüşen, girift bir ‘doku/yapı’ kurabilme” becerisinden söz eder.[1]
Bırak beklesinler, az sonra kesif bir boşluktan
havalanacak o incecik kırılma sesini. Kim
bilir, duyarlar belki titreyişini. Zamanın
kalplerine bir teselli diye örttüğü zambakta (Beton)
Boşluk imgesine geniş bir pencereden bakarsak, ilkin şairlerin soyut ve somut birer boşluğa kendilerini eklemlediklerini görürüz. Somut anlamıyla boşluk, gece ve ardından yalnızlıkla gelen duygulanımların etkisindedir. Sonsuzluğa uzanan bu boşlukta, her şey sorularla iç içedir. Öyle ki dünya ve evren anlaşılmazlıklarla doludur. Sık sık tekrarladığımız gibi evrene bakış aynı zamanda şiirsel öznenin kendiliğine de bir iç bakıştır. Çünkü her şeyi anlayabilecek bir bilim dünyasında anlaşılmayan, çözülemeyen yalnızca insandır. Bu sebepledir ki şiirsel öznelerin her biri gerek ölüm ve anlaşılamayan iç dünya karşısında aynı çaresizliği yaşarlar.
Çizgi iki nokta arasındaki mesafedir. Bilime ait bu veri, sanatsal bilinç açısından yeterli rasyonalist tecrübeyi vermiyor olmalı ki şiirsel özneler, daha iki noktanın konumundan başlayarak boşluğu tanımlamaya çalışırlar.
Soyut bir imge olarak boşluk, şairlerin gözünde ilkine nazaran daha zor tanımlanır. Bu imge tasavvurunda ne uzaysal bir boşluk ne de gecenin uzayan karanlığından söz edebiliriz. En az geniş bir boşluk kadar karşılığı olan bir iç dünya modeli söz konusudur burada. Zamanın insanı sınadığı ve bedeli ölüm duygusuyla karşılık bulan bir imgeyle karşı karşıyayızdır. Zamana karşı kanatlarını açan bilinç, güneşe doğru uçan İkarus gibi baştan beri yenilgisini kabullenendir aynı zamanda. Çünkü zaman, daima ilerler ve geride zamanı sayan kum tanelerinden hiçbir şey kalmaz. Gitgide içine alan ve şiirsel özneyi bulanıklaştıran derin bir boşluktur bu: Tanımlanamayan ve adlandırılamayan…
Bkz. Ölüm, gece, zaman, çöl, korku, rüya…
[1] Vural Bahadır Bayrıl, “Geleneksel Şiirin Estetiği İle İlişki” Cumhuriyet Kitap, Sayı 155, 11 Şubat 1993